Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Allah’

PDF versiyonu için tıklayın:

Önemli not (13/04/20): Evrim teorisine inanan, daha doğrusu, çok kuvvetli delillerin olduğunu gören/ögrenen/bilen, bir müslüman (ilgilenenler için ‘Neden ve nasıl bir müslümanım?’ bölümü en altta) ve bilim insanı olarak bu yazıyı Şubat 2018’de (bugün yazsam biraz farklı bir dil kullanırdım ama) evrime ve evrim teorisine inanmayan müslümanlar için paylaştım. Fazla genetik terim kullanmadan, herşeyi kendimce basitleştirdim (önerilere açığım)… Teknik bilgi ve detay isteyenler en yeni evrimsel biyoloji kitap ve makalelerini okumalı. İngilizce bilenler zaten benim yazımdan ziyade direkt Richard Dawkins’in ‘The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution’ kitabını okusun.

Baştan sona (dipnotlar da dahil) okumayanlar lütfen cevap yazmasın çünkü özellikle giriş kısmı fazla basitleştirildiğinden yanlış anlaşılabilir.


02_EVOW_END
Tree of life’ (Hayat ağacı) – karşılaştırmalı DNA analizi yapılarak oluşturulmuş bir figür. İnsanlar (Homo sapiens) ‘Opisthokonts/Animals’ grubunun içinde, çünkü genomumuz ve hücrelerimiz en çok onlarınkine benziyor. Hatta bize genetik olarak en yakın türlerden biri olan şempanzelerle genetik dizilişlerimiz çok yüksek oranda benzerlik gösteriyor ve bizdeki genlerin >%90′ının aşağı-yukarı aynısı onlarda da var. Ayrıca virüsten bakteriye, bitkilerden insana kadar her canlının aynı genetik malzeme/aparat/kod olan DNA’yı kullanıyor olması hala kafamın almadığı birşey ve bu – tek bir Yaratıcının olduğuna inancımı güçlendirmekle beraber – her canlının evrimsel bir ‘aile’nin bir bireyi olduğunu da kanıtlıyor (Image source URL: evolution-textbook.org)

Nerede okudum hatırlamıyorum fakat “bir soru sana üç kez sorulduysa artık blog yazısı yazma vakti gelmiştir” gibi birşey okumuştum birkaç ay önce. Hoşuma gitmişti ve “ben de zamanım oldukça böyle yapmaya çalışacağım” diye kendi kendime karar vermiştim.

Genetik mezunu olduğum ve şimdiki araştırmalarımda da insan genetiğiyle* ilgilendiğim için neredeyse her tanıştığım (özellikle islami camiadan) insan bana evrimden bahsediyor ve fikrimi soruyor. Belki de 30-40 defa aşağı-yukarı aynı şeyleri söyledim son birkaç sene içinde. Birçoğu cevabımı beğenmeyip bir daha yanıma yaklaşmadı ama olsun 😊 Önemli değil. Insanlara kendimi beğendirmeye çalışmayı yıllar önce bıraktım. Insanların da biraz başka fikirlere açık olması, “benim bildiklerim de belki yanlış olabilir” diyebilmesi lazım ama neyse; konumuz bu değil…

Evrim teorisi ve İslam dini/Tanrı inancı konusunda söylenecek çok şey olsa da kısaca fikirlerimi buraya dökmek istiyorum. Önce bilim dunyasındaki gözlemlerimi sıralayacağım, sonra da kendi fikirlerimi ekleyeceğim:

Gözlemlerime göre Avrupa’da biyoloji ve fizikle ilgilenen bilim insanları arasında evrim teorisine hiç inanmayanların sayısı belki de binde bir. Bunların hemen hemen hepsi evrim teorisini çok mantıklı buluyor ve (benim gibi) aralarında Tanrı’ya inananları dahi Tanrı’nın ilk canlıyı yarattıktan sonra diğer milyonlarca türü evrim mekanizmasını kullanarak yaratmış olabileceğine inanıyorlar. Evrim teorisini mantıklı bulmalarının sebebi ise “İslami” kesimden birçok kez duyduğum “vicdanlarında doğruyu biliyorlar ama nefislerine yenilmişler” gibi saçma-sapan bir sebepten dolayı değil, farklı metotlarla elde edilmiş tonlarca datayı analiz ettikten sonra (bir ’empiricist’ olarak) teorinin doğruluğuna gerçekten inanmalarıdır.

Bilimsel bir teoriyi yıkmanın yolları belli – yine bilimle. Ve korkmayın sizden, benden daha akıllı insanlar da bu teoriyi yıkmak ya da geliştirmek adına her tür soruyu sordular ve deneyi yaptılar. Fakat Evrim teorisi bu bilimsel ‘saldırılardan’ daha da güçlü çıktı.


Basit bir şekilde ‘Evrim’ nedir (sağ-alttaki)? Ne değildir (sağüstteki)? Bütün canlılarla – maymunlarla da – akrabayız ama maymundan gelmedik! Figurde de görüldüğü gibi evrim teorisine göre ortak bir atamız vardı (Source: matthewbonnan.wordpress.com).
(Not: ‘Harun Yahya’ grubunun ‘Atlas of Creation/Yaratılış atlası’ adlı bir kitabı vardı ve daha 20’nci sayfada fecaat bir evrimsel ‘ara form’ tanımı vardı orada – tabi yanlış olduğunu genetik okuduktan sonra anladım: evrim varsa, sözde bir denizyıldızı başka bir balık türüne dönüşmeliydi. Ondan esinlenerek ekledim bu figürü çünkü gençken benim de tüm bilim insanlarına karşı güvenimi sarstı bu tarz kitaplar)

Bu konudaki fikirlerime gelince; öncelikle bilim öğrendikçe bize çocukluktan dayatılan (8., 9. ve 10. yüzyıldan kalma ortodoks Sünni) din anlayışının hayat ve hakikatin karşısında bayağı basit kaldığını daha net görüyor insan. Basit bir örnek olarak: itikadi olarak Ehl-i Sünnet mezheplerden biri sayılan Eşariliğin ilk ortaya çıktığı 10. yüzyıl Irak’ına gelecekten bir (müslüman) bilim insanı gelip “Hocam aslında doğmadan çocuğun cinsiyetini öğrenebiliriz, çünkü Y-kromozomu belirliyor bir çocuğun erkek ya da kız olacağını (Allah’ın yarattığı bir mekanizma bu!)” dese ve buna karşılık “sus kafir! sadece Allah bilir ve belirler herşeyi!” cevabı verilse (ve sonra da “itikadi bozuk!” ya da “fitne yayıyor!” diye taşlansa) herhalde şaşırmayız birçoğumuz. Başka (basit ve yukarıdakinden farklı) bir örnek de ‘dünyanın ve içindekilerinin sadece bizim için yaratılmış olması’. ‘Dünya’ (biyolojik manada) kesinlikle sadece ‘bizim için’ yaratılmamış, biz dünyaya adapte olmuşuz: oksijenin az olduğu dönemde dünyada insan yoktu mesela (sonradan ortaya çıktık); ormanda iki gece yalnız kalsak bizi parçalayacak veya zehirleyecek hayvan ve böcek dolu etraf – bakteri/virus/mantar türlerini saymaya bile gerek yok; kulaklarımız bile ses dalgalarını toplayabilmek için çanak anten şeklinde; örnekleri uzatmaya gerek yok… Demek istediğim, o dönemlerde (mezhep imamları gibi) ameli ve itikadi mezhepleri/sistemleri ortaya atan/geliştiren insanlar çok değerli olsalar da bugün artık ‘mızrak çuvala sığmaz oldu’. Bilimin bulduğu-bulacağı şeylere gözümüzü kapatarak bir yere varamayız – bu mantık nihai olarak Allah’ı ve sünnetini daha iyi anlamamıza engel olacaktır.

Evrim teorisi de (ortodoks Sünni) din anlayışımızı temelden sarsan buluşlardan birisi. Bilmeyenler için biraz açıklamaya çalışacağım bu blog yazımda: öncelikle “mikro” evrimin (tırnak içerisinde yazıyorum çünkü ‘mikro/makro’ diye bir ayrım yapılmıyor bilim çevrelerinde – ama insanlar böyle ikiye ayırınca daha iyi anlıyorlar) gözle dahi görülebilen bir olgu olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Görsek de görmesek de (görmek istemesek de) her tür genetik olarak evrilir ve nihai olarak yaşadığı ortama adapte olur – adapte olmak zorunda yoksa tür zamanla yok olur. Basit bir örnek olarak insanlarda cilt rengi kullanılabilir: Siyahi insanlar nasıl yaşadıkları ortamlara (Afrika’nın güneşine) adapte olmuşlarsa, beyaz insanlar da kendi (az güneşli) ortamlarına adapte olmuşlardır. Bu basit şekliyle evrimdir. Örnek olsun diye: ilk atamız (bizim inancımıza göre Hz. Adem**) belki de siyahiydi. Fakat zamanla (belki binlerce sene sonra) soyundan gelen insanların genlerinde doğuştan cilt renklerini değiştiren mütasyonlar oluştu ve on binlerce yıllık zamandan sonra bembeyaz, simsiyah ve arası tonlarda insanlar ortaya çıkıverdi dünyanın dört bir yanında (detay). Fakat bu tarz evrim illa başka türlere yol açacak anlamına gelmez. Bu örnekte olduğu gibi siyahisi de, beyazı da (ve arası tonlardakiler de) insan. Başka bir örnek olarak geçen senenin grip aşısının bu sene işe yaramamasının sebebi de ‘mıkro’ evrim (mekanizma: Antigenic drift).

İlk Darwin’in bilimsel bir çerçeveye oturttuğu, sonraki 150 yılda daha da geliştirilen ve güçlenen ‘Evrim teorisi’ ise bu ve buna benzer gözlemleri kullanıp işi birkaç adım öteye taşıyor (“mikro” evrimden “makro” evrime). Çok basitleştirerek (avamca; ‘doğal seleksiyon’, ‘mütasyon’, ‘genetik kayma’, ‘gen akışı’ gibi teknik terimlere girmeden) söylersem, diyorki “nispeten böyle kısa zaman dilimlerinde (binlerce senede) bile evrim kendisini gösterebiliyorsa, milyonlarca (hatta milyarlarca) senede başka türlerin ortaya çıkmasına da sebep olabilir. Öyleyse ilk yaşam formlarının ortaya çıktığı ~3.5 milyar sene öncesinden başlayıp bugünlere doğru gelen hızlandırılmış bir film izleyebilsek, şu anda gözlemlediğimiz her canlı türünün o (bakteri gibi tek hücreli) tek atadan evrimleşerek meydana geldigini görecegiz.” Bu hipotezi desteklemek için sadece bir örnek verecek olursam: Bir kara parçası olarak ~88 milyon sene önce Hindistan altkıtasından fiziki olarak ayrılan Madagaskar adasında bulunan on binden fazla bitki türünün %90‘ından fazlasının dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamasının sebebi (“makro”) evrimdir – yani uzun zaman (milyonlarca yıl) boyunca genetik karışım olmadığı için Madagaskar’a adapte olan bambaşka türler oluşmuş.

Şimdi gördügümüz ya da çoktan yok olmuş milyonlarca tür arasındaki ilişkilerin tartışmaya açık spesifik tarafları olsa da – ki elinize düzgün bir evrimsel biyoloji (evolutionary biology) kitabı/makalesi alsanız bunları sıralarlar – bilimsel bir şekilde evrim teorisine toptan karşı çıkmak imkansız hale gelmiştir. Hatta bir adım öteye gidersem, evrim teorisine artık hakikat gözüyle bakan bilim insanı sayısı böyle bakmayandan kat kat daha fazla (“aslında simülasyonda yaşıyoruz” vs. diyenleri de katıyorum bu ikinci gruba). Batıda üst düzey bilim insanlarıyla hemdem olmamışlar için yazıyorum: Bu insanların çoğu inanılmaz akıllı ve açık görüşlü insanlar – hiçbiri laf olsun diye ‘evrimci’ olmuyor. Yazdıkları makaleleri anlamaya kalksak çoğumuzun ilk paragrafta başı ağrır. Fakat genellersem “Orta Doğulular” (ya da müslümanlar) olarak komplo teorilerini çok seviyoruz ve çok kaliteli insanları dahi karalamayı ve aşağı çekmeyi becerebiliyoruz. İnternette bir sürü komplo teorisi yayan sitelerde görebileceğiniz gibi “aslında Tanrı’nın var olduğunu biliyorlar ama ruhlarını Şeytan’a satmışlar; ondan evrim teorisini insanlara pompalıyorlar” tarzı palavralara inanan çok maalesef.

Bilim insanları ellerindeki bulgulara göre evrim teorisine inanıyorlar ve bu teoriyi bir “bilimsel model” olarak kullanıyorlar. Ayrıca Darwin’in 1859’da ilk defa ortaya attığı ‘Evrim teorisi’ de zamanla tabir-i caizse ‘evrilmiştir’ ve bugüne kadar yapılan genetik, paleontolojik, biyokimyasal çalışmalarla bambaşka bir hal almıştır. Yani ‘Harun Yahya’ ve benzeri sözdebilimci/bilim düşmanı grupların sık yaptıgı gibi “Darwin yerle bir edildi!” deyip bunu “evrim teorisi yerle bir edildi!” anlamına getirenlere kanmayın. İngilizler atalarına büyük saygı gösterirler ve Darwin’in ~150 sene önce söylediği birçok şeyin şimdi yanlış olduğu bilinse de, müthiş bir bilim adamı ve biyolojinin her alanına katkısı çok büyük olduğundan, sonraki bilim insanları saygılarından birçok önemli buluşu hala Darwin’e atfeder. Bu yüzden evrimsel genetik alanındaki gelişmeleri fazla takip edemeyen birisine de evrim teorisi sanki hala Darwin’in söylediği versiyonuyla kalmış gibi görünebilir. Evrim teorisi her zamankinden daha güçlü ve neredeyse yıkılmaz (bilimsel) surlar arkasında. Evrim teorisinin yanlış çıkması bilim tarihinin açık ara farkla en büyük şoku olur – bunun için binlerce makalenin yalan/yanlış cıkması gerekir ki böyle birşey imkansız, çünkü bu araştırmaları yapan sadece bir insan ya da grup degil; onlarca farklı ülkeden, yüzlerce farklı alandan (genetik, paleontoloji, veri bilimi, biyokimya) uzman yayınlıyor bu makaleleri.


Evrimi tam anlamayanların en büyük hatalarından biri de türlerin devamlı daha da kompleksleşmesi ve “mükemmelleşmesi” gerektigidir. Böyle birşey yok. Sadece bir örnek olarak Pandalarla ilgili bu (ingilizce) videoyu izleyin. Sadece Panda bile bizim “mükemmellik” anlayışımızla Allah’ın “mükemmellik” anlayışının çok farklı oldugunu gösteriyor. Panda da farklı bir “sanat” ama düz bir insan olarak baktıgımızda (haşa!) hataları çok: tüm gün bambu yiyor ama doğru düzgün sindiremiyor bile. Bu yüzden tüm gün yemek yemek ve kaka yapmak zorunda. Fazla enerjisi olmadığı için de yemek yemenin dışında günlerini uykuda geçiriyorlar.

Ben de yaklaşık on senedir genetik alanındayım ve genetikle ilgili okuduğum akademik makale/kitap sayısı bini geçmiştir. 18 yaşında, Türk insanının birçoğu gibi, evrime kesinlikle inanmayan birisi olarak çıktığım bu yolda, şimdi otuzuna dayanmış ama evrim teorisinin (çok çok yüksek ihtimalle: %99.999…) doğru olduğuna inanan birisi olarak devam ediyorum. Bunları söylerken de beş vakit namazını kılan ve Allah’ın varlığına tüm kalbiyle inanan birisi olarak söylüyorum. Bu konuda degiştigimi de söylemekten hiç gocunmuyorum. Banal olacak ama insan devamlı öğrenmeli ve inançlarını yeni bilgiler doğrultusunda sorgulamalı. Ama insanların çoğu “benim inançlarım doğru çıkmalı!” gözlügüyle bakıyor olaylara ve yanlış olma ihtimalini dahi düşünmek istemiyor – çünkü “bugüne kadar bildiklerim (büyük ihtimalle) yanlışmış” deme cesareti çok az insanda var. Benim öyle bir derdim yok; olmadı.

