Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘akademi’

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve ‘cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 24: Suriyeli mülteciler üzerine – Ahmet Utku Akbıyık (17/06/2022)

Hostlar: Fikri Çiçek (LinkedIn) ve Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog)

Konuk: Ahmet Utku Akbıyık (Twitter)

Bu bölümde, Harvard Üniversitesi’nde doktora yapan Ahmet Utku Akbıyık’la Türkiye ve dünyadaki Suriyeli mültecilerin sosyal medya kullanımı ve sorunları üzerine konuştuk. Akbıyık aynı zamanda bir popüler kültür ve bilim dergisi olan Mesail‘de yazılar kaleme alıyor.


Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 25: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeApple Podcasts ya da Google Podcasts‘ten takip edin ve arkadaşlarınızla paylaşın!


İntro müzikleri:

Altın Gün – Goca Dünya
Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Not: Aşağıda okuyacaklarınız sevgili Rafşan Yağmur Çelik’in Bianet.org’un ‘Göç hikayeleri’ serisinde yayınladığı roportajımın orijinal versiyonudur – doğal olarak yayınlanan haberde verdigim cevaplar editlendi ve kısaltıldı. Yayınlanmış versiyonuna ise buradan ulaşabilirsiniz

Not: Aşağıda okuyacaklarınız sevgili Rafşan Yağmur Çelik’in Bianet.org’un ‘Göç hikayeleri’ serisinde yayınladığı roportajımın orijinal versiyonudur – doğal olarak yayınlanan haberde verdigim cevaplar editlendi ve kısaltıldı. Yayınlanmış versiyonuna ise buradan ulaşabilirsiniz

Ne zaman geldin? Bu hikaye nasıl ve neden başladı? O günden bugüne hayatında neler değişti? Neleri fark ettin? Burası sana ne öğretti?

Hayat hikayem biraz karışık fakat özet geçmek gerekirse 88 Ankara doğumluyum fakat hayatımın cogu (27/34’ü) Ingiltere’de gecti. Yaklaşık bir senedir de Almanya’da bir ilaç şirketinde (Boehringer Ingelheim’da) çalışıyorum.

Ailecek iki defa geldik Ingiltere’ye: 1989 (ben 1 yaşındayken) ve 2000’de (12 yaşında). Ingiltere’ye ilk geldiğimizde 6 sene kalmışız – 3 kardeşim de Ingiltere’de doğdular. 95’ten itibaren 5 sene Türkiye’de kaldıktan sonra, babamın Doktora çalısmaları için 2000 yılında tekrar Ingiltere’ye geldik. Ailecek 4 sene beraber yaşadıktan sonra ailem geri döndu; ben ve erkek kardeşim Ingiltere’de kaldık – 16 yaşımdan beri hem okuyorum, hem çalışıyorum. 2016’da evlendim ve ~4 yaşında bir oğlum var.

Cocukken futbolcu olmak istiyordum ve aklım-fikrim bundaydı – çok da yetenekliydim. Futbolda iyi olmamın bana çocukken özgüven ve okulda ‘cool’ cocuklar arasına girme açısından çok büyük katkıları da oldu. Fakat büyüdükce farklı alanlar da ilgimi çekmeye başladı: muhasebe, astronomi, arkeoloji ve – o zamanlar ‘geleceğin mesleği’ denilen – genetik. Hepsiyle ilgili araştırmalar yaptım; o alanlarda çalışan insanlarla görüştüm. Nihai olarak da farklı sebeplerden dolayı diger kariyer opsiyonlarını eledim ve genetikte karar kıldım. A-level (lise) notlarım da yuksek gelince Leicester Universitesinin Genetik bölümüne başvurdum.

Babam eski kriminolog olduğu için bana hep Prof. Alec Jeffreys’in Leicester Universitesi’nde keşfettiği ‘DNA fingerprinting’ (adli tıbbı tamamen değistiren ‘DNA parmak izi’) tekniğinden bahsederdi. Bunun da genetiği seçmemdeki payı büyüktür. Ikinci yılımda Alec Hocadan ders alma şerefine de nail oldum.

