Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘akademisyen’

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 15: Kök hücre biyolojisi ve kalıtım üzerine – Dr Ahmet Can Berkyürek (06/04/2021)

Hostlar: Fikri Çiçek (Twitter) ve Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog)

Konuk: Dr Ahmet Can Berkyürek (Google Scholar|Twitter)

Bu bölümde, Cambridge Üniversitesi ve Osaka Üniversitesi gibi dünyanın en iyi üniversitelerinde kök hücre ve kanser biyolojisi, ve nesiller arası epigenetik kalıtım gibi farklı alanlarda önemli çalışmalar yapmış/yapan Dr Ahmet Can Berkyürek’le bu alanlardaki son gelişmeler ve projeleri üzerine konuştuk. Yakında İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden biri olan University College London’da kendi grubunu kuracak olan Berkyürek, moleküler biyoloji alanında akademik kariyer yapmak isteyen gençlere de tavsiyelerde bulundu.

Podcast’te kullanılan terminoloji:

1- Epigenetik (epigenetics): Gen ifadesi değişikliklerini inceleyen bilim dalıdır. Basitleştirirsek: İnsanın ~50 trilyon hücresinin her birinde (neredeyse) aynı DNA dizilişi vardır fakat hücrelerimizin, örneğin bir kısmı yağ hücresi, bir kısmı nöron, bir kısmı da deri hücresine dönüşür (insanda ~200 farklı çeşit hücre türü vardır). Kök hücrelerin (Vikipedi) farklı hücrelere dönüşmesini ve tekrar bölündüklerinde yine aynı hücre tipine (nöron->nöron) bölünmesini sağlayan, epigenetik mekanizmalardır (Vikipedi).

2- Nesiller-arası epigenetik kalıtım (transgenerational epigenetic inheritance): Bir bireye >3 jenerasyon önceki atalarından epigenetik degişikliklerin aktarılması. (Not: Nesiller-arası epigenetik kalıtım bazı ‘daha basit’ organizmalarda gözlemse de insanlarda henüz tatmin edici delillerle kanıtlanmamıştır.)

3- C. elegans (“sii elegans” diye okunur): İpliksisolucan – özellikle moleküler biyoloji alanında, canlılardaki (insanlardaki) farklı gelişimsel mekanizmaları anlamak için kullanılan ‘model’ organizmalardan biridir (Vikipedi)

4- Apoptoz (apoptosis): Programlanmış hücre ölümü/intiharı – bu mekanizmanın doğru çalışması hücrelerin kansere dönüşmemesi ya da etrafındaki dokulara zarar vermemesi için önemli (Vikipedi)

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 16: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeApple Podcasts ya da Google Podcasts‘ten takip edin ve arkadaşlarınızla paylaşın!


İntro müzikleri:

The Kiffness – Ievan Polkka ft. Bilal Göregen (Club Remix) – with permission from David Scott (see tweet, dated 21/12/20)
Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 14: Genç yaşta girişimcilik üzerine – Selahattin Furkan Karadaş (31/03/2021)

Hostlar: Fikri Çiçek (Twitter) ve Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog)

Konuk: Selahattin Furkan Karadaş (Instagram)

Bu bölümde, genç yaşta SÜTUN Akademi (bir etkinlik: GriFest Ankara), ANMUN/d’MUN (Model United Nations), FUNTALYA (Fantasy United Nations), EDRO (İngiltere’de eğitim danışmanlığı) gibi başarılı girişimlerde bulunan, aynı zamanda da Leicester Üniversitesinde Hukuk lisans öğrencisi olarak okuyan Selahattin Furkan Karadaş’a (kendinden de) gençlere girişimcilik tavsiyelerini sorduk ve Z jenerasyonunun (Gen Z) problemleri üzerine konuştuk.

Podcast’te kullanılan terminoloji:

1- Z jenerasyonu (Generation Z): 1996 yılından sonra doğan gençleri tanımlamak için kullanılıyor (Detaylar için: BBC Türkçe haberi – 1 Temmuz 2020)

2- Brexit: İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan oluşan Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliğinden ayrılması – ‘Britain’ ve ‘exit’ kelimelerinden oluşan bir bileşik kelimedir (Detaylar için: BBC Türkçe haberi – 1 Ocak 2019)

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 15: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeApple Podcasts ya da Google Podcasts‘ten takip edin ve arkadaşlarınızla paylaşın!


İntro müzikleri:

The Kiffness – Ievan Polkka ft. Bilal Göregen (Club Remix) – with permission from David Scott (see tweet, dated 21/12/20)
Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 13: ‘Teknikçi Hoca’ ile kriptoparalar ve piyasalarda para kazanmak üzerine (09/03/21)

Hostlar: Fikri Çiçek (Twitter) ve Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog)

Konuk: Sosyal medya fenomeni ve teknik analist ‘Teknikçi Hoca’ (Twitter)

Bu bölümde, kriptopara yatırımcısı, teknik analiz uzmanı ve sosyal medya fenomeni ‘Teknikçi Hoca’yla kriptopara dünyası ve yatırım tavsiyeleri üzerine konuştuk. Bu bölüm aynı zamanda ‘Teknikçi Hoca’nın ilk podcast tecrübesi de oldu ve takipçileri (sadece Twitter’da bile >55,000) sesini ilk defa bizim podcastimizde duydu. (Not: Zamansız bir bölüm bir olması için takipçilerimizden gelen güncel soruları sormadık.)

Podcast’te kullanılan terminoloji:

1- Coin (‘koin’ diye okunur): (Kripto) Para

2- Boğa sezonu (‘Bull Run’ ya da ‘Bull season’): Kriptoparalara ilgi ve yatırımların ciddi yükselişe geçtiği dönem

3- SEC (‘sek’ diye okunur): ‘The U.S. Securities and Exchange Commission’ın (ABD Menkul Kıymetler ve Borsalar Komisyonu’nun) kısaltılmış hali. SEC‘in Aralık 2020’de Ripple şirketine dava açmasıyla – Ripple’ın kriptoparası olan – XRP’de de ciddi düşüşler yaşandı

4- Delist (‘diilist’ diye okunur): Coinbase, Binance, Kraken, Crypto.com, Bitfinex, BtcTurk, Coinzo, eToro (liste uzun…) gibi kriptopara birimi platformlarından bir kriptoparanın çıkartılması. XRP de – SEC’in Ripple’a dava açmasından sonra – birçok platformdan ‘delist’ edilmişti. Bir kriptoparanın bu platformlarda bulunması, sadece alım-satımı kolaylaştırmıyor, aynı zamanda da markette güvenilirliliğini arttırıyor.