Evrim teorisi konusunda neden böyle düşündüğümün sebeplerini de kısaca sayarsam: Birincisi, Allah bizi (bilimle, fosillerle vs.) kandırmaya çalışmaz. Ikincisi, ne Kuran’da ne de hadiste, ilk insanların (Hz. Adem ve Havva’nın) yaratılışıyla ilgili mahiyetini tam olarak bilmediğimiz detaylar bulunsa da, insandan önceki canlılarla ilgili neredeyse hiçbir şey yok. Popülasyon genetiği alanındaki araştırmalara göre (modern) insanlar son 150-200 bin senedir bu dünyadalar. İlk canlıların ~3.5 milyar sene önce ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, insanların dünyada bulunma süreleri bazı türlere nispeten çok kısadır. Eskiden olup da şimdi aramızda bulunmayan bir sürü canlının fosili bulundu (dinazorlar, trilobitler, Neandertallar gibi) – ve eldeki milyonlarca fosile bakıldığında, en geçmiş zamandan şimdiye doğru bir film şeridi gibi canlıları izleyebilsek, ilk canlıların gittikçe daha türlü hale geldiğini ve çogunun kompleksleştiklerini göreceğiz***. Din konusunda uzman değilim fakat bununla ilgili de hiçbir ayet veya hadise rastlamadım (yani “Allah milyarlarca sene önce tek hücreli canlıları yarattı; sonra şunları; sonra da dinazorları…” gibi. Bilen varsa yazsın lütfen). Bütün bunları ve evrim teorisini destekleyen bulguları**** birleştirince Allah’ın bildiğimiz-bilmediğimiz tüm canlı türlerini evrimi kullanarak yaratmış olduğuna inananlardanım.

Benim bir bilim insanı olarak amacım hakikati araştırmaktır – her insanın da böyle olması lazım ama çoğumuz bir şeye inandık mı hakikate dahi gözümüzü kapatıyoruz. Bilime gözünü kapatan, Allah’ın en önemli eserlerinden biri olan ‘kainat kitabı’na da gözünü kapatmıştır. Bilim insanlarının yaptığı gibi sorgulamadan, araştırmadan, diğer uzmanların sordukları sorular üzerine samimane kafa yormadan “benim dediğim doğru!” diyen her insan tam anlamıyla zırcahildir, kibir abidesidir – ve kibir Allah’ın en sevmediği hasletlerden biridir. Allah (kibirsiz) sorgulayan insanları sever; insan sadece sorgulayarak ‘tahkiki iman’a ulaşır.

Ben öğrendiklerim ışığında artık şu noktadayım: Allah tüm türleri (species) evrimle yaratmışsa da şaşırmam; (çok gizemli bir şekilde) direkt yaratmışsa da. Ama (“eviren”in O olduğunu varsayarsak) birinci senaryonun ikincisine nazaran çok daha güzel; akla ve Sünnetullah’a da daha uygun olduğu kanaatindeyim*****. Çünkü ~14 milyar sene önce kainat yaratılıp, bundan ~10 milyar sene sonra dünyadaki ilk canlıya hayat “üflendikten” ve (DNA, metabolizma, algılama gibi) gerekli biyolojik mekanizmalar verildikten sonra evrimle herşey yine Allah’ın akıl sır erdiremediğimiz yüce planı ve koyduğu kurallar içinde/sebep-sonuç dairesinde işlemeye devam ediyor.


Evrim teorisine inanmıyorsanız alternatif teorinizin ne olduğunu düşünmeniz lazım. Bana göre en fazla iki alternatif teoriniz olabilir: Alternatif teori 1: Tüm türler dünyanın yaşamaya elverişli hale gelmesinden, yani ~3.5 milyar yıldan beri varlar ve aynı kalmışlar. Örneğin şempanzeler, tüm dinazor türleri, insan, tüm bakteri turleri, tüm bitki türleri vs. hep vardı ve aynı kaldılar. Fakat bu ‘teori’yi yapılan araştırmalar ve bulunan fosiller desteklemiyor. Görünen, bugünkü türlerin çoğunun sonradan ortaya çıktığıdır – özellikle de çok hücreli canlıların (bkz: canlı türlerinin ortaya çıkma kronolojisi – aşagıda). Alternatif teori 2: Evrim sadece diğer canlı türleri için vardı ve insan çok (çok!) sonradan dünyaya ‘ışınlandı’. Bu ‘teori’nin de sorunu, ana yazımda da belirttiğim gibi, DNAmızın birçok hayvan ve canlıyla çok yüksek benzerlikler göstermesi. Ayrıca modern insana benzer, Neandertaller ve Denisovalılar gibi çok yakın insan türlerinden aldıgımız DNA da cabası – atalarımız Afrika’dan çıktıktan sonra onlarla çiftleşmiş ve bugün Afrikalıların dışında neredeyse her millette %1-2 arası Neandertal ve Denisovalı DNAsı var. İnsan biyolojik, fizyolojik ve genetik olarak diğer canlılardan çok farklı bir yaratık olsaydı, bu tarz çiftleşmeler imkansız olmalıydı – ama değiliz!

Uzadı… Kısaca özetlemek gerekirse söylemek istediğim haddini bilen ve gerçeğin peşinde olan bir insan, bilim insanlarının saf olmadığını, çoğumuzdan daha akıllı olduklarını, (bundan bahsetmek bile utanç verici ama) komplo teoricilerin bize anlattığı gibi “aslında biliyorlar ama Şeytan’a hizmet ediyorlar” gibi bir durumun olmadığını bilmesi gerekir. Bilim modellerle ilerler ve biyoloji alanında şu andaki en iyi ‘bilimsel model’ de evrim teorisidir. Ben dahi evrim teorisini kullanarak ilk defa ya da az görülen mutasyonların proteinler üzerindeki etkilerini tahmin etmeye çalışıyorum ve kullandığım algoritmaların başarı oranı %80’lerin üzerinde.

Umarım kendimi anlatabilmişimdir. Bu konu/hamur daha çok su götürür; bu yüzden burada bırakıyorum. Bu arada insanların evrime inanıp-inanmaması beni çok ilgilendirmiyor – yazıyı entelektüel bir sorumluluk olarak gordügüm için yazdım – fakat evrim teorisi düşmanlıgı insanları bilim insanı düşmanlığına, sonra da tamamen bilim karşıtı olmaya doğru ittiğini gözümle gördüm kaç defa (ben de gençken kısmen bu gruptaydım). Böyle insanlar sonra aşı karşıtı, ve ya homeopati ve ‘düz dünya’ gibi saçmalıkların savunucusu oluyorlar. Bunu engellemek için ben de kendi çapımda bana düşeni yapmak istedim******.

Belki ilginç gelmiştir ama yazımda ateizm’den hiç bahsetmedim. Çünkü evrim teorisiyle ateizm farklı şeyler. Ateizm, tanrının olmadığına dair bir inanış, evrim teorisi ise – yukarıda bahsettiğim gibi “tüm canlıların ilk atası”nın ortaya çıkmasından sonra – şu anda dünyada bulunan milyarlarca türün neden ve nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan bilimsel bir teori/model/mekanizmadır. Her evrim teorisine inanan ateist değildir çünkü evrim teorisinin dogru olup-olmamasının Allah’ın varlığıyla bir alakası yoktur – aynı dünyanın küre olup-olmamasının da bir alakası olmaması gibi*******. Ayrıca, ateizm evrim teorisinden önce de vardı. Yarın birgün (sanmıyorum ama) evrim teorisi yanlış çıkarsa – örneğin 3.5 milyar senelik bir hayvan fosili bulunursa – ateizm yine var olacak – çünkü ateistlerin Tanrı’nın varlığına inanmamalarının en önemli sebepleri bilimselden ziyade felsefidir (birkaç örnek: neden bu kadar çok kötülük/hastalık/şiddet var? Tanrı varsa, neden saklanıyor? dinler/dindarlarda bulunan bazı hurafeler; mutlak kadir, ezeli ve ebedi bir Tanrı anlayışını “mantıksız” bulmaları). Evet; bugün ateistlerin çoğu evrim teorisine inanıyor ve bunu inanışlarını desteklemek için kullanıyorlar gibi görünüyor ama hepsi değil. Örneğin Çin’de neredeyse ülkenin tamamı ateist/Budist ama evrim teorisini gerçekten anlayanların sayısı nispeten çok azdır. Ateistlerin bakış açısını çok önemli bir ateistin perspektifinden öğrenmek isterseniz Prof. Richard Dawkins’in ‘God Delusion’ kitabını tavsiye ederim. Müslümanlar olarak bizlerin Allah’ın varlığına dair kullandığı her argümana (kendilerine göre) mantıklı cevapları var ama hepsi tartışmalı tabi.

Son olarak, benim müslüman olarak kalmamın sebebi bilim değil, Efendimiz (Sav)’in hayatı ve Kuran-ı Kerim’dir. Bugünün (her dinden) dindarlarının paçozluk ve cehaletini görünce, Efendimiz’i doğru bir şekilde tanımayan bir insanın ateist veya din düşmanı olmasını da kesinlikle yadırgamıyorum.

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarınızı bekliyorum…



Dipnotlar

*Şu anda Leicester Üniversitesinde (İngiltere) bir Genetik Epidemiyolog olarak çalışıyorum ve grup olarak insanlarda akciger fonksiyonunu ve kronik obstrüktif akciger hastalığını (KOAH) genetik olarak araştırıyoruz. Elimize yüzbinlerce insanın genetik ve fenotipik (yaş, cinsiyet, sigara içiyor mu?) datası geçiyor ve bu bilgileri “süper bilgisayarlar” aracılığıyla istatistiki modellere tabi tutarak (“fit” ederek) hangi genlerin iyi bir akciğer fonksiyonu veya KOAH için önemli olabileceğini bulmaya çalışıyoruz. Umuyoruz ki yaptığımız buluşlar ileride insanlara faydalı bir ilaçla sonuçlansın. Detaylari bu iki yazimda okuyabilirsiniz: Bir bilim ve genetik reklamı & Searching for “Breathtaking” genes. Literally!

**Allah, (150-200 bin sene önce dünyada yaşayan) Homo sapiens‘lerin (modern insanların) arasından ikisine Hz. Adem ve Havva’nın ruhunu ‘üflemiş’ olabilir. Bu benim için şaşırtıcı olmaz. Çünkü, objektif olarak karşılaştırdığımızda, modern insanları Neandertaller (Homo neanderthalensis) ve Denisovalılar (Denisova hominins) gibi diğer insan türlerinden, ve şempanze gibi genetik olarak yakın hayvanlardan ayıran faktörün genler ve biyolojiden çok aradaki ilim farkı olduğunu görüyoruz. Meleklerin Allah’a “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” sözü bu şekilde de manidar oluyor – çünkü modern insana (Homo sapiens) benzer yaratıklar da birbirlerinin kanını dökmüşlerdi.

***Dünyada yaşadığı bilinen canlı türlerinin tarih cetveline (timeline) bakabilirsiniz: https://en.wikipedia.org/wiki/Timeline_of_the_evolutionary_history_of_life

****İngilizce bilenlere Richard Dawkins’in “The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution” kitabını ve yukarıdaki “What is the evidence for evolution?” videosunu tavsiye ederim.

*****Allah bir insanı bile yaratmaya karar verdiğinde o insanı dünyaya ‘ışınlamıyor’. Anne rahminde ~9 ay geçiriyor; sonrasında da belki 20-25 yaşına kadar kendi başına bir ‘birey’ olmuyor o insan. Herşey bir süreç sonucunda yaratılıyor.

******Uydurma bir senaryo çizmek istiyorum: Örneğin, 1920’lerde yaşıyoruz… Bilim fazla ilerlememiş ve büyük bir veba salgını var. Milyonlarca insan ölüyor ve bütün imamlar hutbelerinde: “Bu işlediğiniz günahlardan dolayı Allah’ın bize gönderdiği bir beladır; çekeceksiniz başka çaresi yok!” diyor. Bir bilim insanı da çıkıp “Hayır; benim gözlemlerime göre büyük ihtimal bunun sebebi farelerden bulaşan gözle göremediğimiz birşey. Araştırmam lazım!” dese ve karşılıgında da “Ne demek yani; Allah göndermedi mi bunu? Bu adam Allah’a şirk koşan sapık bir kafirdir!” damgası yese kaçımız – “kafir” damgası yeme ve toplumdan dışlanma pahasına – o bilim insanının tarafında yer alırdık? Evrim’deki gibi ortada herkesin gözle dahi görebildiği birşey var: veba hastalığı. Fakat mekanizma olarak biri “Allah istedi; oldu“, diğeri ise “(Allah istedi/istemiş olabilir – bunu objektif olarak bilemem/kanıtlayamam – fakat) bunun biyolojik sebebi bir bakteridir” diyor.

*******Fakat ‘din anlayışımız’la bir alakası vardır. Eğer din anlayışın “dünya düzdür” diyorsa, tonlarca somut bilimsel delille küre olduğu ıspatlanmış dünyanın küre olup-olmadığını değil, din anlayışını gözden geçirmen/sorgulaman lazım.

Eldeki bulgulara göre, canlı türlerinin ortaya çıkma kronolojisi (Source: bbc.co.uk)

PS: Yıllar önce evrim teorisi ve ateizmle ilgili görüşlerimi 2009’da önce Leicester Üniversitesi öğrencilerinin hazırladığı bir gazetede, sonra da (daha uzun bir şekilde) “God of Science” adlı yazımda paylaşmıştım. O günler ateizm’le ilgili söylediklerimin çoğuna hala katılsam da, evrim teorisi konusunda tamamen değişmişim 🙂 Bunu da gururla söylüyorum. Maalesef sorgulayanların sevilmediği, dogmatik bir milletiz. Hakikatin peşinde koşmanın ve bilimin önemini anlarsak, Allah’ı daha iyi tanıyacağımızı düşünüyorum.

PPS: Yazıyı paylaştığım günün (bugün 12 Şubat’ın) dünyada “Darwin günü” olması da ayrı bir tesadüf/tevafuk.


Ek 1 (18/05/2019): Konuyla ilgili bir Twitter zinciri (thread)


Ek 2 (03/12/19): Evrim Ağacı’ndan konuyla ilgili eğitici bir video

Ek 3 (30/04/20): Makale tavsiyesi

Evrim teorisini anlatma konusunda başarılı bulduğum bir video daha

KısacaNeden ve nasıl bir müslümanım?’ (ama >%10 da agnostiğim) (Not: önem sırasına göre sıralanmadı)

1- (Tek) Tanrının varlığını (biliyormuş gibi) ‘hissediyor’ olmam

Özellikle baba olduktan sonra bu duygu çok arttı. Oğlumun geçtiği her aşamayı izledim ve bir insanın/canlının nasıl açıklanamaz bir mucize olduğunu gözlerimle gördüm.

(Not: Bu sebep bazen – karşılaştığım olaylar sonrasında az ya da çok – sarsılıyor ama hala önemli bir sebep benim için)

2- İslam dininin özünde çok güzel ve (alternatiflerine göre) özel bir din olması: a) Öncelikle, senin bir yaratıcın var; ona karşı mütevazı ol (Allah’a şirk koşma!) – herşeyi ondan iste (aciz bir mahluk olduğun için de mütevazı ol). b) Kısa ömrünüzde güzel işler yapmaya çalışın; sorumluluk sahibi olun (emri bil maruf, nehyi anil munker); imtihan dünyasındasın: yaptıklarından da yapmadıklarından da sorguya çekileceksin. c) Kesinlikle başkalarının hakkına girme; Allah affedicidir ama her kuluna (fakir-zengin, ünlü-ünsüz farketmiyor) çok değer veriyor – bu yüzden kendi hakkını affetse bile onların hakkını senden alacak. d) Sorgulamaya (tahkiki iman taklidi imandan daha efdal) ve ilim/bilim öğrenmeye (Kıyamet günü, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir – Hadis) teşvik ediyor. e) Allah’ın “esma-ül hüsnası” (Halim, Rahman, Rahim, Selam gibi) sadece iyilik, sevgi ve affetme temelli değil, (Adil, Kahhar, Kabıd gibi) adalet, zorluk ve ceza temelli isimlerden de oluşuyor. Ayrıca, Batın ve Hakim isimleri de evren ve hayatın – bazı kısımları hoşumuza gitse de gitmese de – neden böyle gizemli, hatta anlaşılmaz ve hakikatinin araştırmaya değer olduğunun bir emaresi…

3- Kuran’daki bazı – bana göre direkt ilahi olduğu belli olan – ayetler: Peygamberi eleştiren/ikaz eden ayetler; “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı gerektiği tarzda tazim ederler” (Fatir, 28); “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez” (Necm, 39); “O, insanı bir damladan yarattı. Fakat bir de bakarsın ki Rabbine apaçık bir hasım oluvermiş!” (Nahl, 4); “Allah size, emanetleri/işi ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hüküm vermenizi emreder” (Nisa, 58); “O insana kalemle yazmayı öğretendir” (Alak, 4) gibi ayetler…

4- Birçok duygusal ya da mantıksal sebep: örneğin, a) İslam’ın yok olmamış ya da Afrika’da birkaç kabilenin inandığı bir din olmaması önemli; b) önceki büyük dinleri ve peygamberleri tasdikliyor (ya da tamamen yalanlamıyor) olması – onların da “ileride gelecek bir peygambere” işaret etmesi (örnek); c) İslamı, Hz. Muhammed gibi doğruluğu (örneğin – Duha suresinde de bahsedildiği üzere – bir süre vahiylerin kesilmesini hiçbir menfi sebeple açıklayamam) ve adaletiyle bilinen ve davasına tüm kalbiyle inanmış bir peygamberin (örneğin, günde en az 5 vakit namaz ve her yıl en az bir ay oruç tutmayı hiçbir menfi sebeple açıklayamam), Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Halid bin Velid gibi ‘kimseye eyvallahı olmayan’, zamanının çok önünde ve (kendi alanlarında) başarılı figürlerin temsil etmesi de inancımın güçlenmesine katkıda bulunuyor. d) Ayrıca, Hz. Muhammed’in ‘veda hutbesi’ni verdikten ve Kuran tamamlandıktan kısa bir süre sonra vefat etmesi de önemli bir delil benim için.