Bugün geri dönüp baktığımda birçok kez 4 ayak üzerine düştüğümü goruyorum. Başarılı olacağıma her zaman inanıyordum fakat neredeyse elimi attığım her işten başarıyla çıktım. Birkac örnek verecek olursam: 2011’de mezun olduktan hemen sonra (Master yapmadan) 4-yıl tam burslu Doktora kazandım; akademide arastırmacıyken birçok makalem beklediğimden fazla atıf aldı; 32 yaşında Cambridge Universitesinde Uzman Arastırma Gorevlisi (Sen. Postdoc) olmak az insana nasip olacak birsey; ve birçok prestijli odul aldım – benim için en manidarı da Leicester Universitesi mezunları tarafından 2020 ‘Geleceğin Lideri’ ödülüne layık görulmemdi. Simdilerde ise dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden birinde uzman araştırmacı olarak çalışıyorum ve şirketin ilaç portföyüne insan genetiği verilerini kullanarak katkı sağlıyorum – ve bu beni hem mutlu, hem de motive ediyor. 

Ingiltere’ye geldiğin için hayatında neler değişti? Buradaki yaşam koşullarını nasıl görüyorsun? Burada kendini 2. sınıf vatandaş olarak hissettiğin oldu mu?

Göcmenlerin burada karşılaştığı en büyük sorunlar dil, kultur ve vize sorunları. Nispeten küçük yaşta geldiğim ve gayretli ve meraklı olduğum için dil ve kültür farklılığı çok sorun olmadı kendi adıma. Fakat bir 7-8 sene Ingiliz vatandaşı olmadığım için Ingiliz devletinin lise ve universite yıllarında her öğrenciye verdiği bursları alma konusunda buyuk sıkıntılar çektim. Babamın da maddi durumu çok iyi olmadığı için bu burslar olmadan universitede okumam neredeyse imkansızdı. Bu yüzden gitmediğim kurum, göruşmediğim danışman, yazmadığım mektup kalmamıştı. Hatta bu yüzden eğitimime (üniversiteye baslamadan önce ve ilk seneyi bitirdikten sonra) toplamda iki sene ara vermek zorunda kaldım. Babam, ben bir sene ara verdikten sonra, bir sene daha kaybetmeyeyim diye elinde avucunda ne varsa verip, benim 2007’de Leicester Universitesinde okumam için ilk yılın ucretini odemişti (o zamanlar ‘yabancı statusunde’ olan ögrenciler için ücret yıllık £9000’dı). Ilk yılı okurken burs ve vize konusunda araştırmalarımızı ve mücadelemizi de sürdürüyorduk. Tam bu sırada avukat olan bir aile dostumuz bize “bakın; bir işinize yarar mı?” diye Gaye Gürol adında bir Türk’ün Köln belediyesine karşı Avrupa Adalet Divanında (ECJ) kazandığı bir davanın metnini uzattı. Bu karar sayesinde Avrupa’da yaşayan her (vatandaş olmayan) Türk işçi çocuğu üniversiteler tarafından Avrupa Birliği vatandaşlarıyla aynı statüde kabul edilmek zorundaydı. Bu kararı – babamla iyice araştırdıktan sonra – hemen Leicester Üniversitesi finans departmanına götürdüm. Tabi hiçbirinin haberi yoktu bu karardan. Bana direkt bursları veren kurum olan Student Finance England’a yazmamı tavsiye ettiler. Fakat Student Finance England’ın da bu karardan haberleri olmadığını öğrenmiş oldum ve olayı daha da açıklayıcı/inandırıcı hale getirmek için 2-3 defa daha mektup yazmak zorunda kaldım. Üniversitem de bayağı yardımcı oldu bu konuda. Sonunda ‘Child of a Turkish Worker’ (Türk işçi çocuğu) statüsünü kabul ettiler fakat benim çok işime yaramadı çünkü üniversite bana sonradan (kurallar gereği) “başladığın statüyle devam etmek zorundasın” dedi. Fakat beni ve durumumu süreçte daha iyi tanıdıkları için yardımcı olmak istediler. Bana yardımcı olma adına “biz senin ilk yıl ekstradan ödediğin parayı iade edelim (~£6000); bir sene ara ver; dönüşte de seni ikinci yıldan başlatalım” teklifinde bulundular; ben de üniversiteye bir sene ara verdim. Fakat o bir senede de oturumum geldi. Bana nihai olarak faydası dokunmasa da “Child of a Turkish worker” statüsüyle (Student Finance England’dan) burs alan her öğrenciye faydam olduğu için mutlu oluyorum. Tabi burada Gaye Güröl’un da hakkını teslim etmek lazım.