5- DeFi (‘diifay’ diye okunur): ‘Decentralised Finance’ın (merkezi olmayan finans) kısaltılmış hali. DeFi, kriptoparaların ilk ortaya çıkmasındaki temel mantıktır ve arada devletlerin ya da bankaların olmadığı – ve bu kurumların yerine ‘blockchain’ teknolojisi aracılığıyla bilgisayarların/kriptografik algoritmaların işlemleri onayladığı – bir finans sistemidir.

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 14: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeApple Podcasts ya da Google Podcasts‘ten takip edin ve arkadaşlarınızla paylaşın!


İntro müzikleri:

The Kiffness – Ievan Polkka ft. Bilal Göregen (Club Remix) – with permission from David Scott (see tweet, dated 21/12/20)
Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 12: Erkeklik, şiddet ve arzu üzerine – Antropolog Dr Sertaç Sehlikoğlu (18/02/21)

Hostlar: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog) ve Fikri Çiçek (Twitter)

Konuk: Dr Sertaç Sehlikoğlu (Twitter|Akademik profili)

Bu bölümde, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden University College London’da Uzman Sosyal Antropolog olarak çalışan Dr Sertaç Sehlikoğlu’yla yeni kitabı (“sporcu teyzeler” ve arzu konulu)Working Out Desire Women, Sport, and Self-Making in Istanbul‘ ve ses getiren ‘Erkeklik, İnsanlık, Kulluk‘ adlı blog yazısı hakkında konuştuk.

Sertaç Hocanın kitap tavsiyeleri:

1- Kurtlarla Koşan Kadınlar – Clarissa Pinkola Estés (Özellikle erkekler için!)

2- Istanbul: A Tale of Three Cities – Bettany Hughes

3- Invisible Women: Exposing Data Bias in a World Designed for Men – Caroline Criado-Perez

4- The No Asshole Rule – Robert I. Sutton

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 13: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeiTunes ya da Google Podcasts‘ten takip edin!


İntro müzikleri:

The Kiffness – Ievan Polkka ft. Bilal Göregen (Club Remix) – with permission from David Scott (see tweet, dated 21/12/20)
Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 11: Sosyal Antropoloji üzerine – Dr Sertaç Sehlikoğlu (18/02/21)

Hostlar: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog) ve Fikri Çiçek (Twitter)

Konuk: Dr Sertaç Sehlikoğlu (Twitter|Akademik profili)

Bu bölümde, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden University College London’da Uzman Sosyal Antropolog olarak çalışan Dr Sertaç Sehlikoğlu’yla hayat hikayesi ve akademik çalışmaları üzerine konuştuk. Sonraki bölümde de yeni kitabı ‘Working Out Desire Women, Sport, and Self-Making in Istanbul‘ ve ses getiren ‘Erkeklik, İnsanlık, Kulluk‘ adlı blog yazısı hakkında konuşacağız

Podcast’te kullanılan terminoloji:

1- Sosyal Antropoloji: İnsan davranışlarının nedenini bulmaya çalışan bir disiplindir (İstanbul Üniversitesi)

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 12: Erkeklik, Şiddet ve Arzu Üzerine – Antropolog Sertaç Sehlikoğlu


İntro müzikleri:

The Kiffness – Ievan Polkka ft. Bilal Göregen (Club Remix) – with permission from David Scott (see tweet, dated 21/12/20)
Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Ne en güçlü, ne de en zeki olanlar hayatta kalır… Hayatta kalanlar değişime en çok adapte olabilenlerdir.” – Charles Darwin’in söylediği iddia edilir


Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?

Twitter’da gördüm sanırım: “Aynı soru sana üç defa sorulduysa bir blog yazısı yazma vakti gelmiştir”e benzer bir cümleydi. Ben de “Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?” ve benzeri sorularla pek çok defa karşılaştıktan sonra birşeyler karalamaya karar verdim. Leicester Üniversitesi’nde çalışırken bunun onda biri dahi sorulmamıştı 😉

Doktora öğrencilerine, doktorayı yeni bitirenlere ve akademik kariyer düşünen gençlere yönelik uzun bir doküman hazırladım. Az da olsa ingilizce terimler kullandım ama merak eden herkes okuyabilsin diye elimden geldikçe azaltmaya çalıştım (Not: iyi derecede ingilizce bilmeyenlerin iyi üniversitelere girmesi, hasbel-kader girdiyse de oralarda tutunması zor).

Okuyacağınız herşey benim şahsi düşüncelerim ve hiçbirine katılmak zorunda değilsiniz. Eminim yazdıklarımda hatalar ve eksikler olacaktır; bunları da bana bildirirseniz dökümanı hep beraber geliştirmiş oluruz. Katkıda bulunanlara da bir şekilde değineceğim. Şimdiden teşekkürler!

Darwin’e atfedilen yukarıda paylaştığım hakikat dolu sözle bir bağlantı kuracak olursam, evet, bir akademisyen için çok akıllı/zeki olmak bir avantajdır. Ama oyunun kurallarını (örneğin ‘arkadaşlarım/hocalarımla aramı nasıl iyi tutarım?‘, ‘iyi makale nasıl yazılır?‘, ‘nasıl fon getiririm?‘i) öğrenmek ve onlara göre adapte olmak da en az o kadar önemli – özellikle akademide oldugu gibi ‘oyun’un kuralları devamlı degişiyorsa… İşin bu kısımlarına da vakit harcayın.

Aşağıdaki dökümanda “Doktora sürecinde nelere dikkat etmeliyim?”, İngiltere’de akademik kariyer opsiyonları, “CV ve ‘Personal statement’ nasıl hazırlanır?“, ‘mülakat anı, öncesi ve sonrası neler yapmalıyım?‘, tez yazarken dikkat edilecekler, makale yazarken dikkat edilecekler ve prosedür, “Hocanızla ilişkiniz nasıl olmalı?” gibi konularda bilgiler ve tavsiyelerim bulunuyor. Umarım yardımcı olur. İlgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınıza da yollarsanız sevinirim.

Ek olarak ilgili video ve tweetler:

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Biyomühendislik ve Elektronik Mühendisliği lisans öğrencilerine sunum (13 Mayıs 2020)
Brit-Iş TV’den Ergin Balabeyoğlu’na verdiğim kısa roportaj
Rafşan Çelik’le Cambridge Üniversitesinde Akademisyen Olmak ve İngiltere’de Yaşam, Kültür ve Akademik Hayat uzerine (Instagram üzerinden*) söyleşi yaptık (3:38’de başlıyor).