5- Ateizm’in temeli olan Materyalizm’in – bana göre – bazı olguları hiçbir zaman açıklayamayacak olması: Örneğin felsefede ‘Emergent properties’ (ortaya çıkan yeni özellikler) diye bilinen olgu – mesela Hamlet, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler gibi şaheserlerin yazılmasını hangi fizik kuralı ile açıklayabilirsiniz? Futbolun kuralları nereden geldi? Ortada ‘kreatif’ (ve bana göre Doğa bilimleriyle hiçbir zaman anlayamayacağımız) birşey var. İnsan şuurunun – her ne kadar fiziki alemle (beyin aracılığıyla) bağlantısı olsa da – hiçbir zaman nöroloji, kimya, algoritmalarla vs. tamamen açıklanamayacağına (ve kontrol edilemeyeceğine) inanıyorum. Yani Determinizm’e inanmıyorum; bir yöne meyilli olsak da özgür bir irademizin olduğuna inanıyorum. Ayrıca, şuurun – mahiyetini anlamadığım bir şekilde – ‘tanrısal/metafiziksel’ bir olgu olduğuna inanıyorum.

6- Herkes söylediği için artık banal oldu fakat (bizim ilmimize kıyasen, fizik, matematik, biyoloji, kimya bilgisi) sonsuz bir ilim sahibi bir zaatın anca bu kainatı yaratabileceğine inanıyorum. Bu da Islam’daki (herşeyi bilen, herşeye kadir) ‘Allah’ (‘The God’) tanımına uyuyor.

Fakat gördüğünüz gibi yukarıda saydığım nedenlerin bazıları duygusal, bazıları da mantıksal – ama hiçbiri bilimsel değil! Bunu da kabul ediyorum; agnostik kısmım da buradan geliyor. Kafamdaki birçok sorunun** cevabını bilmiyorum; çok araştırdım; sordum; bildiğini iddia edenlerin de bilmediğini üzülerek gördüm. Şunu da belirtmem lazım: insan hayatın gizemleri karşısında bazen sadece ‘bakakalıyor’. Her zaman yeni şeyler öğreniyor, gözlemliyor ve hayretler içerisinde kalıyorum. Aklımın almadığı konularda haddimi bilip, susuyorum – asla kesin konuşmamaya dikkat ediyorum ama sorgulamaya ve araştırmaya devam ediyorum.

Ayrıca – yazının başında da belirttiğim gibi – eskiden kalma İslam anlayışının da yeni bilgiler karşısında yetersiz kaldığını görüyorum*. ‘Yeni’ fikirlere ve – daha da önemlisi – cesur ilim/bilim insanlarına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Varoluşsal sancılar çekiyorum bazı geceleri – özellikle ölüm ve sonrası kafamı çok kurcalıyor. Vefat edenlerden hiçbir bilgi/geri dönüş al(a)mamamız da canımı çok sıkıyor. Orneğin, rahmetli veya başka sevdiklerimiz/saydıklarımız ne yapıyor acaba? Hiç ‘somut’ (?!) bilgisi olan var mı?
Son birkaç haftada rahmetli dedemi, Isaac Newton, Cem Karaca, Barış Manço, Sokrat, Muhammad Ali, Robin Williams, Steve Irwin (liste uzun…) gibi farklı insanları da düşündüm – belki saatlerce… Görüşmelerim ve kişisel araştırmalarım sonuçsuz kaldı – tatmin edici birşey çıkmadı. Ondan bir de buradan yazmak istedim – ulaşanlara şimdiden teşekkürler

Dipnot (Kısaca neden müslümanım?)

*İslam, bugünkü (ve belki de son 600-700 yıldır) yaşandığı haliyle (kadınlara, gayrimüslimlere, azınlıklara, bilim ve felsefeye bakışıyla) evrensel bir din değil. Fakat bazı ayetlerin bile sonradan neshedildiğini göz önünde bulundurursak, fanatikler/bağnazlar tarafından sık kullanılan birçok (sahih) hadisin de sonraki hadis/sünnetlerle neshedildiğine inanıyorum. Bu yüzden bir hadis ya da ayeti kullanıp, evrensel değerlere ya da bugünkü bilime ters argümanlar üretenlere:

1- “Bu ayetin sebeb-i nüzulü neydi?” ya da “bu hadis söylendiği dönemdeki/esnadaki şartlar/kontekst neydi?”, ve

2- “O ayet/hadisten sonra bu ayet/hadisle çelişen başka bir ayet/hadis indi mi?”

diye soruyorum. Cevap veremeyenleri de kâle almıyorum…

Özellikle veda hutbesi benim için birçok konuda mihenk taşıdır, çünkü, Efendimizin (sav) en son sözlerindendir ve bugün için bile (cinsiyet ve ırk eşitliği, sosyal ve hukuki adalet, barış içinde yaşama gibi konularda) evrensel mesajlarla doludur.

Fakat şunu da unutmamak lazım: Peygamber dahi ‘zamanının çocuğuydu‘; bu yüzden insanlığın ondan alacağı çok önemli ahlaki, sosyal ve siyasi ders ve ilhamlar olsa da genetik/moleküler biyoloji, paleontoloji, kuantum fizik, kimya, astronomi, elektronik, programlama gibi alanlardaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere “Kur’an ve Peygamber bu konularda fazla birşey söylemedi” diye göz kapamak veya önemsememek büyük bir cehalet ve insana verilen potansiyele ihanettir.

**Bazı örnekler: ‘Kader’ nedir? ‘Özgür’ irademiz var mı? Cevap ‘hayır’sa, imtihanın mantığı nedir? Cevap evetse, psikolojik sorunları olan veya (demanslı insanlar gibi) beyninde hasar oluşan insanları nasıl açıklarız? Çocuk ölümleri? Elektrik, insulin, internet, evrim teorisi (ve fosiller), quantum fiziği, aşılar (liste uzun…) gibi çok büyük buluşları peygamberlerin yapmaması ya da tartışmamasındaki hikmet nedir?

Read Full Post »

“Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.” Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (k.s.)

Bana karşı hüsnü-zan besleyip, kendisini geliştirmek isteyen genç arkadaşlarım arasında bana “gurbette ve bu genç yaşında nasıl böyle başarılı oldun?” diye soranlar oluyor. Kendi fikirleridir; ben de çapım yettigince verdigim cevapları burada paylaşmak istiyorum:

Onlara, başarı konusunda benim direk gayretlerimin dışında – örnegin konu hakkında gerekli kitap/makaleleri okumak, kendine güvenerek, (zor görünse de) işten kaçmamak, işleri aceleye getirmemek, dogru insanlarla çalışmak, senden daha bilgililere saygılı olmak, gece-gündüz çalışmak, organize olmak – elimden birşey gelmedigini, fakat kanaatimce bunların dahi (sürekli) başarı için yeterli olmadıgını söylüyorum.

Bizler, Allah’a inanan insanlar olarak hiçbir zaman (haşa!) Allah’ı ‘denklem dışı’ (ingilizcesi “out of the equation”) bırakamayacagımızı, gayret bizden olsa da başarıyı nasip edenin O olacagını unutmamamız gerektigini söylüyorum… Bunun içinde O’nu hoşnut etmenin, en az yapacagımız *fiili dualar (üstte saydıklarım gibi) kadar önemli oldugunu söylüyorum…

Bu konuda çok ilmi olan (ya da ‘rol model’ olabilecek) bir insan degilim fakat O’nu hoşnut etmenin formülü belli (hepsini çapımız yettigince ihlaslı ve sürekli olacak şekilde): Farz ibadetler; (özellikle büyük) haramlardan kaçınma; kişisel dualarımız; anne-baba-sevenlerimizin duası; etrafımızda Allah rızası için yapılacak işler varsa elimizi taşın altına sokmamız; O’ndan başkasının önünde egilmeme; ‘büyük’ konuşmama/haddini bilme; kanaatkar olmak ve diger insanların hakkına (bilerek) girmemek; maddi/manevi fedakarlıklar yapmamız; her işimizi istişareyle yapmamız; sadece paramızın degil, ilmimizin de zekatını vermemiz; içimizde **kibir-haset-kin duygusu beslemememiz; (mümkün oldugunca) abdestsiz dolaşmama; hem fiziken, hem manen temiz yaşama(ya calışma); işine her zaman Besmele ile başlama (liste daha da uzatılabilir!)… Zor gibi görünüyor; fakat başarıya giden hiç bir yol kolay olmadı, hiç bir zaman olmayacak da!

Cünkü benden daha akıllı, maddi imkanları daha fazla olan veya tanıdıgı daha çok olan nice insanın, ***nasipsiz olmasından dolayı başarısız oldugunu (ya da işlerinin planladıkları gibi gitmedigini) gözlemledim. Anladım (ve gözlemledim) ki bir çogunun ya manevi duasında, ya da fiili duasında sorun var. Aynı hataya bende düşmek istemedim. Cok şükür Allah beni – gerek dogru insanlarla tanıştırarak, gerek hayırlı kapılar açarak tabir-i caizse hep dört ayak üzerine düşürdü; ve hiç utandırmadı! Eminim ki kendi çapım yettigince dogruları yapmayı sürdürdükçe de utandırmayacak!

Evet şu ana kadar hayatımda hangi işe giriştiysem (e.g. akademik, maddi, manevi, sosyal), çok şükür hep başarılı oldum, kimseye muhtaç kalmadım. Bu konuda Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Ben kendimin şahsen bu başarıları hakedecek bir insan olmadıgımı çok iyi biliyorum; fakat Allah şahit, gayretliydim. Her işimi dürüst yapmaya ve kendimi hep geliştirmeye çalıştım. Kendime göre ortada yapılması gereken bir iş gördümse, elimi taşın altına soktum. Bedavaya calıştıgım bu işlerde dahi kıskananlar oldu! Ben yinede kalbimde kimseye karşı kötü birşey beslemedim. Bana karşı haset/saygısızlık edenlerle dahi, tartışmaya girmemek için dilimi tuttum. Işime-gücüme baktım. Insanlar (özellikle ögrenci kardeşlerim) kendilerini geliştirsinler diye kendi zamanımdan feragat edip, onlara ders verdim; tezlerini düzelttim; dua ettim; çapım yettigince nasihat ettim. Başkalarının başarılı olmasını istedim; olunca gururlandım, fakat ne yazık ki (ailemi saymazsam, sayısı az birkaç babayigidin dışında) benim başarılarıma sevinen az insan tanıdım. Haset ve kin insanın kendisini yakar-bitirir, o yüzden bu tiplere nefret etmek yerine hep acıdım ve “Allah ıslah etsin” diye dua ettim…

Başarı(lar)dan sonra, bu başarıların daim olması içinde başarıyı nasip edeni hiç bir zaman unutmamamız lazım! “Ne oldum degil, ne olacagım demeli” sözünü aklımızdan çıkarmadan… Ayrıca bizim başarılarımızda agzı dualı anne-baba-sevenlerimizin hiç mi payı yok? Ogretmenlerimizin hiç mi payı yok? Arkadaşlarımızın hiç mi payı yok? Bizim bugünlere gelmemize vesile olan ata-şehit-gazilerimizin hiç mi payı yok? Allah hepsinden ebeden razı olsun! Başarımızı paylaşmak bir erdem degil, onların hakkıdır!

Dua ile…

Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz bu sözü demiş midir bilemiyorum. Saglam bir kaynak bulamadım. Fakat ona yakışır bir sözdür! Ilim peşinde koştugunu iddia eden bizlerde, cahillerin pervasız laflarına, dik duruş sergiledigimiz için
Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz bu sözü demiş midir bilemiyorum. Saglam bir kaynak bulamadım. Fakat ona yakışır bir sözdür! Ilim peşinde koştugunu iddia eden bizlerde, cahillerin pervasız laflarına, dik duruş sergiledigimiz için “dostlar” kaybetmemize, birilerinin el-etek-ayagını öpmedigimiz icin kaçırdıgımız maddi kazançlara aldırış etmeyip, yolumuza hiç momentum kaybetmeden (ömur boyu fedakarca) devam etmemiz gerekiyor! Süphesiz Allah bizleri ihlaslı oldugumuz sürece, utandırmayacaktır!

*Aslında çogumuzun sorunu tembellik. Fakat bu paylaşımda sözlerim (umutsuz vaka olan!) tembellere degil, gayretli oldugu halde başarı nasip olmayanlaraydı… Ayrıca gözlemledigim kadarıyla, burada söylediklerim büyük çogunlukla sadece müslümanlara uygulanabilir. Gayri-müslimlere Allah gayretleri ölçüsünde (dünya namına) başarı vermektedir, fakat (gözlemledigim kadarıyla) aynı denklem müslümanlar için geçerli degildir… Yanlışsam, Allah affetsin! Dogruyu göstersin! Amin!

**Kibir (ve haset) insanı yakar bitirir. Ben insanlara karşı mümkün oldugunca (çapım yettigince) kibirlenmemeye calışıyorum, fakat bir istisnai durum var. Kibirli insanlara karşı kibrin ‘sadaka’ oldugunu Efendimiz (S.a.v) söylüyor. Kalbinde kibir olmadan, zahirde kibirli gözükme… Cünkü kibirli bundan anlar! Sen nezaket gösterdikçe daha da tepene biner; daha da azar!

Hasedin oldugu yerde ise uhuvvet olmaz; uhuvvetin olmadıgı yerde ise (sürekli) başarı olmaz!

***Burada kastettiklerim sadece dünyevi manada her gayreti gösteripte başarılı olamayan müslümanlardır. Hem dünyevi, hem uhrevi manada (çapı yettigince) gayret edipte başarılı olamayanlara ise Allah bu işinde/alanda başarısızlık verse dahi, baska bir işte/alanda daha çok başarı vermek istemektedir. Halk arasında “hayırlısı neyse o olsun!” duası/temennisi bu manada çok anlamlıdır. Evet, insanın bazen gönlünden (hayatının o zaman biriminde) birşey geçer, fakat Allah bizler için daha iyisini hazırlamıştır da haberimiz yoktur! O yüzden bazen başarısızlık, bir mesajdır; ve insan bu mesajı (özellikle istişare yaparak!) dogru okumalıdır!

Hangisiyiz?
Hangisiyiz? Iş ahlakı başka birşey…

Ek: Allah, bizleri gayretli oldugumuz ve birbirimize maddi/manevi sahip çıktıgımız sürece (en büyük sorunumuz!), imtihan icabı biraz sıkıntı çektirse de eninde sonunda hem dünya, hem ahiret’de memnun edecektir! Bundan hiç şüphem yok!

Olaylara uhrevi açıdan bakacak olursak, çogumuz Allah’ın yaptıgımız sevapları ödüllendirip, işledigimiz günahlardan bizi sorguya çekecegini idrak ediyoruz; fakat yapmadıgımız sevapların kötü amel olarak, işlemedigimiz günahların da iyi amel olarak karşımıza çıkacagını unutuyoruz çogu kez… Ortada yapılacak bir iş var ve elimizi taşın altına sokmuyorsak, bunun bir gün karşımıza çıkacagından hiç şüphemiz olmasın!

Ek-2: Bazı insanlara çok iyilik/fedakarlık yaptım, fakat karşılıgında hiç bir vefa görmedim. Yardımdan (yani menfaat bittikten) sonra selam-sabahı kesenler dahi oldu! Ben Allah rızası için yardım ettim veya ettigimi iddia ettim, en azından ettigime inandım! Fakat sürekli almadan vermek Allah’a mahsustur. Hiç birimizde de peygamber feraseti, fedakarlıgı ve iman seviyesi olmadıgı için, böyle durumlar karşısında kalbimizin kırılmaması bazen elde olmuyor. Fakat birkaç kişide gözlemledigim ve hayretler içinde izledigim bir olayı anlatmak isterim: Kendisine yüzlerce pound/sterlin yardım ettigim birisinin, hiç bir yerde bundan bahsettigini görmedim, duymadım; zaten normalde duymakta istemem. Fakat aynı kişinin başkasının nispeten onda birlik yardımını her yerde anlattıgını ve bundan dolayı o kişiyi yere-göge sıgdıramadıgını duyunca, hayıflanmadım degil… Sonra bu tarz olaylar (farklı kişilerle) bir degil, birkaç kez olunca anladım ki, eger ben bir işi Allah rızası için yaptıgımı iddia ediyorsam, Allah belki de sadece kendisinden beklemem gerektigini bana hatırlatıyor; ve bana direk kendisi nimeti vermek istiyor. Başkasına izin vermiyor! Onu anladıgım günden sonra, insanlardan yaptıgım iyilik/fedakarlıklar karşılıgında selam dahi beklemedim. Fakat ben O(c.c.)’ndan bir istediysem, bana on nasip etti! Allah’ın izniyle bu düsturumu sürdürmeyi devam etmek istiyorum… Sizde edin!