Bu sureçte bana emeği geçen bir insandan daha bahsetmek isterim: Prof. Annette Cashmore, Leicester Üniversitesi’nde genetik lisans öğrencisiyken benim son yıl (sene 2011) proje hocamdı – laboratuvarında Candida albicans adında bir mantar üzerine çalışıyorduk ve normalde vücudumuzda zararsız bir şekilde yaşarken neden bir anda patojenik olduğunu (ve Candidiasis hastalığına yol açtıgını) araştırıyorduk. Öncesinde de akademisyen/bilim insanı olmayı düşünüyordum fakat burada geçirdiğim 5-6 ayda bilim yapmayı ne kadar sevdiğimi anladım ve doktora bursları olup-olmadığını sordum. O da bana normalde burs fonu bulduğunu ve beni takımında görmek isteyeceğini söyledi. “Ben sana haber vereceğim” dedi. Maalesef, bana bunları söylediği zamanda MS (Multiple Skleroz) hastasıydı ve belden aşağısı tutmuyordu. Tekerlekli sandalyesi vardı ve her ihtiyacı olduğunda eşi hemen geliyordu. Bu yüzden – çok başarılı bir bilim insanı olmasına rağmen – laboratuvarından da yavaş yavaş elini çekiyordu. Ben son yıl proje raporumu teslim ettikten sonra tekrar kapısını çaldım ve hal-hatırını sorduktan sonra burs meselesini hatırlattım. Çok özür dileyerek, sağlığının son dönemlerde daha da kötüleştiğini ve burs başvurularını yapamadığını ama bana güçlü bir referans yazacağını söyledi. Annette’in grubunda çalışamayacak ve belki de hiçbir yerden Doktora bursu bulamayacak olduğum için üzüldüğümü hatırlıyorum. Herşey için teşekkür ederek çıktım odadan ve direkt başvurulara başladım. Belki 10-15 tane “CV’n iyi/uyumlu ama maalesef burs fonumuz yok” emaili aldım. Bristol Üniversitesi’nden email attığım hocadan da benzer bir email geldi ama sonuna şu cümleyi eklemişti: “istersen şu burslu projemize başvur – sana uygun” Ben de eklediği linke tıkladıktan ve projeyi anladıktan sonra hemen başvurdum. Mülakattan sonra da bana bursu verdiler. İşin en güzel tarafı “ben istedim bir göz, Allah verdi iki göz” misali verilen burs “tam” burstu ve tamamen doktorama odaklanmamı sağlayacaktı. (Leicester’dan alacağım burs sadece okul masraflarını karşılayacaktı. Bir yerlerde çalışıp kiramı vs. kendim bulmak zorunda kalacaktım). Bristol Universitesi’nden (2015 sonu) mezun olduktan sonra ABD dahil başka yerlerde de çalışabilecekken (kısmen nostaljik sebeplerle) Leicester’a geri döndüm. Yaptığım ilk işlerden biri de Annette’i görmek oldu. Beni gördüğüne çok sevindiğini ve başarılarımı takip ettiğini söyledi. Bu görüşmeden ~6 ay sonra vefat etti. Konuyla ilgili olarak aklıma geldi: Bana en çok gelen sorulardan biri “İngiliz hocalar çok soğuk; nasıl çalışıyorsunuz onlarla?” Sizin hocanızdan, onların da sizden ne beklediğini bilmek önemli. Çok yoğun olduklarını akılda tutarak ona göre hazırlanarak görüşme talep etmek lazım. Bir de sadece ingilizceyi öğrenmeye değil, ingiliz (ya da hangi ülkeden/kültürden insanlarla çalışıyorsanız onların) kültürünü öğrenmeye de vakit harcamanız lazım. İngiliz, İspanyol, Alman, Çinli ve İskoç Hocalarım oldu. Hepsiyle de aram iyiydi.

Sorunuza geri dönecek olursam: Göçmen çocuğu olmanın kesin bir avantajı var mı bilmiyorum fakat insan biraz meraklı ve gayretli olursa hem kendi kültürünün, hem de Britanya’daki çok kültürlülügün meyvelerini toplayabilir. Onlarca milletten arkadaşım var ve hepsinden az ya da çok birşeyler kaptım.