Ingiltere’de üniversiteler – genel kurallara uyma dışında – devletten bağımsızdır. Örneğin hepsi kendi fonunu kendi bulur, yani büyük bir şirket gibi işlerler. Fakat en büyük fon 7 senede bir devletten gelir – üniversitelerin başarı seviyesine göre. Bu da onunla ilgili bir Tweet zinciri
Kıymetli Prof. Hikmet Geçkil Hocamın da bu dokümanı tavsiye ettiğini gördüm ve mutlu oldum. Umarım faydalı olmuştur

Read Full Post »

Noam_Chomsky_portrait_2015

Günümüzden (dünyaca ünlü) Chomsky, Hawking, Dawkins ve (bizden örnek) Ahmet Altan (birazda Ilber Ortaylı), eskilerden ise Newton, Einstein, Nietzsche, Descartes, Zola, İbn Rüşd, Freud, Kant, Camus, Sartre, Orwell, Russell, Marx gibi insanlar, fikirlerine/teorilerine katılalım-katılmayalım, gerçek entelektüellerdir. (NB: Listeyi bilerek uzun tuttum; kendime göre her türden entelektüele örnek vermek için)

“And those who were seen dancing were thought to be insane by those who could not hear the music” (Nietzsche) – Türkçe tercümesi aşağı-yukarı: Ve müziği duymayanlar, dans edenleri deli sanıyordu. Bana göre entelektüel/alim/üst düzey akademisyenlerin onları eleştiren/aşagılayan cahillere karşı durumunu açıklayan en güzel cümle. Hikmet/hakikat dolu.

 

Kendime göre (sıkıcı olsa da) genel bir çerçeve çizerek başlayayım: Entelektüel insanlar (aydınlar) normal halka nazaran çok akıllıdırlar. Hatta birçogu dahidir. Fakat birçok insanın aksine bu deha/akıllarını kurnazlıga ya da para/pul kazanmak için degil, ilim/bilim/kültür ögrenmeye harcarlar. Bundan dolayı çok okur – her türden (özellikle Felsefe) kitabı okur, konuyu araştırırlar*, ve gezerler; dünyadan her tür millet/kültür/insanla tanışmayı önemserler. Fakat konumuzla ilgili olarak, bu saydıgım özellikler (genel olarak) başkaları için sorun teşkil etmez. Entelektüellerin bunlarla beraber bulunan başka haslet/karakterleri de vardır – ve asıl bunlardır çogu kez onları (genel olarak) halk nazarında pek sevecen bir konumda bulunmalarına mani olan (NB: burada suç halkın/diger insanların, entelektüel insanların degil). Entelektüellerin bu özelliklerini kendi çapım ve gözlemlerime göre aşagıda (karışık-kuruşuk bir şekilde) sıralayacagım:

  • Entelektüeller öncelikle çok meraklı ve sorgulayıcıdırlar. Açık görüşlü olduklarından, genelde insanların tabu gördügü, konuşmaktan/sorgulamaktan korktugu konuları araştırmaya özel vakit ayırırlar. Başkalarının aklına dahi gelmeyen soruları düşünüp, bunların üzerine günlerce/aylarca kafa yorabilirler. Bu da dar görüşlü insanların hoşuna gitmez. Hayatlarını üzerine kurdukları saman çöpünden temelleri yıkma tehlikesi oldugundan, sorgulayıcı insanlar her zaman ‘problem’ teşkil eder bu insanlar için. Küfrün, şiddetin, cehaletin pohpohlandıgı bir ortam da varsa, bu insanlar için bir cennete döner o ülke. Tarihte birçok aydın/entelektüel ya ülkelerinde çok sıkıntı çekmiştir ve/ya da ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılmışlardır.
  • Entelektüel geçinenle gerçekten entelektüel olanlar yan yana geldiklerinde aralarındaki görgü/bilgi/kalite farkı hemen ortaya çıkar. Evvelki tipler bunu iyi bildiklerinden, entelektüellerle yanyana/karşı-karşıya gelmekten korkarlar ve etrafına toplananları da (kötüleyerek) bu insanlardan uzak tutmaya çalışırlar. Bilgili/entelektüel insanlar kadar başkalarının haset damarını azdıran/çatlatan ikinci bir insan tipi yoktur. Bunu para, mal/mülk, şan/şöhretle dahi başaramazsınız. Okuyup/araştırıp/farklı yerleri gezip, kendini devamlı geliştiren birisi bir sene önceki haliyle dahi büyük farklılıklar gösterir. Bunları yapmayan ise 20 yaşında nasıl birisiyse 50 yaşında da aşagı-yukarı aynı insandır. Aynı hata/yanlışları tekrar eder.
  • Hiç bir konuda kolay kolay kesin konuşmazlar. Olayları sadece siyah ve beyaz olarak görmezler ve hayatta gri hatların çok fazla bulundugunu bilirler. Ornegin aşırı-sag medya ve halkın önemli bir kısmından gelen o kadar baskıya ragmen ve kendileri ateist ya da başka bir dine mensup olsalar dahi “müslümanlar” ve “terörist” kelimelerini yanyana getiren bir entelektüel görmezsiniz. Cünkü olayın dinden/inançtan çok fakirlik, cehalet, savaş, hukuk/adalet yoksunlugu gibi diger faktörlerden etkilendigini bilirler. Bilmeyen ise fikrini beyan etmeden önce araştırıp, ögrenir.

Hayatta çogu (sosyolojik, biyolojik, psikolojik) olgunun kompleks oldugunu kavrayan bir insan, hiç bir kavrama “siyah” ya da “beyaz” diye bakmaz. Siyah-beyaz bakanları bir defa kandırmanız yeterli olacaktır; ve özellikle popülist liderler bunu çok iyi anlamışlardır ve (tabiri caizse) “mallarını iyi bilirler”. Ornegin “vatan elden gidiyor”, “ben gidersem başınıza kafirler/Ermeniler gelir”, “ezanlarımızın susturulmasına izin vermeyin”, “müslüman kardeşlerimize sahip çıkacagız”, “vatan hainleri hep okumuşların arasından çıkıyor” gibi basit/içi boş argümanlar, bizim halkımız gibi dini istismara çok açık, yıllarca ezilmiş ve ezik hale getirilmiş, devamlı “eski günler”in geleceginden korkan ve günü kurtarmaya bakan toplumlarda çok etkilidir. “Öteki”nin “siyah” olduguna bir defa inandırırsan ve halkı bu konuda kandırırsan, ömür boyu kazanırsın – ta ki başkası çıkıp bir gün senin “siyah” oldugunu gösterene dek. Oysa kompleks düşünebilen ve analiz yetenegi yüksek olan toplumlar/kişileri kandırmak (ya da ikna etmek) için daha yaratıcı argümanlara, somut başarılara ve transparanlıga ihtiyaç vardır. Bu da popülizm ve “ver mehteri/gazı” metodu ile işini yürütenlerin hoşuna gitmez.