Read Full Post »

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” – Ustad Bediuzzaman Said Nursi (Favorilerimden biridir. Bu sayfaya şeref ve ciddiyet katsın diye ekledim)

Aşık olduğun an, onu tanıdıktan sonra hayatında birşeylerin sonsuza dek değiştiğini hissettiğin andır!

Evlilik, Allah(c.c.)’ı şahit tutarak “Ya Rabbi, ben bu insanı dünya-ahiret eşim olarak seçtim!” demektir!

Beni sırf yüz güzelliğim için seviyorsan, bil ki bu yüz çirkinleşecek! Beni boy-posum için seviyorsan, bil ki bu bel bir gün bükülecek! Beni mal-makam-param için seviyorsan, bil ki er yada geç seni boşayacağım! Beni, öncelikle Allah için sev!

Google olamadık belki ama, yine de seni bulduk be gülüm!

Seni mutlu edeceğime değil, dert ortağın olacağıma söz veriyorum!

Ilk görüşte “tamam buldum!” dediklerimizde degil, belki tanıdıkça daha çok sevdigimiz insanlar arasında aramamız lazım (potansiyel) eşimizi… Iki kritere de uyan nadirdir…

“Hayatının anlamı nedir?” diye sordular; ben de cevap veremedim. Sadece gözlerim sana doğru kaydı…

Read Full Post »

Işveren de, işçi de, usta da, çırak-kalfa da, bilim adamı da, lider de, çoban da, sanatçı da, karı-koca da, siyasetçi de (listeyi bilerek uzun tuttum) bence yaptıgı işi neden yaptıgını, amacının ne oldugunu sorgulamalı, düşünmeli… Fakat bildigim şu ki, sırf para-mal-makam kazanmak, amacımız olmamalı! Düşünelim: Resimdekilerden hangisi uzun vaadede daha mutlu olacaktır? Hem dünya, hem ahiretde…

Insanın yaptıgı her (ama her!) işin felsefesini bir daha düşünmesinde fayda oldugunu düşünüyorum. Maalesef cogumuz işimizi ne için yaptıgımız ve yapmamız gerektigiyle ilgili bir fikir yürütmuyoruz!

Insan yaptıgı işten maddi ve manevi haz almalı! Bence, asıl amacı bu olmalı! Müşteriyi kazıklayarak kazanacagın ekstra 5 lira ile mutlu olacagını sanıyorsan yanılıyorsun! Insanın vicdanı (eger kaybetmediyse!) onu gelir yakalar! Yada el-etek-ayak öperek kazandıgın ‘müdürlük’, bugün mutlu etse de, (iffetini, izzetini, duruşunu, şerefini kaybettiginden) yarın seni utandıracaktır. Insan geçici bir süreden sonra parasına/makamına (eger kazandıysa o da!) ragmen mutsuz olur! Oysa kendiniz mutlu olmak istiyorsanız, insanları mutlu etmelisiniz! Hangi işi yapıyorsanız, işinizi iyi yaparak (e.g. güler yüz gösterip, dürüst olarak) insanları mutlu edin, sizde mutlu olun! Hem yaptıgınız işten paranızı kazanıp maddi bir haz alın, hem de dürüst bir iş yaptıgınızdan vicdanınız rahat olsun ve manevi bir haz alın.

Işin dini tarafına girmek istemiyorum fakat eger yaptıgınız işi Allah rızası için yapıyorsanız, ekstra olarak sevap hanenize de artılar yazdırırsınız! Dürüst iş yapmayan ise kazandıgı paraya haram karıştırmıştır! Hesabını verecektir!

PS: Ekstra örnek olarak: Birçok inşaat ustası “biran evvel işimi yarım-yamalak-asgari bir şekilde bitireyim de, paramı alayım” düşüncesinde oluyor çogu zaman. Ne olur, bir hafta sonra alsan paranı ama işini güzel yapıp, hem vicdanın rahat olsa, hemde karşındaki senden memnun olur ve işi düştügünde bir daha çagırır. Ayrıca saga-sola seni anlatır, daha çok işe sahip olursun. Maalesef kendilerince kurnazlık yapıyorlar ama yaptıklarının ne insanlar ne de Hakk(c.c.) nazarında bir degeri kalıyor, ne de sen kazandıgın parayla kolay kolay mutlu olabiliyorsun. Allah işini dürüst yapanı sever ve o kullarını memnun edecektir!

PPS: “Uzerine tuz yüklenmiş bir eşek, nehirden karşı karşıya geçerken taşa takılır ve suyun içine duşer. Ayaga güç-bela kalkınca, (tuzun suya karışmasından) yükünün hafifledigi hisseder ve çok sevinir. (Tuzu ‘hiç’ ettigini anlamadıgı gibi) Aklı sıra bir fikir gelmiştir aklına. Fakat bir sonraki seferde üzerinde sünger vardır. Yine nehirden geçerken, (aklı sıra!) yükünü azaltmak icin yine suya bırakır kendini. Bu sefer sünger suyu emdiginden, yükü artar ve kaldıramayacagı bir hale gelir. Bu nedenle suda bogulup gider.

Insan (eşek olanları!) çogu kez kurnazlıklarından dolayı başını (ve etrafındakileri) belaya sokar ve/yada mutsuz olur! – Milatdan önce 6.nci yuzyılda Yunanistan’da yaşamış ve bir köle olan Aesop’un yazdıgı ‘Tuz taşıyan eşek’ fablı.

Ayrıca, Tolstoy’un ‘Insan ne ile yaşar?’ ve ‘Insana ne kadar toprak lazım?’ kısa hikayelerini tavsiye ederim!

Read Full Post »

Önsöz

Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli; Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar. (Tevbe, 97)

Bu ayeti çok manidar buluyorum çunku bizim insanımızda da ‘bedevice’ hasletler oldugu için, eger devamlı nasihat edilmezse, çok çabuk dogru yoldan kayıp ‘kural tanımaz’ hale gelebiliyor, vahşileşebiliyor, ve bir müslümana (hiç mi hiç!) yakışmayacak işleri hemen fıtrat haline getirebiliyor (e.g. küfürlü agızlar, sigara/içki/kumar/zina, rüşvet yeme, yolsuzluk, torpil, yalan/iftira, gıybet/dedikodu). Allah nasihat eden hocalarımızı başımızdan eksik etmesin; ve onları duyacak kulaklar versin bizlere!

Materyalist müslümanlar

Uzak ve yakın tarihtede eminim bu tarz akımlara kapılan müslümanlar vardı. Fakat bugünkü kadar epidemik bir hastalık sekilde yaygın hale geldigini düşünmüyorum. Bu tabirden kastım kişinin müslüman olmasına (en azından oldugunu iddia etmesine) ragmen, hayatını ve secimlerini (kişiden kişiye degişkenlik göstersede) materyal kazanımlara göre ayarlamasıdır.

Maalesef, neredeyse hepimize birazcık materyalizm bulaşmış! Burada iddiamı destekleyecek gözlemlerimi genel olarak ve kısaca(!) özetleyecegim… Sozlerim öncelikle nefsimedir, bu yuzden burada yazdıklarımı (ve benzerlerini) yaparsam, lütfen uyarın! Kendi yaptıklarınızı ise vicdanınıza havale ediyorum…

Gözlemledigim kadarıyla, ‘Materyalist Islamcılık’ virüsü insanı öncelikle ameli yönden etkiliyor:

  • Yardima ihtiyacı olan birisi geldiginde, vicdanı ona siddetli bir şekilde cebindeki 3-5 kuruşu o kisiye uzatmasını soylesede, kafasını çevirip gider. Cünkü Seytan ona “seninde ihtiyacın var” vesvesesini vermiştir. Halbuki hayatında kumar, sigara, içki, spor izleme/oynama veya diger zevklere her zaman parası vardır…

Bencillik, menfaatperestlik ve cimrilik bu tarz insanların en önemli vasıflarıdır…

  • Dinen farz olan ‘Zekat’ı kesinlikle önemsemez bu tipler. Odemesini tembih edenlerden uzaklaşırlar.

Sunnet olan Kurban kestirmeyi ve/yada sadaka/burs vermeyi saymıyorum bile… Isar ve tefani ruhundan bahsetmek ise ‘enayiliktir’ bunlar için.

  • Hastalık-kaza-bela hakkında Allah’a degilde sigorta sirketlerine daha çok guvenirler. Başına bir kaza-bela gelir diye *sigorta yaptırır. Sigorta yaptırdıgı gun, gelecek adına kaygısı azalır. Oysa sadece Allah’a güvenmeli müslüman oldugunu iddia eden bir insan! Bu nazarda ‘gelecek kaygısı’ olmamalı!

*Kanuni olarak gerekli sigortalardan bahsetmiyorum. Insan yaşadıgı ülkenin kurallarına (dine alenen karşı gelmiyorsa) uymalı!

  • Gelecek kaygısının insanın kendisine bakan bir tarafı oldugu gibi, insanın sevdiklerini de kapsar çogu zaman. Bu virüse kapılanlar devamlı para biriktirir, ev-arsa alır, mal yıgar ki çocuk/torunları da dünya namına mutlu(!) olsunlar. Hatta daha sonraki nesilleri de düşünenler vardır! Oysa bir muslümanın çocuk-torunlarına bırakabilecegi en guzel miras kanaat, ilim ve ahlaktır! Mal bugün var, yarın ise yoktur! Ahiretde ise sadece infak ettiklerinin sana faydası olacaktır…
  • Bazı insanların aklından “genç öleyimde cesedim güzel olsun” gibi fikirlerde geçer. Bu konuda birşey yazabilecek durumum yok, çünkü o kadar ‘çukur’lara inemiyorum. Fakat hepimizin aklından geçebilecek olan “öldügümde insanlar arkamdan güzel konuşsunlar” istegi ilk başta masum gibi görünse de, biraz duşunursek, bir önceki söylemden çok farkının olmadıgını görebiliriz. Biz güzel-temiz-ahlaklı bir şekilde yaşarsak Allah bizden hoşnut olacaktır. Tek önemli olanda budur! Insanların arkamızdan guzel konuşması tabi bir göstergedir fakat Allah hosnut olduktan (ve alenen kul ve/yada kamu hakkı yemedikten) sonra ne dediklerinin bir önemi yoktur!
  • Bütün tedbirleri alsa da, evini bırakıp tatile gittiginde aklı hep “acaba eve hırsız girermi?” “eşyalarıma birşey olurmu?” gibi sorularla rahatsız olur. Oysa müslüman tedbirini aldıktan sonra başına gelen her işte Allah’a tevekkül eder… Gerisine pek kafa yormaz…
  • Emekli olacagı günü terhis gunu gibi beklerler ki aylak-aylak yaşasın, günlerini uyuşuk- uyuşuk yatarak geçirsinler… Emekliligi yeni neslin onunun açılması açısından önemli görsemde, müslümanların emeklilik icin yaşamasını kesinlikle anlamıyorum ve tasvip etmiyorum. Insan (seviyesine gore) ömrünün her dakikasında “Allah için ne yapabilirim?” diye kafa yorması gerekir! Emekliligi de bu açıdan bir fırsat olarak görebilir…

Aynı şekilde, ömurleri boyunca “Cumartesi gelsede boş-boş yatsak” diye Cuma gününü dört gözle beklerler…

  • Ozellikle Sabah namazını kaçırmayı önemsemezler, çünkü 10 saatlik uykularının bölünmemesi saglıkları açısından çok(!) önemlidir… Aynısı yemek yerken de geçerlidir. Gunde 5 ögün yemek yemeleri çok önemlidir, zira birazcık dahi aç kalsa bu saglıgını feci(!) sekilde olumsuz etkileyecektir. Ayrıca agzı hiç boş durmamalıdır yoksa hayatdan zevk(!) alamaz, nefisleri ise biraz körelir mâzallah! Canının çektigi bir pastanın dahi ne yapıp edip en büyük dilimini daima kendine alır, öbur türlü gözü doymaz! “Bunuda mı yazdın? Bu kadarda abartma!” demeyin! Işkembeleri çok önemlidir bu insanların! Zira o bölge akıllarını ve kalplerini yönetir…
  • Omür, yeteneklerini ve paralarını devamlı israf ederler! Bu müsrifligi hiç önemsemezler…
  • Daima ev-araba almanın ruyasını kurarlar. (Afedersiniz ama) WC’ye dahi gittiginde onları düşünür, hesaplar yapar.
  • Kızını isteyen damat adayının (yada tersi) ahlakı, ibadeti ve kötu huylarından once kazandıgı para ve makamını sorarlar…

Materyalist islamizm anlayışı amellerimizi etkiledikten sonra, imanımızı da etkilemeye başlar:

  • Bu tipler her olayı direk sebep-sonuçlara baglarlar. “şunu yaparsak böyle olur”, “Bu olmasaydı şu olmazdı” gibi lafları agızlarında çok duyarsınız… Allah’ı (haşa!) hep ‘denklem dışı’ bırakırlar. Hayatı matematik gibi sanarlar. Ornegin başarılı bir insan kendi yeteneginden dolayı başarılı olmuştur bunlar için. Bu söylemin Karun’un Hz. Musa(a.s)’ya dediginden bir farkı yoktur!

Oysa hersey Allah’ın elindedir. Başarıyı da, parayı da istedigine verir. Yetenek ve azimle birebir dogru orantı olacak diye bir kural yoktur.  Bize duşen dogru-dürüst çalışmaktır, zafer-başarı Allah’tandır! Ayrıca başarı da, başarısızlıkta bir sınavdır!

  • Salih rüya gorenleri dahi duyduklarında küçümserler. “Bunlar deli saçması” deyip aşagılarlar… Birazcık bilim bilenler (ve/yada rasyonalist/pozitivist geçinenler!) ise “psikolojik olarak beynin bir kurgusu” derler. Oysa ahir zamanda rüyaların çok önemli oldugunu Efendimiz (s.a.v) bizzat kendisi söylemiştir.
  • Nazar gibi – yine Efendimizin tasdikledigi – şeylere inanmazlar/önemsemezler… “Masallah” demez; güzelligin anne-babadan degil, Allah’tan geldigini unuturlar…
  • Kimse görmüyorsa – canları istediginde – her türlü haramı işlerler. Allah’ın görmesi çok önemli degildir, ki çogu zaman O(c.c.) akıllarına dahi gelmez! Başkalarının ise günahlarını açıga çıkarmak çok hoşlarına gider! Oysa Allah’ın sakladıgını, kul ortaya çıkarmamalıdır (kamuyu ilgilendiren yolsuzluk gibi bir durum degil ise)!
  • Cin ve meleklerin varlıgını sorgularlar. Oysa müslüman bir insan bu tarz varlıklara inanmak zorundadır, zira imanın kesin şartları arasında Kuran’a inanmakta vardır. Kuran-ı Kerim’de bu varlıkların varlıgı hakkında onlarca ayet vardır (hatta cinlerden ismini alan Cin suresi vardır). “Müslümanım” diyen adam neye inandıgını bilmeli (yani seviyesi yettigince ilmihal, hadis, adab, Kuran ilmi ogrenmeli) ve ona göre yaşamalıdır!
  • Hikmetini anlayamadıgı haramları işlemeyi ve/yada farzları ifa etmeyi önemsemezler… Oysa bu insanı dinden dahi çıkarır da farkında olmaz insan!
  • “Allah ne der?”den önce “millet ne der?”i düşünürler…
  • Ornegin, 10 defa sigara molası verirler, fakat (başkası için dahi) bir namaz molasına vakitleri yoktur(!)
  • Menfaatleriyle dogru orantılı grup/partileri, dinlerinden bile daha ateşli savunurlar (e.g. bugünkü AKP/RTE’yi ekranlarda gözü kara savunan avaneler gibi)! Menfaatleri bittigi gün başka gruba geçerler…
  • Kendisinden makam olarak daha üstde birisinin (e.g. Amiri, Başkanı, Komutanı, Cumhurbaşkanı) elini sıkmanın, el-etek-ayagını öpmenin, aynı masada oturmanın hayalini kurar. Eger hayaline ulaşırsa gece gündüz o anı düşünür. Fakat kendisini yaratan Allah(c.c.)’la randevusu olan namazı önemsemez (veya kılmaz)!
  • Haset ve/ya menfaat’den dolayı kişilere karşı aşırı ve devamlı nefret veya sevmek karakterlerinde vardır. Ornegin sevdigi patronunun adeta kul/kölesi olur. (Haşa!) Tanrı gibi, ne eleştirir, ne eleştirtir, somut olarak bir hatasını dahi görse/gösterseler “olsun bir bildigi vardır” der ve gözü kara savunur!
  • Alimlerin ne dediklerini pek takmazlar. Dini kendi anlayışlarına göre yaşar, Kuran’ı kendi anlayışlarına gore yorumlarlar… Ilimlerini yeterli görürler…

Beyefendiler 1400 yıllık Islam mirasını (e.g. tefsir, hak mezhepler, kelam ilmi) red edip, **modernlik(!) adına kendi bir gramlık ilimleriyle, dinde (en azından kendi hayatlarında) reforma kalkışırlar. “Bu devirde de bu olurmu?” gibi laflar agızlarında sakız gibidir…

**Bunların modernlik adına yaptıgını, Selefi/Vahabiler’de ‘dinin aslına(!) dönme’ adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Adama demezlermi “senin ilmin nedir de Imam-ı Azam’ı, Imam Ahmet bin Hanbel’ı, Mevlana’yı, Ustad Bediuzzaman’ı, Imam Rabbani’yi red edip, kendi kendine dini yorumluyorsun?”. Terör gruplarının ilham kaynagı da hep bu Selefi/Vahabi (ve benzeri ultra-ortodoks) akımlardır. Bu yuzden Ehli-sünnet tarikatlardaki ‘icazet’ mefhumunu çok önemsiyorum. Bu sayede ortaya çıkan yeni yetmelere “senin hocan kimdi?” diye sorabiliyor, cevaba gorede bu kişinin dogru bir dini ilim tahsis edip etmedigini ögrenebiliyorsun. Cünkü bu Selefi/Vahabi’lerin yaptıgı bir kişinin tıp kitabı okuyup kendi kendine ameliyat/tedavi yapmak istemesine benziyor. Oysa adama sorarlar “hangi okuldan mezun oldun? Kimin yanında yetiştin?” diye. Kimse bu adamlara çocugunu teslim etmez, etmemeli de!