Başlarda dil, kultur ve vize sorunları yaşıyorsunuz fakat İngiltere’de ırkçılık çok ciddiye alındığı için öğretmenlerin ya da iş verenlerin size alenen bir ayrımcılık yapması çok zor. Ben ~2 sene farklı kebap dükkanlarında da çalıştım; bu sektörde çalışanların bazıları benden farklı seyler söyleceklerdir fakat ayak takımı tiplerin içkiliyken söylediklerini genel halka mal etmek doğru olmaz. Ayrıca Ingilizler, Türk göçmenler nispeten yeni olsalar da, Güney Asyalı (Hindistan, Pakistan ve Bangladeşli çok) ve Karayipli göçmenler uzun zamandır buralarda yasadıkları için farklı kültürden insanlarla beraber yaşamaya alışmışlar. Bunları söyledikten sonra şunu da eklemem lazım: Egitim Bakanlığının (Department for Education and Skills) 2007’de yayınladığı bir raporda Türk/Kürt öğrenciler ortaokulda (secondary school – Key Stage 2 and 3) en başarısız etnik gruptu. 2010’da yine buna benzer sonucların yayınlandığı başka bir grubun raporunu daha okudum. Umarım durumlar son 10 senede iyileşmiştir fakat buraya gelen ilk jenerasyon Türk/Kürt ailelerin önceliği para kazanmak olduğu icin çocuklarının da eğitimlerine odaklanıp, genç yaşta restoran/kebap dükkanından gelecek sıcak paraya yüz çevirmeleri çok zor. Herhalde Almanya’da olduğu gibi 1-2 jenerasyon sonra Türk/Kürt orijinli insanların sesini Ingiltere’de de daha çok duyacağız.

Türkçe konuşma, yeme-içme ihtiyacı duyuyor musun? Yabancı arkadaşların ve Türkiyeli arkadaşlarınla geçirdiğin vakitlerde farklılıklar var mı? ya da aynılıklar?

Türkce konuşmayı ve Türk kültürünü önemsiyorum. Oğlumun da Türkceyi iyi öğrenmesi için gayret gösteriyoruz eşimle. Iyi bir akademik eğitimin dışında Ingilizlerin genel kulturu, nezaketi ve sadeliğini, Almanlarin iş disiplini ve ahlakını, Turklerin de sıcaklıgı ve bonkörlüğünü kazanması icin çabalayacagız.

Ingiltere’de gördüğün Türkiye algısı nasıl?

Doğruyu söylemek gerekirse Türkiye algısı ben çocukken/ergenken çok çok daha iyiydi. Müslüman, Hristiyan, Hindu veya farklı milletlerden farketmez, arkadaşlarım ve hocalarım aileleriyle tatile hep Türkiye’ye giderlerdi. Simdi de eşleri/sevgilileriyle gidenler var fakat artık gitmeden “Türkiye emniyetli mi?” diye soruyorlar bana.

Ruhun ve kalbin de burada mı? Ne düşünüyorsun bu konuda?

Ülkemi seviyorum ve Türk/Kürt gençlerine vaktim el verdikce farklı mecralardan maddi-manevi destek vermeye çalısıyorum ama milliyetçi değilim. Yaşadığım toplumu ilgilendiren yönüm olarak Türk kökenimden ziyade ‘bilim insanı/araştırmacı’, ‘iyi bir eş/aile babası’, ‘güvenilir/yardımsever/çalışkan bir insan’ gibi kimliklerimin önde olmasını isterim.

Ingiltere’de kozmopolit bir ortamda büyüdüm ve bunu benimsedim; dünyanın her kıtasından arkadaşım, birçok mutfağa ilgim var – ozellikle Hint ve Uygur/Çin mutfağına (Not: bence kahvaltıda en iyisi Türk kahvaltısı).

Bilimin üstünlüğüne inanan, rasyonel kalmaya çalışan, araştıran, açık görüşlü bir ‘dunya vatandaşı’ olduğumu düşünüyorum. Eşimle Leicester’da bir Sih mâbedinde, kültürel bir faaliyette tanıştık. Rol modellerim hep bilim insanları veya entelektüeller oldu. Oğlumuzun ismini dahi Isaac Newton’dan esinlenerek Isaac Ali koyduk. (Not: Kedimizin ismi de Newton bu arada 😊 Ayrıca oğlumuzun doğduğu gün Isaac Newton’ın hocalık yaptığı Cambridge Üniversitesinden kabul almamı da Allah’ın isim konusunda hoşnut olması olarak yorumluyorum)

Ingiltere’deki deneyimlerinden eklemek istediklerin? En şaşırdığın olaylar?