  • Duygusal davranmazlar. Her daim akl-ı selim davranırlar. Bu da hemen-anında, (aşırı sagcılar ve dinciler gibi) ikna etmeden bir sonuca varmak isteyenleri çıldırtır. Örnegin Anadolu’da I. Dünya Savaşı sırasında devlet eliyle yapılan Ermeni katliamına karşılık “ama Ermeniler de bize saldırmış” denince, “Ha; tamam o zaman!” demezler. “Tamam haklı olabilirsin ama once bir anlat bakalım: Spesifik olarak kim kime, nerede, nasıl saldırmış? Bu saldırılara karşılık yapılan operasyonlarda öldürülen/sürülen Ermeniler aynı insanlar mı? Somut belgelerin var mı?” cevabı karşısındakini zor durumda bırakabiliyor.
  • Cogu zaman, örnegin bir tartışma oldugunda, iki “taraf”ın da istedigi cevabı vermezler. Dosta da “acı” (gerçekleri) söylerler; (danışan) tanımadıkları insanlara da. Kendilerini begendirme (“insanlar beni sevsin”) gibi bir dertleri yoktur. Belki de entelektüel potansiyeline sahip insanların en büyük trajedisi, cahillere kendini begendirme sevdasıdır. En samimi arkadaşları/aile/akrabaları dahi bir bilgi getirdiginde sorgularlar. Bazen “belki masumdur” diye “şeytanın avukatlıgı”nı dahi yapmaya hazırdırlar. Çünkü o kişinin/grubun ‘şeytan’ olup olmadıgı elde olan bilgiyle 100% kesinleşmemiştir. Ayrıca şeytanlaştırılanların çogu zaman ‘sesini duyuramayanlar’ ve/ya ‘ezilenler’den olduklarını bilirler – tarihte de çok örnekleri vardır çünkü. Bu da kendilerini halk (ve tanışları) nazarında popüler yapmaz; hatta belki kendilerinin dahi bu ‘şeytani’ grupların ‘sempatizan’ı olarak yaftalanmalarına yol açabilir.
  • Bir işi/projeyi analiz ederken somut kavram/kriterler üzerinden degerlendirirler. Bu da işlerini “ver mehteri/gazı” metoduyla ilerletenlerin hoşuna gitmez. Fakat halk çogu zaman bu tiplere daha çok kıymet verir – çünkü duymak istediklerini söylerler. Kahvehanelerde atıp-tutan adamlardan tutun, devletin en yüksek yerlerini (liyakati olmadıgı halde) işgal eden milletvekillerine kadar hayatın her alanındaki popülistlerin “kuru sıkı” argümanlarını hemen çürütürler. Diger insanlar gibi onların büyülerinden etkilenmezler. Bu da onların düşman görünmesi için yeterlidir, çünkü olaylara futbol takımı tutar gibi bakmazlar.
  • Dedikodu ve teyit edilmemiş bilgilere kafa yormazlar. Istedikleri cevapları alamadıkları için dedikoducu insanlar da zaten bu insanlardan uzak dururlar. Hatta kurdukları dedikodu halkalarında kötülerler…
  • Standartları yüksek oldugu için başkalarının çok memnun oldugu proje/durum/halleri dahi eleştirebilirler. Kolay kolay memnun edemezsiniz. Cünkü gozleri hep “potansiyel olarak ne yapılabilir?”dedir. “Büyük” resmi gördugunu herkes iddia eder/ediyor ama çok yönlü olmadan, her türden alanda araştırma yapmadan konuşan insanlarınki sadece lafta kalır. Bu da yaptıgı ufak işler için büyük (ve sürekli) övgü bekleyen ve eleştiriye gelemeyen insanların hoşuna gitmiyor.
  • Yaptıkları (büyük) iyilikleri (dahi) kimseye anlatmazlar. Etraflarında onları sevmeyen/haset eden insanlar ise anca dedikodularını yaparlar: “kimseye faydası dokunmuyor ama oturdugu yerden herkesi eleştiriyor.”
  • Herşeyden önemlisi entelektüel insanların bir duruşu vardır ve bunu hiç birşeye karşılık, hiçbir şartta degiştirmezler. Para/şan/şöhretle satın alınamazlar. Bundan dolayı hürdürler ve çıkar çatışmaları (conflict of interest) yoktur. Fikirleri için kimseye hesap vermek zorunda hissetmezler ve fikirlerini istedikleri gibi söylerler.
  • Bir konuda fikir beyan etmeleri ya da şimşekleri uzerlerine çekmeleri için başlarına birşey gelmek zorunda degildir. Durduk yere başlarını belaya soktukları çok olur. Ornegin (en geniş manasıyla – LGBT gruplarından tutun, müslümanlara kadar) mazlum/ezilmiş gördükleri insanları/grupları savunurlar ve bu devlet “büyük”lerinin ve takipçilerinin hoşuna gitmez – onları savunmaları için kendilerinin de mazlum olmalarına gerek yoktur (belki de onları başkalarından ayıran en önemli özellik bana göre), çünkü entelektüel bir sorumlulukları (intellectual responsibility) oldugunu bilirler. Emile Zola ve Alfred Dreyfus olayı buna çok güzel bir örnektir. Durduk yere tüm Fransa’yı karşısına almıştır.
  • Hiciv yapma yetenekleri (ve espri kabiliyetleri) çok yüksektir. Yazdıkları, eleştirdikleri insanların hoşuna gitmemesinin yanı sıra, belli bir seviyenin üstünde oldugundan birçok insan da ne söylemek istediklerini anlamayıp, negatif tavır takınabiliyor.
  • Makam dertleri yoktur. En iyi yerleri hak etseler de hiçbir bir makama talip olmazlar. Fakat o makamlarda oturanlar (ya da gözü olanlar) kesinlikle “bu adam/kadın benden daha fazla hak ediyor” deyip yerlerini bırakmazlar.
  • Bazıları çok sıkıntı çekmiş olmalarına ve geldikleri yerlere kolay gelmemelerine ragmen, ezik degildirler. Bundan dolayı ezik insanların hemen hemen hepsinde bulunan haset gibi hastalıkların damlası dahi yoktur (konuyla ilgili Eziklik semptomatolojisi isimli yazıma göz atabilirsiniz).
  • (Cok akıllı oldukları ve) Kelime dagarcıkları çok zengin oldugu için söylediklerinin/yazdıklarının anlaşılması birçok insana zor gelebiliyor. Başkalarının kendilerini anlaması için seviyelerini düşürme gibi bir dertleri de olmadıgından, bu insanları irite edebiliyor. Bazı (hasid) insanlar için ise bu neden dahi onları aşagı çekmek için yeterli: kendilerine karşı “kendini begenmiş/birşey sanıyor”, “burnundan kıl aldırmıyor”, “halktan degil/halkı anlamıyor”, “sanki kansere çare bulmuş gibi konuşuyor” gibi cümleleri çok kullanırlar.