  • Verdikleri sözlerin hiçbir (ahlaki) degeri yoktur. Size bir söz verirler, sonra başkası (kendilerine göre) sizden daha iyi bir teklif yaparsa yada canları istemezse hemen sözlerinden cayarlar.

Basit bir örnek olarak: Bir tamirciyle saat 5’e anlaşırsın. Fakat saat 5 olur kimse kapınızı çalmaz. Iyi niyetle 5:30’u beklersiniz yine çıt çıkmaz. Bari adamı arayıp bir sorayım dersiniz “başına birşey mi geldi?” diye, bakarsınız ki “Abi ben gelmeyecegim. Başka bir iş aldım, su an ordayım. Siz başka birini bulun” der. Fakat aynı adamı sonradan başka bir mecliste konuşurken duyarsın ve “abiler beni bilirsiniz, hayatımda çocuklarıma haram lokma yedirmedim” diye caka satıyordur. Bu tarz tonlarca örnek verebilirim… Liyakati olmadıgı halde, birilerinin el-etek-ayagını öperek kazanılan makamlar; müşteriyi kazıklayarak kazanılan kazançlar; kamu malını, babasının malı gibi kullanan siyasetçiler/belediye çalışanları; işçisinin hakkına girip, zengin olan tüccarlar; işini dürüst yapmayan işçiler… Acaba onlarda “ben Allah’tan başka kimsenin önünde egilmedim!”, “çok şükür hiç haram lokma yemedim!”, “ne yaptıysam, Allah için yaptım!” diyor mudur? Eminim diyorlardır… Insan işini dürüst yapmalı, bilerek kimsenin hakkına girmemeli ve sözünün eri olmalı! Cünkü verdigin sözde durmamak bir münafıklık alametidir. Münafıklar ise kafirden (yani bile bile Allah’ı ve Efendimiz(s.a.v)’i reddedenlerden) bile daha aşagıdır!

  • Adamlarda ilim sahibi olmanın, gezmiş-görmüş olmanın, tecrübe sahibi olmanın, bilgi sahibi olmanın hiçbir degeri yoktur. Karşısındaki insanın sadece kazandıgı para, ün ve makamının bir degeri vardır… Bunlara göre deger biçerler karşısındakilere… Gıpta ettikleri insanlarda alimler yada bilim adamları degil, ünlüler ve zenginlerdir.

Bir bilim/ilim adamına dahi “ne kadar para kazanıyorsun?” derler ve ona göre deger biçerler gözlerinde! Bu tiplere (müslüman olmasına ragmen) Kuran-ı Kerim’i dahi okutamazsın çünkü karşılıgında cebine birşey girmiyordur! Eğer Kuran okumak sevab hanesi yerine, banka hesabını (direk) arttırsaydı, bütün gün Kuran okurlar, dini ilim öğrenirlerdi!

Oysa paranın kazanamayacagı şeyler vardır: ahlak, adamlık, iman, cesaret, tecrübe, ilim gibi… Bir insanın cebinde az parası olabilir fakat milyar dolarlarla alınamayacak bir ilmi, irfanı ve/yada imanı olabilir!

  • Bu insanlar ibadetlerini dahi kendilerine makam-mansıp yolunda yardımcı olacaksa yaparlar… Yoksa terk etmekte hiçbir mahzur görmezler…

Menfaatlerine dogru orantılı görürlerse, cemaat-tarikat-dini STK’lara dahi katılırlar. Namazı kaçırırlar fakat hiçbir dini programı kaçırmazlar! Hemde en ön sıradadırlar çogu zaman… Menfaatleri geregince ‘Rabia’cı, ‘ümmet’çi olurlar; en yüksek seste “Kahrolsun Israil-Amerika-Avrupa!” diye b(öğü)ağırmaya özen gösterirler!

Fakat ne zaman menfaatleri ters düşer (mesela kişisel menfaatinden daha fazla zekat-sadaka-himmet isterler) hemen ayrılırlar, hatta bu grupları/hocaları Seytan’laştırmakta bir mahzur görmezler. Cünkü amaçları hiçbir zaman Allah dostlarının yanında bulunmak ve nasihat almak olmadı.

  • “Dün dündür, bugün bugündür”cüdürler… Dün soylediklerini bugün yalanlamak onların yüzünü kızartmaz.

Yalan söylemeyi çok önemsemezler… Oysa Ustad Said Nursi “Yalan bir lâfz-ı kafirdir!” der.

“Bal tutan, parmagını yalar”cıdırlar… Bu yüzden yolsuzlugu, kamu malından hırsızlıgı, rüşvet yemeyi çok anormal birşey olarak karşılamazlar.

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cıdır! Kendi menfaatine dokunulmadıgı sürece, etrafında olup bitenler umrunda degildir!

“Once dünyamızı kazanalım, ahireti zaten ne yapar eder kazanırız”cıdırlar! Bu yüzden yukarıda da birçok kez saydıgım yada ima ettigim gibi yalan söylemeyi, rüşvet yemeyi, torpille adam kayırmayı, menfaatleri dogrultusunda diger büyük-küçük günahları işlemeyi, ve bunlardan dolayı Allah tarafından hesaba çekileceklerini fazla önemsemezler! Bir sevap işleseler, onu gözlerinde büyütürler; ve daha fazla günah işlemeye ruhsat bilirler…

Yukarıda birçok şey sıraladım. Belki dahada uzatabilirdim… Fakat yazımdan bir ders alacaksanız oda şu olsun: Hayallerinin birinci sırasında ‘Allah rızası’nın dısında başka şeyler varsa, sende bu hastalıga tutulmuşsun! Bir an evvel (samimi bir şekilde) tövbe etmeli ve Allah’a kalbini dogru yolda mutmain etmesi dogrultusunda dua etmeli insan…

PS: Bu yazıma “Allahsız/Peygambersiz/Kitapsız/içi boş müslümanlık” gibi isimlerin de uygun oldugunu düşündüm fakat hem bazılarının orijinal olmadıgını gördüm, hem de (kendi karakterim ve yazımın seviyesine göre) fazla sansasyonel buldum. Rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin ‘Allah’sız Müslümanlık’ kitabını da okumanızı tavsiye ederim.

PPS: Müslüman geçinen birisi ahiretini berbat ederek (hiçe sayarak!), dünyada mutlu olamaz! Olacagını sanıyorsa yanılıyor! “Müslüman tereyagı gibidir; bozuldu mu yenmez, hatta zehir gibi olur” der Ustad… Katılmamak elde degil! Dünya namına mal-mülk-makam edinecegim diye gavur gibi (e.g. kamu/kul hakkı yiyerek, torpil için el-etek-ayak öperek) yaşayamaz! Allah belli bir süreden sonra verdigi mal-mülk-makamın hepsini geri alır ondan, kişi yüklendigi günahları ve ahiretini berbat ettigiyle kalır! Gayri-müslimler en azından dunyasını yaşıyor, Allah izin veriyor buna… Fakat gavurca yaşayan müslümana Allah (belli bir mühletden sonra) ne dunyada ne de ahiretde mutluluk nasip eder! Müslüman aleminin (her anlamda) perişan haline bir de bu perspektiften bakmalı…

Read Full Post »

There are as many ways to Paradise as there are human souls - Rumi

There are as many ways to Paradise as there are human souls – Rumi

“Does God/Allah have an ego issue?” was one of the questions asked by a Muslim girl (judging by the headscarf she wore) to a well-known (judging by the YouTube hits) and knowledgeable Muslim sheikh at a gathering in Bristol (UK). However, to my surprise he did not have an answer and dodged the question. I presume because he had never come across such a controversial question before – especially from a Muslim.

I realised more clearly there that we (and I mean all of us!) wrongly take for granted and assume that everybody in our vicinity/close circle has the same amount of faith as we do. We also pretend that everyone will find the answers to their questions without anyone actually answering them – and therefore make no effort to gauge the theological/philosophical issues that exist within our communities.

Unfortunately we Muslims (generally speaking) do not have the same ‘free spirit’ as Westerners when it comes to asking controversial questions*. We think too much about what others would think and the reaction we would get, and maybe rightly so (as it would probably get us into trouble in the “backward” and corrupt countries that most of us are from)… However, virtually all of us harbour such questions** but mostly those who are born and bred in Western countries have the desire to seek answers and the guts to ask them to a scholar and/or in front of the public. However “why this is?” is another topic for us to ponder upon – and maybe for researchers to empirically analyse.

I believe that Islamic philosophy*** has to be resurrected from its ashes by today’s knowledgeable Muslim scholars to start contributing not just to the Muslim intellect, but to the World’s way of thinking (just as it was in the ‘Golden age’ of Islamic civilisations which lay the foundations for the ‘enlightenment’ in the West). For tough questions to be adequately approached, collaborations from many fields are required, which is the main missing ingredient in the ‘Islamic’ world at present… It is quite a shame as Islam lay its foundations on the brotherhood and unbreakable bonds between the Muhajir and the Ansar. But today, the ‘Muslim’ world is a mess! All hates all!

I am glad to say however that there are signs of change with some great movements (advocating dialogue, tolerance and peace) being initiated in the Muslim world. Hope they will bear fruits soon as we are fed up of living in a world full of killing, violence and bloodshed (some supposedly being done in the name of religion)!

Getting back to the question at the start, I have thought on this issue a bit and believe the answer should have been along the lines of: “Whatever I say, it is not going to convince everyone as the real answer lies within ourselves, not in any book or scholar. However the answer is a definite NO. God does not have an ego issue. It is we who do!”

“God has created us, given us everything that we have (from our parents to our intellect); and sent us to this Earth to test us for a tiny amount of time (in the grand scheme of things). However we have paid him back with disobedience, disloyalty, negligence to his message, ignorance to his messengers who were the greatest and most kind of mankind (list can go on)… But He (The Most Merciful, The Most Gracious) is willing to forgive each and every one of us if we wholeheartedly ask for His forgiveness. He will then grant us with Paradise (forever) for the little bit of good that we did in His name (in that finite time period that we call ‘life’).”

So to say that he has an “ego issue” after all the things that he has done for us, reflects the enormous “ego issue” that we have within ourselves. I am not a scholar (wish I was!) therefore I cannot give comprehensive answers, but all I can say is that there is need for us to return back to the basics and start teaching the true essence of Islam to people, starting within our own communities (i.e. Muslim).

* Just Google search the same question, and you will see that the it has been asked repeatedly by people of other faiths or no faith, but it is quite hard to find a similar one in an ‘Islamic’ website

** Being a Muslim does not change the fact that you are still a human being like any other – with ‘human’ problems

*** I do not mean the philosophical/theological thinking done by Ibn Taymiyyah or Omar Khayyam (whose ideas are totally against the teachings of the Prophet (s.a.v) and the Qur’an) but similar to ones carried out by (Sufi) intellectuals/scholars such as Rumi, Bayazid Bastami, Al-Ghazali and Ibn Arabi. A more recent example is Said Nursi, who is a scholar of the 20th century. His ‘Risale-i Nur‘ collection is considered one of – if not the – greatest Islamic exegesis (tafsir) by many; and thus should be read by all interested in deepening their understanding of the Qur’an, the Prophet (PbuH) and Islam as a whole.

 

PS: I do not like preaching my beliefs (although I do try and give answers if I am asked) as I believe everyone’s on their own journey to find the truth about God, life and the hereafter. We may all arrive at the same conclusion through (sometimes totally) different means…

Read Full Post »

O(c.c.)’nu bulan neyi kaybeder? Ve O’nu kaybeden neyi kazanır?” (Mektubat, Ustad Bediuzzaman Said Nursî)


Gençtim, gurbette;
Yoktu birşeyim;
Hakk sahip çıktı;
Şükür, şimdi var her şeyim.

Ailem, sevdiklerim, imanım;
Imrendirecek imkanlarım;
Ve birazcık da olsa, ilmin izzeti var;
Fakat artık, kaybedecek de çok şeyim var!

Iyi niyet bir zayıflık mı? Sanmam!
Fakat aldatılmaktan korkarım;
Kolay kolay palavraya kanmam da;
Bana Hakk hakkında yalan soyleme, inanırım!

Hayatta O’na dayanmışım;
Allah bilir, fedakarlıklar yapmışım;
Belki iblis sagdan yaklaşır;
Heyhat, bir de bakarsın gururlanmışım!

Hayat imtihanı zordur;
Kaygan bir yoldur;
Son nefeste dahi olsa uyarın;
Hayat yolunda ayakkabısı yıpranmış bir yolcuyum ben;
Bilemem, belki de kayarım!

Read Full Post »

Zamanında Hz. Öme­r(r.a.)’­le Hz. Ebubekir(r.a.) ara­sın­da bir tar­tış­ma ol­uyor, ve bilindigi kadarıyla da bu tartışmada Hz. Ebubekir az da olsa haksız olan tarafta. Fakat Hz. Ömer bu tar­tış­ma­dan piş­man­lık du­ya­rak Hz. Ebû Be­ki­r’­in evi­ne git­miş, onu ev­de bu­la­ma­yın­ca der­hal Efen­di­mi­z(s.a.v)’­in hu­zu­ru­na ge­lmiş.

Hz. Ebubekir’de orada… Tam Hz. Ömer sö­ze baş­la­ya­cak­tı ki Efen­di­mi­z’­in si­ma­sı­nın ren­gi degişiyor. Bu­nu fark eden Hz. Ebûbe­kir, Hz. Öme­r’­in azar­lan­ma­sın­dan en­di­şe ede­rek di­zleri üze­ri­ne çök­müş va­zi­yet­te bu iş­te ken­di­si­nin Hz. Öme­r’­den da­ha ile­ri git­ti­ği­ni söy­le­mi­­­­­ş. Fakat beklenenin aksine Efendimiz ora­da bu­lu­nan diger sahabi efendilerimize de hi­tap ede­rek, pey­gam­ber­lik­le gö­rev­len­di­ril­di­ği ilk gün­ler­de ki­mi da­vet et­tiy­se te­red­düt, şüp­he ve iti­raz ile kar­şı­lan­dı­ğı­nı, fakat te­red­düt et­mek­si­zin he­men ina­nan tek ki­şi­nin ise Hz. Ebube­kir ol­du­ğu­nu söy­lemiş. Ardın­dan da şöy­le bu­yur­du: “Şim­di as­hâ­bım! Siz bu aziz dos­tu­mu, ba­na bı­ra­kır­sı­nız de­ğil mi?”

Bu­hâ­rî, Fe­dâ­ilü As­hâ­bi­’n-Ne­bî, 5

Efendimiz(s.a.v) nasıl hayatın her alanında bize örnek olmalıysa, vefa konusunda da bize en güzel örnektir. Efendimiz kendisine en zor günlerinde (ozellikle ilk peygamberlik geldigi zamanlarda) sahip çıkmış olan Hz. Ebubekir’i hep en ön sırada tutmuş ve ona hep vefalı davranmıştır. Sonradan (çok sevdigi amcası ve ilk zamanlardaki en güçlü koruyucusu) Hz. Hamza, (“benden sonra peygamber gelseydi o olurdu” dedigi) Hz. Omer, (çok sevdigi damadı, aşere-i mübeşşere’den) Hz. Osman, (ilk müslümanlardan, çok sevdigi damadı) Hz. Ali, (“Allah’ın kılıcı” ünvanlı) Hz. Halid gibi insanlıgın zirvesi olan sahabeler huzur halkasına katılsada, o ilk dostunu hiçbir zaman unutmamıştı ve kendisini onlardan dahi üstün tutmuştu*.

Vefa konusunda zorlandıgım zamanlar çok oluyor. Uzun zamandır gormedigim/konuşmadıgım bir büyügümün bana karşı kötü düşünceler besledigi konusunda (dogru ya da yanlış farketmez! açıkca soylemedikçe böyle düşünmemeliydim – bana yakışan bu degil) vesveseye kapılıp, ona karşı içimdeki sevgi/saygının bir anda azaldıgını hissettim. Sosyal medyadan bir-iki paylaşımıda hoşuma gitmedi, içimden kötü şeyler geçirdim onun hakkında. Fakat biraz zaman geçtikten sonra benim için yaptıgı (ufakta olsa) bir iyilik/nazikligi gördüm bir foto albümümde – ve bu hatırayı aklıma getirerek vesveseyi uzaklaştırdım. O kişi hakkındaki kötü düşünceler aklımda oldukça, kalbimin de kirlendigini hisseder gibi oldum. Allah korusun, O(c.c.) korumazsa çok çabuk kayarız bu kaygan imtihan dunyasında.