Cok mutlu bir çocukluk ve eğitim hayatı geçirdim Leicester’da. Hatta 2020 Oğretmenler Günü’nde attığım ve sonradan Instagram ve Twitter’da viral hale gelen tweetimde de belirttiğim gibi (2000 yılı) sınıfa ilk girdiğim gün beni arkadaşlarım “Hoş geldin” ve “merhaba”larla karsıladılar. Meğer sınıf öğretmenim (Karen Holman’dı adı) benim hiç ingilizce bilmediğimi önceden (herhalde mudurden) öğrenmiş ve arkadaslarıma “ona kendisini evinde hissettirelim” diye Türkce kelimeler dağıtmış. Diğer öğretmenlerim de çok yardımcı oldular bana: orneğin Fen bilgisi hocam ilk donemlerde sınavlara sözlukle girmeme izin vermişti. Matematik hocam ise – geldiğim ay girdiğim sınavda en düşük notu ben almama rağmen – beni alt sınıfa yollamamıştı haksızlık olur diye. Ben de gayretli ve bir ise kafasını koyduğu zaman çabuk kavrayan bir çocuktum; 6 ayda ingilizcem iyi bir seviyeye gelmişti; matematik sınıfında da ‘altın’ gruba yukseldim hemen.

Tabi ki bugünlere kolay gelmedik; ailemin ve benim sayılamayacak kadar fedakarlıgı var arka planda: Finansal sorunlar; vize sorunları; psikolojik sorunlar – fakat ben doğru şeyleri yaptıkça beni hiçbir şeyin durduramayacağını biliyordum. Ingiliz eğitim sisteminin bana gore en iyi tarafı da insanlara – bazılarımıza az, bazılarımıza biraz daha fazla ama – hata yapma şansı veriyor ve – hayat toz pembe olmasa da – emek ve fedakarlığınızın karşılığını eninde-sonunda alıyorsunuz.

İlgili Tweet/Bilgiseller

Read Full Post »

Ne en güçlü, ne de en zeki olanlar hayatta kalır… Hayatta kalanlar değişime en çok adapte olabilenlerdir.” – Charles Darwin’in söylediği iddia edilir


Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?

Twitter’da gördüm sanırım: “Aynı soru sana üç defa sorulduysa bir blog yazısı yazma vakti gelmiştir”e benzer bir cümleydi. Ben de “Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?” ve benzeri sorularla pek çok defa karşılaştıktan sonra birşeyler karalamaya karar verdim. Leicester Üniversitesi’nde çalışırken bunun onda biri dahi sorulmamıştı 😉

Doktora öğrencilerine, doktorayı yeni bitirenlere ve akademik kariyer düşünen gençlere yönelik uzun bir doküman hazırladım. Az da olsa ingilizce terimler kullandım ama merak eden herkes okuyabilsin diye elimden geldikçe azaltmaya çalıştım (Not: iyi derecede ingilizce bilmeyenlerin iyi üniversitelere girmesi, hasbel-kader girdiyse de oralarda tutunması zor).

Okuyacağınız herşey benim şahsi düşüncelerim ve hiçbirine katılmak zorunda değilsiniz. Eminim yazdıklarımda hatalar ve eksikler olacaktır; bunları da bana bildirirseniz dökümanı hep beraber geliştirmiş oluruz. Katkıda bulunanlara da bir şekilde değineceğim. Şimdiden teşekkürler!

Darwin’e atfedilen yukarıda paylaştığım hakikat dolu sözle bir bağlantı kuracak olursam, evet, bir akademisyen için çok akıllı/zeki olmak bir avantajdır. Ama oyunun kurallarını (örneğin ‘arkadaşlarım/hocalarımla aramı nasıl iyi tutarım?‘, ‘iyi makale nasıl yazılır?‘, ‘nasıl fon getiririm?‘i) öğrenmek ve onlara göre adapte olmak da en az o kadar önemli – özellikle akademide oldugu gibi ‘oyun’un kuralları devamlı degişiyorsa… İşin bu kısımlarına da vakit harcayın.