Bu sebeplerden dolayı (genel olarak) insanlar entelektüelleri sevmez/sallamaz ve degerleri çogu zaman hayattayken bilinmez. Cogunluk onların hakkını vermek istemez. Öldükten sonra kıymeti bilinenler dahi çok azdır. “Sen nerden biliyorsun?” diyorsanız, “entelektüel” ya da “entelektüel gibi” diyebilecegim arkadaş ve Hocalarım oldu – ve onları gözlemledim kendi çapıma göre.

 

*Ilk başta saydıgım özellikler birçok akademisyende de vardır. Fakat çogu akademisyen entelektüel degildir – özellikle bizim ülkemiz gibi entelektüel kültürün oluşmamış/oturmamış oldugu ve popülistligin hala çok ekmek yedirdigi ülkelerde yetişenler. Bu yüzden müslüman entelektüellerin sayısı Batı’ya nazaran oldukça azdır. Ingiliz milleti bu konuda çok güzel bir örnektir; ve çogu Ingiliz akademisyen en azından “entelektüel gibi”dir. Yukarıda saydıgım birçok özelligi barındırırlar.

 

PS: Entelektüeller güzel sanatlar ve müzikle de çok ilgilidirler. Fakat konumuzla ilgili olmadıgı için yukarıda belirtmedim.

PPS: Konunun başlıgı Brexit referandum (2016) oylamasından önce (popülist) Ingiltere Adalet Bakanı Michael Gove’un “people in this country have had enough of experts” demesinden etkilenerek ortaya çıkmıştır. Bizde de bu tarz popülist söylemler çok sık kullanılır ve maalesef halkın hiçte azımsanmayacak bir kısmından itibar görür. Maalesef Ingiliz milletinin içinde de Ilber Ortaylı’nın deyimiyle (TR’ye göre nispeten daha az olsa da) **”kasabalı” ya da Marx’ın deyimiyle ***”lümpen” diye tabir edebilecegimiz ciddi bir topluluk var; ve bu tarz sözler onlarda da makes bulmaktadır. Brexit’in (ve dünyada buna benzer diger duygusal ama mantıksız kararlardaki) en büyük sebeplerinden birisi de bu insanlardır. Bu iki tip insan grubunun kesin ve keskin inanışları vardır. Senin de onlar gibi yaşamanı beklerler; ve kendi kriterlerine göre hakkında hüküm verirler (“agzinin payini” verirler). Entelektüel insanlar ise bu tipler tarafından sevilme/sayılmayı hiç önemsemedigi ve onlar gibi yaşamadıgı için her türlü ithama maruz kalabilirler (e.g. vatan haini, okumuş ama adam olamamış, boş işlerle ugraşan tipler)

 

**Hiçbir entelektüel birikimi ya da kayda deger zirai/ekonomik/sanatsal üretimi olmadıgı (hatta dogru-düzgün bir CV’si dahi olmadıgı halde) gözü devlete “kapak atıp”, memurluk ve/ya da önemli makamlarda olan tipler

***TDK’ya göre: içinde bulunduğu toplumun kültürüne yabancı düşen, sözde bilgili tutum ve davranışlarıyla itici olan; mensup olduğu sınıfın insanlarından kendini üstün göstermeye çalışan, bu yolda itici tavır ve tutum sergileyen, büyük bölümü işçi sınıfından (ya da ayak takımı tiplerden) oluşmuş insanlar. Bunlara iyi bir örnek sonradan görme siyasal islamcılardır.

Read Full Post »

logical-fallacies

Millet olarak tartışırken çok sık işledigimiz mantık hataları (logical fallacies). Benim de başımdan sık geçen üç-beş tanesini bu yazımda kaleme alacağım

Asıl olaya geçmeden, kısa bir giriş yapalım: İngiltere’de büyüdüm ve buralarda her türden, her milletten insanla tanıştım. Nispeten, buradaki akademik camiada da kendime bir yer edindim ve birçok yabancı akademisyen/araştırmacı arkadaş edindim. Burada yaşadığım süreç içerisindeki gözlemlerimle de şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: bizim insanımız kadar ‘bir tartışma nasıl yapılmalı?’ hiç bilmeyen ve karşısındaki insanı aşağı çekme/itibarsızlaştırma konusunda maharetli ikinci bir millet bulmak zor – sadece, bize çok benzeyen diğer Orta Doğulularla yarışıyoruz bu konuda. Normal halkı geçtim; “mürekkep yalamış” insanımız da aynı problemden muzdarip.

Bu konuda birçok trajikomik anekdot paylaşabilecek akademisyen arkadaşım var. Benim de başıma çok sık gelen bir-iki örneği burada paylaşmak istiyorum: İngiliz eğitim sisteminde (nispeten, yaşıma göre) başarılı olmuş, 28 yaşında bir akademisyenim. Genç olmamın, benden daha başarılı, tecrübeli ve makamı yüksek olan Ingiliz meslektaşlarım ve/ya da hocalarım arasında hiç bir önemi yok. Söylediklerim/sorularım mantıklıysa (mantıksız konuşmamaya calışıyorum), benim fikrimi/sorumu bir Profesörün fikrinden/sorusundan ayrı tutmuyorlar. Lakin, Türkiye’de yetişip, buralara gelmiş meslektaşlarımın çoğu için aynısını söyleyemeyeceğim (istisnalar da yok degil Allah’tan. Onları tenzih ediyorum buradaki söylemlerimden). Maalesef çoğu kendilerini hala Türkiye’de sanıyorlar ve oralarda yaptıkları yanlışları ve kurdukları hiyerarşik yapıları buralarda da devam ettirmek istiyorlar – karşısındakini hiç bir şekilde ikna etme ihtiyacı duymadan.

Örneğin:

1- Bir konu üzerine tartışma oluyor ve konuyla ilgili bir-iki hatalarını ve/ya da Ingiltere de bu işlerin böyle olmadığını söylüyorsun:

Biz de biliyoruz bu işleri”, “ben 3 yıldır İngiltere’de yaşıyorum”, “Master/doktoramı Avrupa/Amerika’da yaptım”, “şurada konferansa gittim” gibi sözler sarfedip geçiştiriyorlar. Çünkü kendileri (her) konuyla ilgili herşeyi biliyorlar ve senin gibi “ukala gençler”den öğrenecekleri çok birşey yok.

2- Ortadaki bir sorunu (İngiltere’deki) konjönktüre en uygun ve etkin şekilde çözelim diye fikir beyan ediyoruz:

Her kafadan ses geliyor. Bize bu dönemde sorgulamadan iş yapacak adamlar lazım”ı tekrar tekrar duymaktan insana gına geliyor. Istiyorlarki karşılarındaki “yetenekli ama daha yolun başındaki” gençler “hadlerini bilsin” ve her dediklerini yapsın; hiçbir şekilde “şunu neden böyle yapıyoruz?” diye sorgulamasın.