Bunun için ben herkese bir ‘iyilik’ günlügü (benevolence diary) yazmayı tavsiye ediyorum. ‘Günlük’ derken dizilerde gördügümüz ergen kızların yazdıgı saçma-sapan ‘aşk’ günlükleri degil tabi. Gün-gün kısa notların oldugu bir günlük; ve bu günlükte arkadaşlarınızın, anne-babanızın, abi-abla-kardeşlerinizin, ögretmenlerinizin sizlere yaptıkları iyilikleri not edeceksiniz. Kendi yaptigınız iyilikleri degil**.

Boyle bir günlügün amacı da insanların bizlere yaptıgı iyilikleri hatırlamaktır. Maalesef insan olarak çok unutkanız. Hatta üstad Bediuzzaman gibi büyük alimler ‘insan’ kelimesinin kökünün ‘nisyan’dan geldigini söylerler, yani ‘unutmak’tan. Dolayısıyla unutmak dogamızda var. Hepimiz birşeyleri unutuyoruz. Ozelliklede bize yapılan iyilikleri… Buda bizi bazı insanlara karşı kötü düşünceler beslememize yol açabiliyor. “Benim uzerimde emegi olmayan bir insan nasıl oluyorda bana boyle davranabiliyor” diyebiliyoruz, oysa o kişi belkide bize zor günümüzde yardım etmiştirde biz unutmuşuzdur. Dolayısıyla da bizim ona karşı kötü hisler beslememiz vefasızlıktır!

Bu tarz bir senaryoya örnek olacak gerçek bir hikaye: Zamanın Sevilla Emiri El-Mutamid (Muhammad ibn Abbad al-Mu’tamid)’in eşi Prenses Rümeykiye (Romeykiyyah) ile arasında geçen bir olay… Prenses bir gün sokakta yürürken süt satan kadınların bileklerine kadar çamurda çıplak ayaklarıyla dolaştıgını gorüyor ve çok hoşuna gidiyor (eski günlerini hatırlatıyor kendisine). Saraylarına döndüklerinde “keşke bizde o kadınlar gibi olabilsek” diyor kocasına. Emir’de kölelerine saray hareminin dışarısında amber, misk, kafur agacı yagı (camphor) vs. ile camuru karıştırmalarını emrediyor, ve Prenses ve kölelerinin orada istedikleri gibi oynamalarına izin veriyor.

Bir zaman sonra, Rümeykiye ile Emir arasında sert bir tartışma oluyor. O an ki sinirinden Rümeykiye: “Vallahi ömrüm boyunca senden iyilik gördügüm bir gün olmadı” diyor. O an beyninden vurulmuşa donen Emir, eşinin bu lafı karşısında kısık ve hayal kırıklıgına ugramış bir tonla: “çamur gününü de mi görmedin Rumeykiye?” diyor.

Rumeykiye bu cevap karşısında eşine yaptıgı haksızlıgı (ve vefasızlıgı) anlıyor ve susuyor; ve eşine ufak bir gülümsemeyle kendisinin haklı oldugunu belirtiyor…

Hatasından dönmeyi bilmeli insan! Maalesef bir kaç kere eşler arasında bu tarz lafları (sokakta yanlışlıkla) duydugum oldu. Ozellikle bayanlar sinirlenince, (belkide yıllarca evli oldugu) eşine “ben senin için saçımı süpürge ettim, sen benim için hiç birşey yapmadın” diyebiliyor. Böyle şeyleri iki tarafta birbirine dememeli. Cünkü 100% yanlış bir söylem, söyleyen tartışmada haklıyken bile haksız duruma düşer. Vefasızlık yapmamalı! Kulların hoşuna gitmeyen, Allah’ında hoşuna gitmez!

Burda aklıma bir menkıbe geldi: Zamanın birinde önemli bir evliya varmış. Gencin biri bu mübarek zatla tanışmak icin evinden çıkmış ve uzun bir yol almış. Eve varınca kapıyı çalmış ve kapıyı evliyanın eşi açmış. “Teyzecim ben üstadı aramıştım” deyince, kızgın bir tonla “Gitti yine ormana beni yalnız bıraktı burda, neymiş agaç kesecekmiş” demiş. Teyze hep kötü şekilde bahsediyormuş eşinden. Biraz bekleyince ormandan eve dogru gelen evliyayı görmüşler. Bir aslanın üzerine yüklemiş odunları, digerinede kendisi oturmuş şekilde… Genç, evliyanın elini öpüp nasihatını almış ve evine dogru yola koyulmuş. Yolda dönerken de evliya için dua etmiş: “Ya Rabbi böyle mübarek bir zata daha uygun bir eş ver, şimdikinden kurtar onu”.

Genç bir-kac sene sonra yine evliyayı ziyarete geldiginde, yine kapıyı bir bayan açmış fakat bu seferki degişik bir teyzeymiş. Teyze, evliyanın yeni eşiymis. Eski eşi vefat etmiş. Genç evliyanın nerede oldugunu sordugunda, teyze “Ah ne desem boş evladım. Efendi yine kendini yoruyor, ormana agac kesmeye gitti. O kadar söyledim yorma kendini, ben yaparım diye fakat dinlemiyor” demiş. Genç duasının kabul oldugunu anlamış. Teyze efendiye daha layık bir insanmış kendisine gore. Biraz zaman geçince evliya ormandan belirmiş. Fakat bu sefer aslanlar yok, evliya sırtına almış kestigi odunları… Genç durumu sorunca, “A be evladım ne yaptın sen? Allah bana eski eşimin bazı huylarına sabrettigimden ve vefalı davrandıgımdan dolayı benim seviyemi arttırmıştı”.

Insanlar yaptıgı iyilikler karşılıgında rıza-yı ilahi dışında birşey beklememeli. Fakat hiçbirimiz (haşa!) Peygamber (seviyesinde) degiliz! Insan olarak bazılarımız birazcıkta olsa vefa bekleyebilir yaptıkları iyilikler karşılıgında. Bunuda onlara çok görmemek lazım. Hatta ben insanların daha çok onurlandırılması taraftarıyım. Birbirimizi (haddi aşmadan) onore etmek bu kadar zormu da, çok az yapıyoruz? Karsındakini onurlandırmak seni yükseltir, alçaltmaz… Allah Vefiyy’dir, vefalıları sever!

Ornek olarak güzel haber alınca o kişilerle paylaşmak, “seninde payın var, Allah razı olsun” demek onları da memnun edecektir. Sevgi ve başarılar paylaşarak çogalacaktır…

Maalesef ego-santrik bir zamanda yaşıyoruz. Bir çogumuz kendimizi başkalarıyla kıyaslıyor ve onların bizden bazı konularda yuksek olmasını kıskanıyoruz. Maalesef içimizde onlara karşı haset besliyoruz… Bilmiyoruz ki haset insanın içini tüketir, birazcık mutlulugu varsa onu da alır goturur. Insanları sevmeyi ögrenmeliyiz, bu da bize emegi geçenlere vefalı olmakla başlayacaktır. Onları sevmeyen, kimseyi sevemez!

Zor gününde yardım etmişlere hep vefalı ol, onların yaptıgı ufak iyilikleri bile gözünde büyüt. Hiç unutma! Onları hep hayırla yad et, dualarından eksik etme. Kötü gün dostları çogu zaman ‘iyi’ gününde senin gözüne pek görünmezler. Kesinlikle ‘iyi’ gününde (insanın nefsine hoş gelse de) yalakalık yapmıyor diye onları unutup, sırf ‘iyi’ gün dostlarını onların önüne koyma. Bence insan anne-babasına, kendi uzerinde emegi geçenlere ve ‘kötü gun’ dostlarına karşı (alenen kotülük yapmıyorlarsa) her zaman haksızdır! Boyle bilirse, hiç bir zaman araları bozulmaz bu insanlarla…

Son bir menkıbeyle bitireyim: Adamın biri nehir kenarında yürürken bogulan bir adamı goruyor. Hemen atlayıp adamı güç bela kurtarıyor fakat bogulmak uzere olan adamın çok sevdigi şapkası nehirde sürüklenip gidiyor. Bogulan adam: “Allah razı olsun kardeşim, sen olmasan bogulacaktım” diyor.

Fakat yıllar geciyor, aynı mahallede yaşayan bu iki adam arasında ufak-tefek olaylar yaşanıyor. Bu ceviz kabugunu doldurmayacak olaylar yıllar geçtikce (zamanında bogulmaktan kurtarılan) adamın gözünde birikiyor ve en sonunda agzından şu sozler çıkıyor: “Bu adamın kimseye bir faydasını görmedim. Hatta çok sevdigim şapkamı da bunun yüzünden kaybettim bir zamanlar”.

Evet, tiksindik bu adamın yaptıgına… Fakat bu duruma “biz de düşüyor muyuz acaba?” diye düşünmeliyiz…

Sözlerim önce nefsimedir…

——————————

PS: Sevdigin/saydıgın/sana emegi geçen iki kişinin arasının bozuk oldugunu gördükten sonra aralarını yapmaya çalışmamakta vefasızlıktır! Fakat tartışmada (kendimize gore) haksız gördügümüz tarafı da bozmamak gerekir, “abi/abla oyle şeyler soyleme, sana yakışmaz” gibi laflarla – tam agızlarından kırıcı birşey çıkacakken, laflarını keserek – ortamı yumuşatmaya calışmalıyız.

PPS: Kişisel olarak kimsenin kalbini kırmak ya da nefsine hoş gelmeyecek şeyleri yuzlerine söylemek istemem. Fakat sevdigim ve/veya saydıgım insanların (kendime gore) hatalarını görüyorsam uyarmayı gorev bilirim. Karşımdaki anlar yada anlamaz. Ben karakterimin geregini sergilemek zorundayım. Allah şahit kimseye şirin gözükme gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı, inş. bundan sonrada olmayacak!

—————————–

^Kaynak: ‘The History of the Mohammedan Dynasties in Spain’ by Aḥmad ibn Muḥammad Maqqarī ve Ibn al-Khaṭīb

*Fakat Efendimiz o kadar da dengeliydi ki, bütün sahabeler yinede içten içe Efendimizin en çok kendilerini sevdigini sanardı.

**Iyilik yap denize at misali… Balık bilmese de Halık bilir. O’nun (c.c.) bilmesi yeterdir!

Read Full Post »

Kalite/görgü parayla pulla değil, kitap, ilim ve eğitimle alınır...

Kalite/görgü parayla pulla değil, ilim ve eğitimle alınır. Kaliteli her insanın bir ‘duruş’u vardır.

Hiç kimseyi kendimiz gibi düşünmüyor diye aşağılayamayız(mamalıyız!). Fakat “buyur kardeşim, neden böyle düşünüyorsun bir anlatıver” dedigimizde, bir argüman üretemiyorsa ve sorularının karşısında kıvırıyor ve ordan oraya atlıyorsa, o adamdan alabilecegin bir cevap olmadıgını anlayacaksın; ve derhal yanından uzaklaşacaksın. Cünkü boyle insanların bir duruşu yoktur ve onlarla konuşmak tamamıyle zaman israfıdır. Daha bir dakika önce ak dediğine bir dakika sonra kara diyebilir. Bu yüzden birisiyle (seviyeli şekilde – hakikati bulma amacı ile) tartışmaya başlamadan önce bakarım bir duruşu varmı diye…

Ben kendi yaşadıklarımdan örnek verecek olursam: Dünya görüşü tamamen zıt bir insanla, ornegin bir ateist arkadaşla bile din ve Tanrı’nın (Allah’ın) varlıgı konusunda konuşabiliyor, tartışabiliyorum çünkü adam(lar)ın bir duruşu var. Diyor ki “bana bilimsel şeylerle gel dinleyeyim”. Ben de çapım yettigi kadar onlara bilimsel argümanlarla geliyorum; ve şu ana kadar ki her konuşmam sonrasında (benim bir özelligimden degil, Allahın inayeti) bana “evet senin söylediklerinde de haklılık payı var” dediler. Karşındakinin samimi bir duruşu olunca ona göre bir argüman üretebiliyorsun – ve tatmin olursa “evet haklıymışsın” ya da “anlayabiliyorum seni” diyebiliyor. Düzeyli, seviyeli adamın hali – tamamen zıt fikirde dahi olsa – başka oluyor!

Insanların ekonomik refah düzeyini arttırabilirsin fakat bu tek başına toplumun ‘kalite’ ve ‘seviye’sini artırmaz. Etrafında olan bitene karşı duyarlı ve gerekli duruşu sergileyen insanlardan oluşan bir toplum istiyorsak (aynı şeyleri/şeylere düşünmesine/inanmasına gerek yok) – ki istemeliyiz – bunu egitimle ve görgümüzü arttırarak (e.g. farklı ülkeler gezerek, kitaplar okuyarak, insanlarla tanışarak, kritik düşünerek) halledebiliriz.

Fakat maalesef (inşallah degişir diye dua ediyorum), bizim milletimizin söylenildigi (yada caka sattığı) gibi ne muhafazakar, ne demokrat, ne meritokrat, ne liberal, ne dindar, ne de egalitaryan bir duruşu var. Cünkü *demokrasiyi sadece sandığa gitmek diye algılayandan demokrat olmaz! Bütün çapsız/liyakatsız arkadaş/akrabalarına torpil arayandan meritokrat olmaz! Kendisi gibi olmayan insanların (e.g. Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni) ezilmesine/alenen haklarının yenilmesine ses cıkarmayandan liberal olmaz! Devamlı ve 5 vakit namaz kılma oranının %10’larda dolaştıgı, zekatını tam verenlerin belki dahada az olduğu millet dindar olamaz! Sadece dört parmak göstererek ‘Rabiacı’, “Kahrolsun Israil” diye böğürerek ‘Filistinci’ olamazsın! Ağzında (haşa!) sakız yaptığın Efendimizle (S.a.v), Yaradanımızla (c.c.) ilgili bir kitap dahi okumamışken, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyorken, (küçük günahları bıraktım) büyük günahları (e.g. zina, kumar, yalan, hırsızlık, yolsuzluk) dahi önemsemiyorken muhafazakar olamazsın! Sırf bir gruba kininden dolayı, dünyanın her yerine yayılmış Türk okullarını kapatmaya çalışan bir iktidara oy vererek miliyetçi olamazsın! Kahvede bütün gününü nazik yerinin üzerine oturarak ve sigara/alkol içerek geçiren tipler bu ülkeyi bir arpa boyu ileri goturemez! Daha ‘insan’ olamamışken, ‘müslüman’ hiç olamazsın!

Milletimizin maalesef “şöyle güzel bir duruşu var” diyemiyorsun – partizanlık, **jingoizm, nepotizm ve benzeri kotü hasletlerin dışında mutabakata varacağımız bir duruşumuz yok… Maalesef aynı problemler (hatta fazlasıyla) ümmette de var. Belki namaz kılma, Kuran okuma oranları daha yüksektir ama kural tanımamazlık, herkesin kafasına göre kendi ‘şeriat’ını uygulama hastalığı, bilim/sanat/tarih düşmanlığı gibi ‘gerilik’ler oralarda diz boyu!

Bu kadar problemi çözmek için nerden başlanır bilmiyorum fakat en azından ‘iyi’yi anlayacak kapasite olmalı insanlarda/toplumda. Sonra da yapanlar ‘bizden’ olsun yada olmasın, iyiye iyi, kötüye de kötü demeyi öğrenmeliyiz. Evrensel etiğin öğretilmesini çok önemsiyorum bu noktada (Lütfen nesli ihya etmek için yazımı okuyunuz)…

Allah sonumuzu hayretsin, şuurumuzu artırsın ve dünyanın en büyük milletleri arasına yine soksun bizi! Dua ile…

*Demokrasinin düzgün işlemesi için medyanın özgür olması, güçler ayrılıgının ilkesinin uygulanması ve hukukun üstünlügünün tesis edilmesi şartdır. Bunların olmadıgı yerde Sisi gibi bir katil %96, Esed gibi bir zalim ise %88 oy alır.

** Bizde ‘Milliyetçilik’le karıştırılıyor, fakat bizdeki faşizanca, ırkçılıga kayan ‘sözde’ bir milliyetçilik. Ben vatanımı-milletimi-tarihimi-atalarımı severim (hem de çok!) fakat kesinlikle sırf Türk olmaktan dolayı kendimi kimseden üstün görmem.

 

PS: Allah’a karşı çok küstahlıgım oldu fakat dünya namına kimseye veremeyecegim hesabım yok! Babam dahi bana torpil yapmadı, yapmaz! Hayatda ne başardıysam Allah’ın inayeti ve gayretimle başardım!