Aşağıdaki dökümanda “Doktora sürecinde nelere dikkat etmeliyim?”, İngiltere’de akademik kariyer opsiyonları, “CV ve ‘Personal statement’ nasıl hazırlanır?“, ‘mülakat anı, öncesi ve sonrası neler yapmalıyım?‘, tez yazarken dikkat edilecekler, makale yazarken dikkat edilecekler ve prosedür, “Hocanızla ilişkiniz nasıl olmalı?” gibi konularda bilgiler ve tavsiyelerim bulunuyor. Umarım yardımcı olur. İlgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınıza da yollarsanız sevinirim.

Ek olarak ilgili video ve tweetler:

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Biyomühendislik ve Elektronik Mühendisliği lisans öğrencilerine sunum (13 Mayıs 2020)
Brit-Iş TV’den Ergin Balabeyoğlu’na verdiğim kısa roportaj
Rafşan Çelik’le Cambridge Üniversitesinde Akademisyen Olmak ve İngiltere’de Yaşam, Kültür ve Akademik Hayat uzerine (Instagram üzerinden*) söyleşi yaptık (3:38’de başlıyor).


Ingiltere’de üniversiteler – genel kurallara uyma dışında – devletten bağımsızdır. Örneğin hepsi kendi fonunu kendi bulur, yani büyük bir şirket gibi işlerler. Fakat en büyük fon 7 senede bir devletten gelir – üniversitelerin başarı seviyesine göre. Bu da onunla ilgili bir Tweet zinciri
Kıymetli Prof. Hikmet Geçkil Hocamın da bu dokümanı tavsiye ettiğini gördüm ve mutlu oldum. Umarım faydalı olmuştur

Read Full Post »

Birçok kez şuurlu (farkında olarak, özellikle babam), ama çogu kez de farkında olmadan anne-babam bana (ve kardeşlerime) birçok hayat dersi vermeye çalıştılar; ve verdiler/ögrettiler. Istemek/çalışmak ayrı, başarmak apayrı… Bazı anne-babalar çocuklarını küçümseyip “anlamazlar” sanıyorlar, fakat çocuklar her zaman anne-babalarını gözlemlerler; ve çogu kez taklit ederler. Cocukken yaptıklarımız – zorla, sevdirilmeden ve/ya anlatmadan yaptırılmamışsa – sonradan karakterimizi etkiler; ve “kişi 7’sinde neyse, 70’inde de odur” deyimi çogu kez dogru çıkar. Ornegin çocugu döverek/zorla terbiye etmeye kalkarsan, yarın büyüyüp, size ihtiyacı kalmadıgında anne-babanın tüm ögrettiklerini terk edeceklerdir. Hadi o zaman da döv; tabi dövebiliyorsan!

Bu yazıyı sadece kendi gözlemlerimi paylaşmak için yazıyorum (tum önceki yazılarım gibi). Isteyen istedigini alabilir…

Babamla başlayacagım…

1- Ben kendimi bildim bileli kimsenin malında, parasında, makamında gözüm olmadı. Kendi işime-gücüme baktım; başarılı olmak için çabaladım ve Allah bana birçok insana nasip etmedigi başarıları (ve nimetleri) nasip etti. Bugün anlıyorum ki bunun babamın bize helal para yedirmesiyle birebir ilişkisi var. Ama gerçekten (tabiri caizse) kılı kırk yararak yaşadı; ve ‘gerçekten helal’ yedirdi. Yoksa sorsak herkes “çocuklarıma helal lokma yedir(iyorum)dim” der, ama kaç tanesi gerçekten helal yediriyordur, sayıları nispeten çok azdır kanaatimce. Mesela kişi ‘iş-veren’se, kaç tanesi işçisinin hakkını tamamıyla veriyordur. Işçi ise, kaç tanesi işini gerçekten düzgün bir şekilde yapıyordur. Kaç tanesi torpil yapmadan, hak ederek bir yerlere girmiştir (ya da haketmedigi bir iş için birilerini aracı etmiştir)? Konumuz bu olmadıgı için uzerinde fazla durmayacagım. Vicdanında herkes biliyor bu soruların cevabını – en önemlisi de Allah biliyor! Insan helalinden kazanınca, hem dünyevi manada, hemde vicdanen mutlu oluyor. Kanaat etmeyi, işini dürüst yapmayı, kimsenin hakkına girmemeyi, Allah’tan başka kimseye dünya namına veremeyecegin bir hesabının olmaması; bunlar çok önemli şeyler! Hayatdaki en önemli şeyin ‘mutluluk sahibi olmak’ oldugunun, ve bunu da ancak helalinden (dürüst) iş yaparak kazanabileceginin canlı şahidi oluyorsun.