3- Konuyla ilgili gördüğün bariz hataları, baktın sakince anlatınca anlamıyor/dinlemiyorlar, biraz sert bir dille söylüyorsun:

Samimiyetsiz bir şekilde “Tabi arkadaş genç; onu da anlamak/dinlemek lazım” deyip, kendi aralarında sana “meczup/kanser hücresi” muamelesi yapıyorlar. Daha anlayışsız, cahil ve/ya da görgüsüz olanları ise, söylediklerini kişiselleştirip, direk kişiliginize saldırıyorlar.

4- Önemli bir detaya parmak basıyorsun:

Detaylara takılmamak lazım“, “mükemmeliyetçilikten vazgeçmeli; o zaman hiçbir iş yapamayız” gibi cümleleri yağdırıyorlar üzerine.

5- Yapılmak istenen işe atılmadan “bir ön çalışma başlatmalıyız” diyorsun:

Ya Hu biran evvel başlamalıyız. Kervan yolda düzülür” cevabını alıyorsun. Bir-iki ay sonra herkesin hevesi kaçınca (“gaz bitince”), iş ortada kalıyor ve o kadar emek boşa gidiyor. Oysa başta biraz sabır gösterip, hazır bir şekilde yola çıkılsa daha uzun soluklu projelere imza atılabilir. Maalesef, “dostlar alışverişte görsün” mantığı da hakim birçogumuzda.

6- On tane şeyden bahsediyorsun; aralarından birisi bir tanesine takılıp, onun üzerinden senin tüm soylediklerini heba etmeye çalışıyor. Diğerleri de “dur arkadaş; söyledikleri mantıklıydı” demiyor. Çünkü hakikati bulmaktan çok, herkes kendi fikrini kabul ettirme derdinde. (not: Felsefe’deki mantık hataları/logical fallacies kavramlarına her akademisyen/araştırmacı/yazarın bakması lazım bence)

 

Anlatamıyorsun maalesef. Eğer İngiltere akademik/bilimsel arenada (futbol tabiriyle) ‘Premier League’se, Türkiye maalesef (çok genel olarak konuşursak) ‘3.ncü lig’. Ekstrem bir örnek olsa da, buralarda yetişmiş (son sınıf/ileri seviye) doktora öğrencisi bile bazen alanına Türkiye’deki bir Doçent/Profesör’den daha hakim olabiliyor. İngiltere’de çıkardıkları bir yayının, Türkiye’dekilerin bütün akademik hayatında çıkardığı yayınların toplamından daha fazla impact factor/etki faktörü olabiliyor. Yani bazılarının yaşları (nispeten) genç ve/ya da ünvanları düşük olsa da, Türkiye’den gelen çoğu akademisyenin (akademik çerçevede) onları küçümseyip, “ah bu hayta gençler/delikanlılar yok mu?”, **”kendisi buralarda basit bir Yardımcı Doçent/Assistant Professor” gibi tavırları takınmaları doğru değil. Türkiye’de yetişen gençlerin/insanların aksine kendilerine çok güvenen, araştırdığı konularda kimseye “eyvallah”ı olmayan, belli bir standardın altında (baştan-sağma, amatör) iş yapmaktan kaçınan, aklını duygularının önüne koymayı becermiş kişiliklere sahip oluyorlar.

Yine bizdekinin aksine, İngiltere kültüründe yetişmiş bir akademisyen/araştırmacı bilmediği, araştırmadığı konularda fikir beyan etmez. Bu yüzden bir konu hakkında konuşuyorsa, çoğu kez söylediklerinde bir mantık vardır. Fakat Türkiye’de genel olarak işler liyakatle değil de ünvanlarla ilerlediği için, buralara Türkiye (ya da Orta Dogu)’den gelen akademisyenlerde “ben Doçent/Profesörüm, bu da basit bir araştırma görevlisi” tavrını gözlemlemek çok zor değil. Bundan dolayı kendi fikirleri, eğer kafalarında şekillendirdikleri ‘hiyerarşi’de aşağılardaysan (hele bir de gençsen), senin fikrinden çok daha önemlidir – konunun ne olduğu ya da liyakatinin olup-olmadığı farketmez. Bu (hak edilmemiş*) kibirlerinden (ve bir çoğunun da ekstradan, aşağılık kompleksinden) dolayı ne kadar anlatsan da, bu yazdıklarımı anlamaları zor görünüyor.

Kısaca toparlamak gerekirse: Gençsen, çocuk muamelesi görüyorsun. Kadınsan, “bunun ne işi var bu kadar erkeğin arasında?” bakışları arasında boğuluyorsun. Ünvanın düşükse, adam yerine konmuyorsun (konuyla ilgili bilgi/tecrübenin çok önemi yok). Gurbetçiysen, “tabi kultürümüzden/ülkemizden uzak kalmış” tabirlerine maruz bırakılıyorsun. Bir gruba yeni katılmışsan, “sen giderken biz dönüyorduk oğlum”un muhattabı oluyorsun. Bir sorunun çözümü adına (sakin/aklı selim bir şekilde) fikir beyan ederken ağlayıp-sızlayıp, görmek istedikleri kadar duygusal davranmıyorsan, “sen bu işin ızdırabını çekmiyorsun!”, “sen bilmezsin; biz neler yaşadık!” cevaplarını alıyorsun; sorunu konuşma/çözme yerine, arabesk bir mağduriyet yarışması başlıyor – “’hangimiz daha çok sıkıntı çektik?’ anlatalım da görelim” yarışması… Maalesef, sen de çıldırdığınla kalıyorsun; ve çoğu kez “o kadar işimin arasında bir de sizinle mi ugraşacağım?” deyip aralarından ayrılmak zorunda kalıyorsun.

Artık “akıl yaşta degil, baştadır” gibi atasözlerimiz sadece lafta kalmamalı; her işi ehline bırakmayı (daha doğrusu bırakabilmeyi) öğrenmeliyiz. Ehil olan kim olursa olsun…

 

*”Hak edilmemiş” tabirini kullandım çünkü alanlarında çok büyük başarılara imza atmış ve/ya da dünyaca ünlü olsalar, yine yakışık almasa da, bir nispet anlayacağım kibirli davranmalarını.

**Bir defasında misafir akademisyen olarak ugradıgım bir Türk üniversitesinde dekan olan bir Hocaya, benim hakkımda telefondan “önemli biri mi?” diye soruldugunda “yok ya; asistan” dedigini duydum. (Soranda da, cevap verende de) Seviye bu işte – ki asistan da degildim. Ayrıca o yaşımda kendisinden daha fazla yayınım ve atfım vardı.


Istişare kuralları

PS: Ingiliz kültürüyle ilgili gözlemlerimi karaladığım Ingiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazıma da göz atabilirsiniz.