Insan haram yerse, suç işlerse, kamu malından aşırırsa, para-mal-makam karşılıgı kalemini-şerefini-iffetini-izzetini satarsa… Tabi ‘duruş’ sergileyemez! Duyarsız ve kulaktan dolma bilgilerle yaşayan halka birşey d(iy)emiyorum, fakat ortalıkta alim-yazar-düşünür gibi dolaşan insanlara birde bu gözle bakmanızı tavsiye ederim!

PPS: Olaylara kader penceresinden (kendi çapımca) bakmaya çalışıyorum çogu zaman. Mesela “Allah bize ne diye dogru-düzgün muhalefet partileri nasip etmiyor?” diye kendi kendime düşünüyorum… Sonra aklıma “Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, (hiç şüphe yok ki!) Allah da o toplumda olan hali değiştirmez.” ayeti geliyor… Cevabımı buluyorum… Allah bize saçma-sapan iktidar partilerinin peşinden gitmeyi degil, hakkın peşinden gitmeyi nasip etsin!

Read Full Post »

Birkaç sene önce yazmaya başladığım ama sonradan iş-güç yoğunluğundan ve hikayeyi bu haliyle fazla didaktik bulduğumdan dolayı yazmaktan vazgeçtigim bir kısa roman çalışması… Tümünü türkçe karakterlerle yazmadığım için şimdiden özür diliyorum! Lütfen “hikayeyi düzeltirim/bitiririm” diyenler bana ulaşsın. Iyi okumalar!

Kitap tanıtım yazısı (blurb)

Hayatta hepimizin doğru ya da yanlış, farkında olsak da olmasak da, kırmızı çizgileri vardır. Bunları geçmeyi hayal dahi etmeyiz; etmek de istemeyiz. Peki kırmızı çizgilerinizi geçmiş kişi sizin için çok özelse? Kırmızı çizgilerimizi mi gözden geçiririz? Yoksa o kişiyi hayatımızdan mı sileriz? Bir daha hiç mutlu olmama pahasına… Ya kader devamlı önümüze bu ‘çizgi’leri sorgulama imkanları çıkarıyorsa?

Insanın en tesirli öğretmeni kendisidir. Başkalarının başına gelenlerden ya da nasihatden değil, en çok dersi kendi başına gelen olaylardan ve kendi kendine verdiği nasihat ve sözlerden alır.

Bazen kalbimiz başka, kafamız başka söyler… Hangisine uymalıyız? Hangisine uyuyoruz?

Bu soruların kendi hayatımıza bakan yönüyle cevabı bazen okudugumuz bir kitapta, bazen önemsemedigimiz bir insanda, bazen de tam gözümüzün önündedir… Görmeye var mısın? Ama önce Yusuf gibi düştüğün ‘kuyu’dan çıkmalısın!

[Kitabın direk özetine geçmek için en sona, “Hikaye synopsis – Kısa özet” bölümüne kadar inin]

Chapter 1: Başlangıç

Yusuf bir asansörde üst katlara doğru çıkıyor. 28.nci kata gelince Yusuf’la beraber üst katlara çıkan bir kadın inmiş, 29.ncu katta başka birisi binmiştir. Sonradan binen kadın en üst katın düğmesine basıyor ama kaçıncı kat olduğunu görmek zor…

Yusuf bir anda uyanıyor. Rüyaymış meğer!

Pazar kahvaltısı

Ibrahim ailesi yine her Pazar günü olduğu gibi sabah erkenden kalkmış, ailecek kahvaltı yapıyorlardı. Baba Yusuf yine masanın kendisine ayrılan köşesinde oturmuştu ve bütün dikkatler üzerindeydi. Üç oğlu Selahaddin (~24), Süleyman (~22) ve Bünyamin (14), kızı Ayşe (17) ve eşi Zeliha onun ağzından cıkacak lafları bekliyordu. Çünkü her Pazar sabahı çocukların hoşuna gidecek bir konu açardı, ve konuyu tam bitirmeden bitirirdi konuşmasını. Fakat Yusuf bugün biraz endişeli gözüküyordu. “Evet çocuklar” diye başladı. “Sizlere anlatacağım bu hikayeyi güzel dinleyin. Diğerlerinden farklı olarak, sizlere hepsini birden anlatacağım.”

“Insan anlamadığı olaylar karşısında Ibrahim Hakkı hazretleri gibi ‘Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler’ demeli” diye başladı hikayesine. “Kendi kendine ekstra kurallar, anlamlar üretip hayatı boşu boşuna zorlaştırmamalı. Eğer Allah’ın varlığına ve onun herşeyi bildiğine inanıyorsak, Allah’ın bize koyduğu kuralların bize yetmesi gerekir. Bazen en akıllı insanlar dahi neyi nasıl yapacağını, nasıl davranacagını bilemez. Bizim önümüzde örnek olarak Efendimiz (sav) var ve onun bizimkine benzer durumlarda neler yaptığına bakmalıyız. Allah’tan bir vahiy gelmediği zaman, işi işin ehline vermiştir; sormuştur. Biz de öyle yapmalıyız ve kendi kendimize fevri kararlar vermemeliyiz. Çıkan sonuca ise katlanmalı ve hoşumuza gitmese dahi sabretmeliyiz. Çünkü o işin öyle gelişmesine izin veren de Allah (cc). Bu kriptik ama önemli baslangıçtan sonra gelelim asıl meseleye. Bugün hepimizi direk ilgilendiren bir konu hakkında konuşacağım. Öncelikle kendimden başlayarak.”

Çocuklar ‘Allah Allah; babam neden böyle konuşuyor’ dercesine birbirlerine dönüp baktılar.

Aslında evin büyük oğlu olan Selahaddin’in soruları olacaktı bugün; cevabını öğrenmeye çok korktuğu sorular. Ama babasının anlattığı hikaye yine hep birisini hayranlıkla dinlediği ya da izlediği anlarda olduğu gibi beyninden aşağı ingilizlerin ‘spine tingling’ dediği, hoş elektrik dalgalarının gönderilmesine sebep oluyordu. Belki her insana oluyordu ama dikkat etmiyorlardı.

Evin büyük oğlu Selahaddin hayattaki herşeye karşı bir hayret duyardı ve herşeyi anlamaya çalışırdı. En ufak detayların bile Yaratıcının hangi sıfatını bizlere anlattığını merak eder ve Esma-i Hüsna’ya göz gezdirirdi devamlı. Parmak ve ellerindeki izlerin manasını; vucudundaki her kıl ve kirpiğin sayıları ve neden çıktıkları bolgelerde çıktığını; neden beynimizin kıvrım kıvrım oldugunu; neden dünyanın yer çekimi akselerasyonunun saniyede 9.81 hızında olduğunu; neden beyaz renginin diğer renklerin karışımı oldugu gibi… Kendisi çok çalışkan ve başarılıydı, ve burslu bir şekilde genetik mühendisliği üzerine doktora yapıyordu. Yine araştırdığı birşey sonucunda kendisi için çok önemli bir soru aklına gelmişti – ama bu diğer sorularının hiçbirine benzemeyecekti. Belki de kendi dünyasını tamamen yıkabilecek bir soruydu babasına sormak istedigi. Ama korkunun ecele faydası da yoktu. Bunu da babasının bir sohbetinde ögrenmisti – yine bir Pazar sabahı kahvaltısında.

Yusuf tam manasıyla hayran kalınacak bir insandı. Ellili yaşlarda olmasına rağmen cok yakışıklıydı. Kara kaşlarını, halk arasında kullanılan tabirdeki gibi, ‘Allah özene bezene yaratmış’tı. Kara saçları ve bronz teniyle, çoğu makene dahi taş çıkartabilecek cinstendi. Boylu posluydu. Dudakları rujlu gibi kıpkırmızıydı. Gençliğinde de bir çok kız peşindeydi ama dindar olduğundan iffetini korumayı başarmıştı. Kendisine en çok benzeyen en büyük oğlu Selahaddin’di. Ona bir başka gözle bakardı. Tıpa tıp aynısıydı. Kendisi de babası gibi okumayı çok seviyor ve hayatta onu okumaktan alıkoyacak birçok şey olmasına rağmen, öğrenme aşkını korumuştu – Allah’ın da onun işlerini hep bu yüzden rast getirdiğini düşünürdü. Bundan dolayı bir yandan da kendini okumak zorunda hissederdi. Allah’ın ona bu kadar tabiri caizse ‘bonus’undan sonra, okumalıydı ve arkasında ilim talebeleri ve kitap/makaleler bırakmalıydı.

Ama Yusuf da bilemezdi büyük oğlunun annesi ve kendisiyle ilgili geçmişlerine dair birşeyler sezdigini ve sözünün bitmesini beklediğini…

“Benim hayatımda gerçekten sevdiğim tek bir kadın oldu. O da anneniz. Çocukluk aşkımdı; ve onunla evlenip aile kurmayı hayal ettim hep. Bugün onunla aynı masada ve sizlerle beraber olduğum için Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Allah inşallah sizlere de böyle bir aşk yaşatır” dedi Yusuf. “Şimdi size bir soru soracağım: bizden anne-baba olarak razı mısınız?”. Çocuklar, özellikle Selahaddin ve Süleyman birbirlerine şaşkınca bakıp, sonra da “evet baba” dediler. “Bizim de sizi çok sevdiğimizi bilmenizi isterim. Ama özellikle ben geriye dönüp baktığımda bugünleri kesinlikle göremiyordum. Nedeni ise: ben de anneniz de ayrı dünyaların insanıydık bundan yirmi kusur sene önce.” Selahaddin bunu duyar duymaz ağlamaklı bir şekilde odadan çıktı. Kimse anlam verememişti ama ortalık buz kesmişti. Yusuf terli olduğundan Zeliha bir peçete uzatmıştı masanın altından. Yusuf ve Zeliha “haydi çocuklar, sonra konuşuruz” deyip masadan ayrıldılar.

Selahaddin

Sonraki gun Selahaddin babasını odasına girerken yakaladı. ‘Baba’ dedi. Gunlerdir icini kemiren soruyu soracakken, babasının tedirgin hali aklına geldi. Daha da tedirgin etmemek icin, “ozur dilerim gecenki durumdan dolayi. Bu ayki burs param yatmıs, istersen hesabına gondereyim bir miktar” dedi. Sirayla akademisyen ve ogretmen olan babası ve annesinin maaslari iyiydi ama yine de Selahaddin bazen eve katkısı olsun diye harcamaları kendi cebinden oderdi. Annesi Zeliha da devamlı kızardı, “evlenme zamanın geldi, kendine biriktir” diye. “Ev-araba bunlar hep pahalı seyler. Ayrıca dugunler vs. cok pahalı.” Selahaddin utanırdı hep bu konu acıldıgında. Zaman degismisti. Kendisi 24 yasındaydı ve hayatında hic kiz arkadası olmamıstı; su anda da yoktu. Hatta bu bazen kendisine ona hayranlık duyan ama icten ice de kendileriyle cıkmadıgı icin kinlenen bazi kızlar tarafından “bunun gozu erkeklerde” gibi terbiyesizce yakıstırmalar yapmalarına da sebep olmustu bir kac kez. Arkadasları da sasırıyordu bu duruma. “Oglum biz de muslumanız, ama genciz” diyorlardı. “Bir kereden bir sey olmaz” diyorlardı. “Allah affeder” diyorlardı. Allah affederdi affetmesine de, Selahaddin insanın inandıgı seylere gore yasaması gerektigine ve bunun icin bazı seylerden nefse hos gelse bile uzak durulması gerektigine inanır; ve yapmazdı. Eger Allah bir seyi yasaklamıssa, Selahaddin icin soz orda bitmistir. Arkadaslarına hep cevabı “sizler istediginizi yapın, ben size karısmıyorum. Siz de bana karısmayın” olurdu.

Selahaddin’in bir kucuguydu Suleymandı. Selahaddin’den sadece 11 ay kucuktu ama ona hic benzemezdi – ne fiziki ne de calıskanlık olarak. Ama iyi cocuktu, abisine hayranlık duyar ama bir turlu onun gibi olmayi beceremezdi. Yine de Suleyman’ın pratik yonu kuvvetliydi. Evdeki kırık dokuk seyleri hemen tamir ederdi. Suleymanın da bir kucugu Ayse’ydi. En kucuk Bunyamin’di. Aslında Yusuf, Suleyman’a da Yusuf ismini koymayı dusunmustu. Cunku Hz Yusuf’u cok severdi. Ama son anda Zeliha’yla birlikte “bir ailede iki tane Yusuf olmasın” deyip, baska bir peygamber ismi olan Suleyman’da karar verdiler. “Bari bir daha oglum olursa adına Hz Yusuf’un kardesinin adı, kendisi de peygamber olan Bunyamin koyayım” demisti. Insallah onlar da birbirlerine yardımcı olurlar aynı onlar gibi demisti. Anneleri, Zeliha ise Yusuf gibi ellili yaslarda olmasina ragmen genc duruyordu ve cok guzel bir kadındı. Yusuf’a boy pos olarak tam yakısan cinstendi. Kendisi acik kahverengi gozlu, kumral saclı ve beyaz tenliydi. Yusuf’la birbirlerini tabiri caizse deliler gibi seviyorlardı. Bu askın sırrını soranlara da cevapları hep aynıydı: “Allah bizi birbirimiz icin yaratmıs, dunyada birlestirdi, ahiretde de ayırmasın insallah”. Her defasında da gozlerinin ici guluyordu ve sanki askları bir defa daha tazeleniyordu. Bunu dısardan bakanlar da farkediyordu.

Oysa “biz birbirimiz icin yaratılmısız” sozlerinin altında cok derin manalar vardı ama bugune kadar ikisi ve Allah dısında kimse bilmiyordu bunu. Simdi cocuklarına anlatacaktı Yusuf dolaylı bir yolla…

Chapter 2: Birkaç ay önce: Genetik analiz

Selahaddin okulda yine bilgisayarinin basinda genetik data analiz ediyordu. Yan masada oturan doktoradan arkadasi Haşim Selahaddin’e seslendi.

“Selahaddin gelen emaili gordun mu? 23andme adinda bir sirket cok ucuza DNA sifreni sana veriyormus?”

“Gonder bakalim linkini.”

“Harbiden cok ucuzmus ya Hu! Daha birkac sene once bin dolara yapamadigimiz seyi adamlar 100 dolara yapiyor. Bence firsati kacirmamak lazim. Hem de genetikci olarak kendi genetik kodumuzu bilmememiz yakismiyor. Eger sen gondereceksen ben de gondereyim. Hem de atalarimizin nereden geldigini cok merak ediyorum. Bakalim nereli bizimkiler. Ayrica ailede genetik hastalik vs. var mi onu da gormus olurum. Ilerde cocuk sahibi olursak ise yarayabilir.

Tamam hemen register yapalim. Iki hafta icinde tup gelecekmis.

Iki hafta sonra…

Tupun icine iyice tukur ve sikica kapat. Cok merak ediyorum ya Hu.

Icinden kotu birsey cikarsa ne yaparsin?

Ben Allah’a inanan bir insanim. Onun bize kaldiramayacagimiz bir yuk vereyecegine inaniyorum. Kaderimizde ne varsa cekeriz. Ondan gelen hersey guzeldir. Ayrica dunya imtihan dunyasidir. Gelen problemler sonsuza dek degildir, sadece bu kisa dunya hayati icindir. Disi sikmak lazim. Tabi bu demek degildirki bela istiyorum. Allah bela vermesin, ama geldikten sonra da isyan etmem ve zor olsa da isimi-gucume bakmaya calisirim.

Bir ay sonra

Gorunen o ki yuksek diyabet ve obezite riskim var. En kotusu de yaslandigimda Alzheimer riski yuksek. En korktugum hastalik buydu. Hayirlisi; ne diyelim? Acaba bizim ailede baska kimsede var mi? Anne babamdan tukuruk istersem cakarlar manzarayi. Dur bizim Suleymani test ettirebilirim belki.

Sonraki gun Suleymanin yanina gider.

Suleyman ben gecen genetik testimi yaptirdim ve bir kac tane hastalikta riskimizin yuksek oldugunu gordum. Bana kalsa annem yada babaminkini yaptirmak ama onlari da korkutmak istemiyorum. O yuzden seninkini de odeyeyim ben ve senin riskini de ogrenelim. Insallah ondan sonra da sonuclara gore yasamaya calisalim. Tabi hersey Allah’in elinde.

“Tamam abi”

“O zaman ben tupleri istetiyorum.”

“Tamamdir”

Iki hafta sonra tupler geldiginde tukurur ve yollarlar. Bir ay sonra sonuclar gelir

“Iyi cok sukur sende neredeyse hicbir genetik hastaliktan eser yok. Anne ve babam butun kotu genlerini bana aktarmislar herhalde (gulerek). Iyi cok sevindim.

“Abi baska neler var raporda.”

“3% Neanderthal’lik (eskiden insanlarla beraber yasamis ve ciftlesmis modern insanlara benzeyen bir tur) varmis sende sozde. Bence az bile, seninki 50% falan olmasi lazimdi” (gulerek).

“Seninki kac ki?”