2- Babam bize bunun kadar önemli başka bir şey ögrettiyse, o da sadece çok çalışarak önemli yerlere gelebilecegimizi ögretmesidir. Yurt dışında da yaşasan, fakir de olsan, farklı bir dinden-dilden-görünüşten de olsan, hakeden adamın önünü kimsenin alamayacagını ögretti. “Hakkım yeniyor” diye aglayıp sızlama yerine, gerçekten işe yarar bir adam olursan, kimse senin yerine başka ‘işe yaramaz’ bir adamı tercih etmez. Bir yerde olmazsa, başka yerde mutlaka alırlar. Bundan dolayı çok çalıştım; başkalarından fazla çalıştım; ve Allah’ın da izniyle hep başarılı oldum.

3- Babam ayrıca kimsenin evde sigara içmesine izin vermezdi – yaşlılara ve kendi kardeşlerine bile. (Ben ve hiçbir kardeşim sigara içmez.)

4- Amcalarımın/büyüklerimizin bizimle ilgilenmek ve bizi güldürmek için yaptıkları fakat kandırmalı şakalarına bile ciddi bir şekilde karşı çıkardı. Mesela bir parmagını gösterip “bu hangi sayı?” diye sorarlardı. Tabi “bir” derdik. Sonra iki parmagını birleştirip, “peki, bu hangi sayı?” diye tekrar sorarlardı; biz de “iki” derdik. Fakat amcam “hayır, bu ‘kalın-bir’” derdi. Biz de şaşırırdık. Fakat bunu babam gördügünde onlara dönup “çocukları kandırmayın” der, sonra da bize dönüp “hayır kızım/oglum, siz dogrusunuz; evet bu da ‘bir’” derdi.

 

Anneme gelecek olursak…

Babam genellikle, çocukluk yıllarımızda bizimle fazla (istedigi/istedigimiz kadar) ilgilenemedi. Cünkü hem çalıştı-para kazandı, hem okudu (doktora yaptı), hem bize baktı; başkalarının işleriyle de (yardım etmek için) çok ugraştı. Cok fedakar bir insandı. Bu yüzden neredeyse hayatının her döneminde çok yogun bir hayat yaşadı.

1- Bundan dolayı bizimle genellikle annem ilgilendi; ve çocukken ne ögrendiysek çogunu annemizden ögrendik. Annemin üniversite diploması yoktu fakat kendisini çok iyi yetiştirmiş bir insandı. Babam fedakarlık ve cefakarlıkta ‘bir’se, annem (nispeten) ‘on’du. Bize okumamızı, kötü alışkanlıklardan uzak durmamız ve vatana-millete-insanlıga faydalı insanlar olmamız gerektigini bıkmadan-usanmadan anlatarak, bizim yaramazlıklarımıza sabrederek, büyük fedakarlıklar yaparak ögretti; ve bu öğretileri içimize adeta işledi. Bizimle çok yakın bir bağ kurdugundan (korktugumuzdan degil) ona karşı saygısızlık yapmaya çocukken bile uzak dururduk. Bu yüzden bize bazen ufak hatalarımızdan dolayı kızdıgında bile karşı çıkmazdık. Mesela üzerimde azıcık sigara kokusu bile olsa çok kötü kızardı. “Yok anne biz degil, arkadaşlar içti” desek te, “o zaman, o arkadaşlarından uzak dur!” derdi. Agzımızdan küfür çıksa ve/yada ‘edep dışı’ sayılacak olayları konuştugumuzu duysa hemen kızardı. Hem de çok! (Ailemizde agzı küfürlü kimse yok)