PPS: Bazı şeyleri söylerken, onları iyi/halis bir niyetle, “kendini begenmiş/ukala”ca davranmadan söyledigini ispat etmen çok zor. Karşındakinin ne düşündügünü kontrol edemiyorsun. Ama insan böyle görünme pahasına dahi bilgi ve tecrübesinin hakkını vermeli. Ben de çapım yettigince her girdigim ortamda “kötü olma” pahasına dahi olsa yanlış ya da daha iyi yapılabilecegini düşündügüm konularda fikrimi beyan ediyorum. Fakat en çok kızdıgım/kendimi tutamadıgım zamanlar, ortalıkta liyakatli insanlar varken, “onun gözünün üzerinde kaşı var“, “bizden degil“, “o da kim? daha çömez o“, “biz ne yaptıgımızı biliyoruz, kendisine ihtiyaç yok“, “ama üslubu kötü” gibi sebeplerle işin ehline verilmedigini gördügüm zamanlar (hatta bence insanlara devamlı “üslubun kötü” diyen insanları hayatınızdan çıkartın – hiçbir şey kaybetmezsiniz). Maalesef ne zaman “bu konuda işe başlamadan önce, şurada şoyle bir hocamız/arkadaşımız var; ona da bir fikir danışalım” dedigimde bizim insanımız tarafından çok sallanmadıgımı gördüm. Oysa o insanlar, Ingiltere gibi dünyada en üste oynayan ve inanılmaz bir rekabet ortamı olan bir ülkede bir akademisyen/araştırmacı olarak çok başarılı olmuşlar. Başarılı olmalarını saglayan en önemli faktörler de, tipik Türk insanının aksine, (i) bir işe başlamadan önce ön-çalışma/araştırmaları yapmaları ve gerekli rapor/makaleleri okumaları, (ii) kendilerine en iyi şekilde yardımcı olabilecek insanları tespit etmeleri, ve (iii) kendilerini devamlı geliştirme ve yenileme adına sistematik bir yaklaşım/metot geliştirmeleri. Bu sayede hem başarılı oluyorlar, hem de uzun vadeli projeler üretebiliyorlar. Yani kendilerinden ögrenecegimiz çok şey var.

Ozellikle bizim insanımızın “ben yapayım” hastalıgı, birçok işin yarım-yamalak ve/ya da kısa vadeli bir vizyonla yapılmasına sebep oluyor. Sadece işler sarpa sardıgında çıkıp sana geliyorlar; sen de, içinden kızsan da, yine insaniyet namına kendilerine yardımcı oluyorsun. Aslında onlara da bu sayede kötülük yapıyoruz çünkü sen işi düzeltince, yaptıkları hatalardan ders almıyorlar ve bir süre sonra yine eski hallerine geri dönüyorlar. Yine ne arayan var, ne de bir fikrini soran.

Read Full Post »

Birçok kez şuurlu (farkında olarak, özellikle babam), ama çogu kez de farkında olmadan anne-babam bana (ve kardeşlerime) birçok hayat dersi vermeye çalıştılar; ve verdiler/ögrettiler. Istemek/çalışmak ayrı, başarmak apayrı… Bazı anne-babalar çocuklarını küçümseyip “anlamazlar” sanıyorlar, fakat çocuklar her zaman anne-babalarını gözlemlerler; ve çogu kez taklit ederler. Cocukken yaptıklarımız – zorla, sevdirilmeden ve/ya anlatmadan yaptırılmamışsa – sonradan karakterimizi etkiler; ve “kişi 7’sinde neyse, 70’inde de odur” deyimi çogu kez dogru çıkar. Ornegin çocugu döverek/zorla terbiye etmeye kalkarsan, yarın büyüyüp, size ihtiyacı kalmadıgında anne-babanın tüm ögrettiklerini terk edeceklerdir. Hadi o zaman da döv; tabi dövebiliyorsan!

Bu yazıyı sadece kendi gözlemlerimi paylaşmak için yazıyorum (tum önceki yazılarım gibi). Isteyen istedigini alabilir…

Babamla başlayacagım…

1- Ben kendimi bildim bileli kimsenin malında, parasında, makamında gözüm olmadı. Kendi işime-gücüme baktım; başarılı olmak için çabaladım ve Allah bana birçok insana nasip etmedigi başarıları (ve nimetleri) nasip etti. Bugün anlıyorum ki bunun babamın bize helal para yedirmesiyle birebir ilişkisi var. Ama gerçekten (tabiri caizse) kılı kırk yararak yaşadı; ve ‘gerçekten helal’ yedirdi. Yoksa sorsak herkes “çocuklarıma helal lokma yedir(iyorum)dim” der, ama kaç tanesi gerçekten helal yediriyordur, sayıları nispeten çok azdır kanaatimce. Mesela kişi ‘iş-veren’se, kaç tanesi işçisinin hakkını tamamıyla veriyordur. Işçi ise, kaç tanesi işini gerçekten düzgün bir şekilde yapıyordur. Kaç tanesi torpil yapmadan, hak ederek bir yerlere girmiştir (ya da haketmedigi bir iş için birilerini aracı etmiştir)? Konumuz bu olmadıgı için uzerinde fazla durmayacagım. Vicdanında herkes biliyor bu soruların cevabını – en önemlisi de Allah biliyor! Insan helalinden kazanınca, hem dünyevi manada, hemde vicdanen mutlu oluyor. Kanaat etmeyi, işini dürüst yapmayı, kimsenin hakkına girmemeyi, Allah’tan başka kimseye dünya namına veremeyecegin bir hesabının olmaması; bunlar çok önemli şeyler! Hayatdaki en önemli şeyin ‘mutluluk sahibi olmak’ oldugunun, ve bunu da ancak helalinden (dürüst) iş yaparak kazanabileceginin canlı şahidi oluyorsun.

2- Babam bize bunun kadar önemli başka bir şey ögrettiyse, o da sadece çok çalışarak önemli yerlere gelebilecegimizi ögretmesidir. Yurt dışında da yaşasan, fakir de olsan, farklı bir dinden-dilden-görünüşten de olsan, hakeden adamın önünü kimsenin alamayacagını ögretti. “Hakkım yeniyor” diye aglayıp sızlama yerine, gerçekten işe yarar bir adam olursan, kimse senin yerine başka ‘işe yaramaz’ bir adamı tercih etmez. Bir yerde olmazsa, başka yerde mutlaka alırlar. Bundan dolayı çok çalıştım; başkalarından fazla çalıştım; ve Allah’ın da izniyle hep başarılı oldum.

3- Babam ayrıca kimsenin evde sigara içmesine izin vermezdi – yaşlılara ve kendi kardeşlerine bile. (Ben ve hiçbir kardeşim sigara içmez.)

4- Amcalarımın/büyüklerimizin bizimle ilgilenmek ve bizi güldürmek için yaptıkları fakat kandırmalı şakalarına bile ciddi bir şekilde karşı çıkardı. Mesela bir parmagını gösterip “bu hangi sayı?” diye sorarlardı. Tabi “bir” derdik. Sonra iki parmagını birleştirip, “peki, bu hangi sayı?” diye tekrar sorarlardı; biz de “iki” derdik. Fakat amcam “hayır, bu ‘kalın-bir’” derdi. Biz de şaşırırdık. Fakat bunu babam gördügünde onlara dönup “çocukları kandırmayın” der, sonra da bize dönüp “hayır kızım/oglum, siz dogrusunuz; evet bu da ‘bir’” derdi.

 

Anneme gelecek olursak…

Babam genellikle, çocukluk yıllarımızda bizimle fazla (istedigi/istedigimiz kadar) ilgilenemedi. Cünkü hem çalıştı-para kazandı, hem okudu (doktora yaptı), hem bize baktı; başkalarının işleriyle de (yardım etmek için) çok ugraştı. Cok fedakar bir insandı. Bu yüzden neredeyse hayatının her döneminde çok yogun bir hayat yaşadı.

1- Bundan dolayı bizimle genellikle annem ilgilendi; ve çocukken ne ögrendiysek çogunu annemizden ögrendik. Annemin üniversite diploması yoktu fakat kendisini çok iyi yetiştirmiş bir insandı. Babam fedakarlık ve cefakarlıkta ‘bir’se, annem (nispeten) ‘on’du. Bize okumamızı, kötü alışkanlıklardan uzak durmamız ve vatana-millete-insanlıga faydalı insanlar olmamız gerektigini bıkmadan-usanmadan anlatarak, bizim yaramazlıklarımıza sabrederek, büyük fedakarlıklar yaparak ögretti; ve bu öğretileri içimize adeta işledi. Bizimle çok yakın bir bağ kurdugundan (korktugumuzdan degil) ona karşı saygısızlık yapmaya çocukken bile uzak dururduk. Bu yüzden bize bazen ufak hatalarımızdan dolayı kızdıgında bile karşı çıkmazdık. Mesela üzerimde azıcık sigara kokusu bile olsa çok kötü kızardı. “Yok anne biz degil, arkadaşlar içti” desek te, “o zaman, o arkadaşlarından uzak dur!” derdi. Agzımızdan küfür çıksa ve/yada ‘edep dışı’ sayılacak olayları konuştugumuzu duysa hemen kızardı. Hem de çok! (Ailemizde agzı küfürlü kimse yok)

2- Fakir degildik çok şükür; evde (memur maaşıyla) tek parayı kazananın babaların oldugu her Türk ailesi gibiydi bizim durumumuzda – yani ‘orta hal’ denebilir. Fakat çok kanaatkar bir aileydik. Annem ögretti bunu da bize. Belki farkında dahi olmadan… Bunun ne kadar önemli oldugunu şimdi anlıyorum. Eger zengin/kalbur-üstü bir aileden gelmiyor ama hayatda gerçekten başarılı olmak istiyorsanız, nispeten çok çok daha az *hata yapma şansınız/hakkınız oluyor. Cok şükür bugün (genç ve nispeten başarılı bir akademisyen olarak) dönüp baktıgımda (Allah’a karşı verecek çok hesabım var fakat) dünya namına hesabını veremeyecegim bir suçum, yüz kızartıcı bir halim ya da bilerek hakkına girdigim/yarı yolda bıraktıgım bir insan hatırlamıyorum. Genç yaşıma ragmen kanaatkar olmanın ve (çapım yettigince) haramdan/kul hakkından uzak durmanın başarılarımda ne kadar büyük bir payının oldugunu yeni yeni anlıyorum. Insanlar kısa zamanda ‘köşeyi dönmenin’ peşinde koşarken, ben sabırla okudum, çalıştım, ve bir çogunun (akademik olarak) başaramadıgını başardım…

 

Ne annem, ne de babam, bizi hiç bir zaman kısıtlamadılar. Dindar olmalarına ragmen, dindar insanların çogu kez başaramadıgı ‘açık görüşlü olmayı’ başardılar; ve bize de tembihlediler. Kesinlikle “şunu-bunu yapma” demediler. “Her işin bir adabı vardır, adabına gore yapın” dediler. Babam bana hep “Mesut bey” diye hitap ederdi. Bir şey sordugumda ya da kendisine muhalefet ettigimde “ya Hu napacan?” ya da “git işine yorgunum şimdi!” demek yerine, bana anlatmaya çalışırdı. Bana hep bilginleri, bilim adamlarını ve alimleri örnek gösterirdi. Kendilerinden birşeyler ögrenebilecegim, kaliteli ve ahlaklı insanlarla tanıştırırdı. Şaka yollu da olsa, sınavlarımızda 95’te alsak, “neden 100 almadın?” diye tembihlerdi… Bu sayede belki de rehavete düşmemizi engellemeye çalışırdı.

Son olarak, annemin de, babamın da agızları hep dualıdır. Duaları sayesinde hep önümün açıldıgını gördüm hayatta. Bunun da onemini yeni yeni anlıyorum; ve herkese tavsiye ediyorum “anne-babanızın duasını alın mutlaka” diye.

Tabi “hatasızdılar” ya da “mükemmeldiler” demiyorum. Onlar da gençti; kimse onlara ‘anne-babalık nasıl yapılır?’ı ögretmedi. Onlerinde öyle çok iyi örnekler de yoktu. Hem babam, hem annem devamlı güçlü olmak zorunda kaldılar. Ne kadar güçlü de olsalar, bazen yorulmuş, bazen ‘tepeleri atmış’, ve (bize ya da birbirlerine) kendi yüksek seviyelerine yakışmayacak bir-iki davranışta bulunmuş olabilirler… Fakat kendilerini hep geliştirdiler; ve zamanla bazı şeyleri daha iyi yapmaya ve bizlere karşı daha sabırlı ve toleranslı davranmayı ögrendiler. Fakat yaptıkları tonlarca iyi iş karşısında, bir-iki ufak hatayı hatırlatmak hakkaniyetli bir davranış olmaz. Ayrıca onları eleştirmek haddime degil.

Allah onları başımızdan eksik etmesin!

*Bu durumda olmanın en büyük handikapı , arkadaşlarının çogu ‘gelecegi parlak olmayan’ tipler oluyor. Suç, kötü alışkanlıklar, cehaletden doğan ahlaksızlıklar vs. diz boyu. Allah korudu bizleri!

 

PS: Bizim kültürümüzde, genel olarak anne ‘terbiyeci’, baba ise ‘rol model’dir çogu zaman. Insana terbiye sınırlarını, adabı ve kanaati anne öğretir; baba ise çocuklarının onünü açar (ya da kapatır) ve büyük işler başarabileceklerine inandırtır onlara (ya da bu inancı bitirir ve çocuk ‘ezik’ bir tip olur)!

Read Full Post »

« Newer Posts