2- Fakir degildik çok şükür; evde (memur maaşıyla) tek parayı kazananın babaların oldugu her Türk ailesi gibiydi bizim durumumuzda – yani ‘orta hal’ denebilir. Fakat çok kanaatkar bir aileydik. Annem ögretti bunu da bize. Belki farkında dahi olmadan… Bunun ne kadar önemli oldugunu şimdi anlıyorum. Eger zengin/kalbur-üstü bir aileden gelmiyor ama hayatda gerçekten başarılı olmak istiyorsanız, nispeten çok çok daha az *hata yapma şansınız/hakkınız oluyor. Cok şükür bugün (genç ve nispeten başarılı bir akademisyen olarak) dönüp baktıgımda (Allah’a karşı verecek çok hesabım var fakat) dünya namına hesabını veremeyecegim bir suçum, yüz kızartıcı bir halim ya da bilerek hakkına girdigim/yarı yolda bıraktıgım bir insan hatırlamıyorum. Genç yaşıma ragmen kanaatkar olmanın ve (çapım yettigince) haramdan/kul hakkından uzak durmanın başarılarımda ne kadar büyük bir payının oldugunu yeni yeni anlıyorum. Insanlar kısa zamanda ‘köşeyi dönmenin’ peşinde koşarken, ben sabırla okudum, çalıştım, ve bir çogunun (akademik olarak) başaramadıgını başardım…

 

Ne annem, ne de babam, bizi hiç bir zaman kısıtlamadılar. Dindar olmalarına ragmen, dindar insanların çogu kez başaramadıgı ‘açık görüşlü olmayı’ başardılar; ve bize de tembihlediler. Kesinlikle “şunu-bunu yapma” demediler. “Her işin bir adabı vardır, adabına gore yapın” dediler. Babam bana hep “Mesut bey” diye hitap ederdi. Bir şey sordugumda ya da kendisine muhalefet ettigimde “ya Hu napacan?” ya da “git işine yorgunum şimdi!” demek yerine, bana anlatmaya çalışırdı. Bana hep bilginleri, bilim adamlarını ve alimleri örnek gösterirdi. Kendilerinden birşeyler ögrenebilecegim, kaliteli ve ahlaklı insanlarla tanıştırırdı. Şaka yollu da olsa, sınavlarımızda 95’te alsak, “neden 100 almadın?” diye tembihlerdi… Bu sayede belki de rehavete düşmemizi engellemeye çalışırdı.

Son olarak, annemin de, babamın da agızları hep dualıdır. Duaları sayesinde hep önümün açıldıgını gördüm hayatta. Bunun da onemini yeni yeni anlıyorum; ve herkese tavsiye ediyorum “anne-babanızın duasını alın mutlaka” diye.

Tabi “hatasızdılar” ya da “mükemmeldiler” demiyorum. Onlar da gençti; kimse onlara ‘anne-babalık nasıl yapılır?’ı ögretmedi. Onlerinde öyle çok iyi örnekler de yoktu. Hem babam, hem annem devamlı güçlü olmak zorunda kaldılar. Ne kadar güçlü de olsalar, bazen yorulmuş, bazen ‘tepeleri atmış’, ve (bize ya da birbirlerine) kendi yüksek seviyelerine yakışmayacak bir-iki davranışta bulunmuş olabilirler… Fakat kendilerini hep geliştirdiler; ve zamanla bazı şeyleri daha iyi yapmaya ve bizlere karşı daha sabırlı ve toleranslı davranmayı ögrendiler. Fakat yaptıkları tonlarca iyi iş karşısında, bir-iki ufak hatayı hatırlatmak hakkaniyetli bir davranış olmaz. Ayrıca onları eleştirmek haddime degil.

Allah onları başımızdan eksik etmesin!

*Bu durumda olmanın en büyük handikapı , arkadaşlarının çogu ‘gelecegi parlak olmayan’ tipler oluyor. Suç, kötü alışkanlıklar, cehaletden doğan ahlaksızlıklar vs. diz boyu. Allah korudu bizleri!

 

PS: Bizim kültürümüzde, genel olarak anne ‘terbiyeci’, baba ise ‘rol model’dir çogu zaman. Insana terbiye sınırlarını, adabı ve kanaati anne öğretir; baba ise çocuklarının onünü açar (ya da kapatır) ve büyük işler başarabileceklerine inandırtır onlara (ya da bu inancı bitirir ve çocuk ‘ezik’ bir tip olur)!

Read Full Post »