(kahkaha atarak) “2%”

Suleyman “burada ‘genetik haritaniz’ yazan bir button var abi” der ve tiklar. Gordukleri cok karmasik oldugundan pek bir sey anlamaz. Selahaddin gorduklerine sok olur ama belirtmemeye calisir. Gorduklerinde bir problem vardir: kardes olmalarina uygun olmayan anormallikler… “Bugun biraz isim var ama sonra beraber bakalim yine” deyip Suleyman’in yanindan ayrilir. Okula gidip genetic datayi indirir ve derin bir arastirma yapar. Herhangi bir insana nazaran genetik olarak ne kadar yakinsa, Suleyman’a da o kadar yakindir.

Selahaddin terlemeye baslar ve aklindan “Suleyman ya da ben evlatlik miyiz? Zaten bana da pek benzemiyor” diye gecirir. “Acaba dogumhanede mi karistirdilar? Allahim boyle birseye ihtimal bile vermiyorum. Boyle bir arastirmayi yapmam bile ayip” deyip aklindan atmaya calismaktadir.

Kafasindan hala atamamistir ve cozumu testi bir daha yaptirmak da bulmustur. “Ins. bir karisiklik olmustur” diye de dua ediyordur.

Genetik test firmasindan bir tup daha istetmistir. Gizlice tekrar gondermistir. Sonuclar yine ayni.

“Ayse’yi de test edecegim o zaman.”

Onun sonuclari da tam bekledigi gibi degildir; ama Ayse ve Suleyman da tam kardes gibi cikmamislardir. “Ne oluyor lan” demistir kendi kendine. Kendi basina olsa da “lan” dedigi icin biraz utanmistir cunku bu tarz argo laflar agzindan hic cikmamistir bugune dek.

“Ayse’yle yari kardes gibiyim; Suleyman’la ise neredeyse hicbir seyim uygun degil. Fakat Ayse’yle Suleyman da yari kardes gibi.” Yaptigi analizler sonucu vardigi karar, annesi babasini (Suleyman icin) aldatmisti; kendisi de evlatlikti. Kendisinden igrenmisti boyle dusundugu icin. “Genetik ve evrim okuya okuya fazla materyalist olmussun sen farkina varmadan” dedi kendi kendine. Daha fazla uzerine gitmeyecekti bu isin.

Fakat seytan bos durmayacakti. Eve geldiginde aklina bir fikir getirmisti. Kendisinin ve Suleyman’in cocukluk fotolarini gormek istiyordu. Evlatliksa belki bebeklik fotolari olmayacakti. Ayrica Suleyman ondan sadece 10 ay kucuktu. Yani Selahaddin’in 10 aylikken Suleyman’in yaninda oldugu fotograflar olmaliydi. Belki bazi ipuclari bulabilirdi bunlardan.

“Anne bizim cocukluk fotolarimiz nerede? Hic hatirlamiyorum baktigimizi.” Zeliha bir album getirir. Selahaddin tek tek bakmistir fotolara. Ama kendisini tatmin edecek sekilde cok kucuk olduklari yaslarda beraber olduklari fotolari yoktur. “Daha kucukken beraber olan fotolarimiz yokmu?” Zeliha bir saniyeligine tedirgin olduktan sonra: “e oglum o zamanlar fotograf cekmek cok basit degildi. Sonradan cekmeye basladik.” Selahaddin annesinin yuzundeki tedirginligi gormustu.

Aksam uzeri Zeliha Yusuf’un yanina gelmistir. “Yusuf bizim Selahaddin sanirim birseyler seziyor. Bugun benden Suleyman’la beraber olduklari bebeklik fotolarini gormek istedigini soyledi.”

“Birsey anladigini sanmam. Hem nereden anlayabilirki? Aslinda bu konu benimde icimi yeyip bitiriyor ama korkuyorum iste. Hersey ne guzel yolunda gidiyor; bizler astik o gunleri, cok sukur halimizden memnunuz. Bu huzur ortami bozulabilir diye korkuyorum. Cocuklar evlenip gitsinler de ondan sonra anlatiriz diye dusunuyordum. Aslinda dinen bunun dogru yolu nedir bir ogreneyim bence imam efendiden. Sonra senle oturur bir karara baglariz.”

Chapter 3: Sonraki gün

Ailecek Pazar sabahi yine masanin etrafina oturdular ve babalarinin gecen hafta kaldigi yerden baslamasini beklediler.

Yusuf “evet gecen hafta anlattiklarima biraz dolayli bir giris yapacagim: Ben hayatimi hep dogru sekilde yasamaya calistim. Calmadim; cirpmadim; iftira atmadim; islerimi hep duzgun yapmaya calistim; bildigim islerde insanlara yardimci oldum; bilmedigim isler de ise bir bilene danistim. Hep kendimi gelistirmeye calistim. Hep alimlerin, aydinlarin, akademisyenlerin, entelektuellerin konusmalarina, sohbet halkalarina katildim. Cok sey ogrendim onlardan. Ufkum acildi bircok alanda. Fakat beni en cok etkileyenler oncesinden hayran oldugum insanlardi. Belki bir-iki basit/klise cumle kurarlardi fakat ben yine de cok etkilenirdim. Gordumki bilgili birinin sana bir saat otursa anlatamayacagi/kafana sokamayacagi seyi, hayranlik duydugun kisi sana bir cumlede anlatabilir. Anladimki bu kritere gore ben Efendimiz ve sahabelerine bir hayranlik beslemiyorum. Onlarin soylediklerine hayran oldugum bir insanin soyledikleriyle ayni degeri vermiyorum. Bu konuda kendimi gelistirmeye karar verdim ve Allah’a dua ettim yardimci olsun diye. Allah da beni Ali’yle tanistirdi. Size onun hikayesini anlatacagim, hikayesini ondan ve esinden dinledim; ikisini birlestirerek anlatacagim. Ben asil ondan ogrendim Allahimi, peygamberimi, hayati… Sizler de dinleyin ve onun hikayesinden dersler cikarin.” dedi ve devam etti.

“Ali Kalender fakir bir ciftcinin 3 cocugundan en buyugudur. Sonradan esi olacak Fatma da köyün agasinin en kucuk kizidir. Ali’nin babasi da onlarin iscisidir.”

Chapter 4: Evlenilecek kızlar (iki binli yıllar)

Simdilerde evlenilecek kiz bulma zor. Iffetini korumuyor cogu. Affedersin cogu birisiyle beraber olmus oluyor. En iyileri bile bir erkekle birseyler yasamis oluyor. Benim evlenecegim kadinin benden baska kimseyle bir iliskisi olmasini kesinlikle istemem. Bende gozunu acmis olmasi lazim! Nasil ben iffetimi korudum; o da korumus olmali.

“Yusuf abi anladim. Kiz tamam iffetli olsun. Ama birisi istemeye gelmis ya da gorusmek istemis; kiz da kabul etmis tanismayi; sonra da ayrilmis. O zamanda mi olmaz?

“Fazla hosuma gitmese de, yok, ona birsey demem; cunku kizi istemisler. Nezaketen konusmasi normal. Ama evlenmis bosanmislar vs. kesinlikle olmaz; cunku esiyle birseyler yasamis yine de…”

“Benim icin en onemli sey o. Ama tek kriterim degil. Tabi guzel olmali, boyu boyuma olmali. Akilli olmali ve basarili olmali. Ben esimle oturdugum zaman sohbet edebilmeliyim. Fakat kirmizi cizgim birsey yasamamis olmasi…”

Mesela benim gozume potansiyel evlenebilecek kizlar gelmedi degil zamaninda. Ama ya baska birisiyle el ele tutustugunu gordum ya da “eskiden erkek arkadasim vardi” vs. dedigi an hemen sogudum. Istedigi kadar guzel olsun, ahlakli olsun ya da zengin olsun. Isterse sonradan Musluman olan bir kiz olsun, Allah’in onunde o tertemizdir ama benim icin cok zor. Asamam o kriterimi… Belki de yanlis dusunuyorum ama bana olmaz. Su anki durumum, fakir-cirkin ama ahlakli bir kizla evlenirim ama baska birisiyle iliskisi olmus zengin, guzel, akilli ve unlu birisiyle evlenmem.

Chapter 5: Zeliha ve Yusuf tanışma (seksen sonları)

Erzurum’un Kalemdar koyunde Istiklal ilkogretim okulunda orta bire gidiyordu Zeliha ve Yusuf. Ikisi de kekemeydi. Zeliha’ninki biraz daha azdi ama yine de hemen belli oluyordu. Ayrica Zeliha’nin ailesi kekemelerin muzik dinleyerek ve bir ritim belirleyerek kekemeliklerinin azaldigini duymustu ve zengin olduklari icin pahali olmasina ragmen muzik dinleyebilecegi bir Walkman almislardi Zeliha’ya. Ne zaman konusacaksa takardi Walkmanini ve muzigin ritmine gore konusmasini ayarlardi. Yusuf’un oyle bir imkani yoktu tabi. Birbirlerini tanimiyorlardi ama bugun tanisacaklardi. Ayri siniftaydilar ama bulusmak kaderlerinde vardi. Tenefus zili caldi ve hepsi birden kosturarak bahceye ciktilar. Yusuf arkadaslariyla merdiven basinda oturuyordu. Bir an bahcede top oynayan cocuklarin topu uzerine geldi ve tozu silkmek icin ayaga kalkiverdi; ve Zeliha merdivenlerden inerken kafa-kafaya carpistilar.

“Co co cok o o ozur di didi dilerim” dedi Yusuf.

Sonra Zeliha’nin yuzune bakti ve gulumsemeye basladi. Zeliha’nin ise alni sismisti.

“Ka ka kafan sisti” dedi gulerek.

Zeliha yasindan olgun, ciddi bir kizdi; kesinlikle aglamayacakti. Ama acitiyordu. Agriyan yeri kapatti eliyle, kulaginda devamli olan CD playerinda play’e basti ve Yusuf’a:

“On une ne den bak mi yorsun, bak kafa mi acit tin” dedi.

Ikisi de oyle bakakaldilar birbirlerine; gercekten de birbirlerinden hoslanmislardi ama masumca bir hoslanmaydi bu. Ayrica Yusuf’un kekeme konusmasi Zeliha’nin hosuna gitmisti. Kendisinden asagi gordugu birisi vardi sonunda.

Yusuf tekrar ozur diledi; Zeliha da kabul etti. Sonrada lavaboya gitti, yuzune su carpmak icin.

Yusuf-Zeliha arkadaş olma

Yusuf yine merdivenlerin basinda oturmus, taso koleksiyonuna gururla bakiyordu. Zeliha yanina oturdu ve konusmaya basladi.

“Kekemesin sanirim.”

“E e evet.”

“Aslinda bende kekemeyim ama babam bana muzik dinleyerek kekemeligim gecsin diye bana walkman aldi. Sen de alsana.”

“Alirsam ne olacak ki?”

“Muzigin ritmine alisarak, dudaklarin ve ses tonunu ayarliyorsun. 1-2 sene icinde de cok daha guzel konusuyor mussun. Benim konusmam duzelmeye basladi bile.”

Konusmasi duzelince Zeliha’yla daha cok konusacagini dusunerek Yusuf hemen eve kosar:

“Baba walkman alabilir misin bana? Kekemeligim geciyormus onu dinleyince!”

“O nedir oglum?”

“Muzik calar. Kaset takiyorsun, muzik caliyor.”

“O nasil duzeltecek ki kekemeligini?”

“Muzik dinleyerek duzeliyormus. Bana da bir kekeme arkadasim soyledi.”

“Bir sorayim bakalim. Arkadasinin ismi neydi?”

“Zeliha”

“Bizim Hasan aganin kizi mi?”

Yusuf biraz kizarmisti. Basta “bilmiyormus gibi yapayim mi?” diye dusundu ama sonra: “Evet baba” dedi.

Babasi Yusuf’un ondan hoslandigini farketmemis degildi ama cocuktu iste; “bosver” dedi icinden. Aslinda onunla hicbir geleceginin olmadigini bildirmesi gerekiyordu ama sonradan ogrenirdi zaten.

“Tamam ben babasiyla konusacagim ve durumu arastiracagim.”

Sonraki gun Yusuf’un babasi Hasan agayi musait bir zamaninda yakalayinca sorar:

“Agam sana izninle bir soru soracaktim.”

“Cok isim var Halil, cabuk ol.”

“Sizin kizda bildigim kadariyla benim oglan gibi kekemelik vardi.”

“Varsa var, ne olmus?”

“Sanirim bizim oglana eger bir muzik calar alirsa kekemeligi duzelebilecegini soylemis. Acaba bir asli var mi?”

“Var, var da seni asar bu isler.”

“Efendim agam?”

“Tanesi bir milyar o aletlerin. Sen herhalde 5-10 senelik maasini vermen lazim alman icin”

Daha da asagilayacakti ama isi vardi. “Hadi ben kacmam lazim. Cok isim var. Bugun bizim ilerki tarlaya bakmaya gelecekler yanlarinda ol.”

“Bir milyar ha?”

“Hayirlisi, Allah Kerimdir. Bakarsin kendi kendine gecer. Ben bir doktor beye danisayim belki baska terapiler de vardir.”

Bu sirada Yusuf kendi kendine: “Insallah guzel konusmaya baslayinca, Zeliha da beni sevecek.” diyordu. Tam o sira babasi eve geldi.

“Baba ne oldu sordun mu Walkman isini?”

“Sordum oglum.” Hayatinda hic yalan soylememesi gerektigini ogretmisti cocuklarina ama bu sefer kendisi tam dogruyu soylemeyecekti. O da bir cesit yalandi.

“Cok bir yarari olmuyormus. Daha cok kendine guvenmen ve bol bol konusmaya calisman lazimmis. Millet bir calisiyorsa sen 10 calisman lazim. Tamam mi aslan oglum?”

“Tamam baba.” Gozleri dolmustu. Walkman almadigindan degil, babasinin uzuldugunu anlamisti. Zeliha’yi seviyordu ama babasinin da yeri ayriydi. Anne-babasini uzdugunu dusunuyor, onun icin kendine kiziyordu.

“Allahim baba ve annemi koru. Insallah senin izninle buyuk adam olacagim. Onlara her istediklerini alacagim” diye kendi kendine soz verdi.

Zeliha ve Yusuf okulda

Sonraki hafta Yusuf ve Zeliha tekrar karsilastilar: “Ne yaptin Yusuf, aldin mi kendine bir Walkman?”

“Ne kadarki bunlar? Pahali mi?”

“Bilmiyorumki babam aldi ama bir milyar gibi bir rakam duydum. Bilmiyorum cok mu pahali?”

Icinden “bir milyar ha? Babamin ben elinde 10-20 milyondan fazla para gormedim bugune kadar. Demek ondan bana birsey demedi.” Babasina hayranligi bir kat daha artmisti.

Zeliha da durumu cakmisti: “Yusuf istersen benimkini kullanabilirsin okuldayken. Eve donerken de bana geri verirsin” dedi.

Gururluydu Yusuf. “Yok; tesekkur ederim. Ben bugune kadar hic Walkman kullanmadim. Bundan sonra da kullanmasam birsey olmaz. Ben kendim calisarak ogrenecegim duzgun konusmayi” dedi.

Zelihanin kalbi de hayranlikla atmaya baslamisti ilk defa Yusuf’a karsi. Onu bir arkadas olarak seviyordu bugune kadar ama sanki bu sefer bir baska atiyordu kalbi.

“Sagol Zeliha; cok iyi bir insansin” dedi, ve gitti Yusuf.

Zeliha ve ilkokul hocası

Zeliha Yusuf’a yardimci olmayi kafasina koymustu. Hemen sinif ogretmenine konuyu acti.

“Hocam Yusuf’un kekemeligiyle ilgili konusmak istiyorum sizinle. Ben kendi Walkman’imi ona vermek istiyorum ama kabul etmiyor. Ben de diyorumki bir cekilis yapalim, herkese bir hediye verelim. Ona da sanki Walkman cikmis gibi gosterelim.”

“Yok kizim o zaman anlar, Yusuf akilli cocuktur. Benim yurtdisinda bir arkadasim var. Oralarda fiyatlari ucuz oluyormus. Ona bir sorayim. Ins. sonra birseyler yapmaya calisiriz.”

Sonraki gun Necdet Hoca Zeliha’yi kenara ceker ve anlatmaya baslar:

“Ben arkadasima sordum ve Japonya’dan beste bir fiyata Walkman’ler varmis. Ben yarisini odemeye hazirim. Sizler de diger yarisini odemeyi kabul ederseniz, hemen siparis ettirecegim. Bizim arkadas da gonderme ucretini kendisi karsilayacakmis.”

“Tamam hocam ben 50 milyon bulurum.” Para hemen bulunmustu, cunku Necdet Hoca gercekten cok saygideger bir insandi.

Sonraki gun Necdet Hoca Yusuf’u yanina cagirir. Genel konularda biraz konustuktan sonra:

“Yusuf arkadaslarin sana bir hediye aldilar.”

“Hocam yapma. Ben hediye almayi sevmiyorum.”

“Hediye almamak diye birsey olmaz. Gel seninle soyle bir yuruyelim. Sen peygamber efendimizi seviyor musun?”

“Hem de cok Hocam. Anne babami cok seviyorum, ama onu daha cok seviyorum diyebilirim.”

“Iste peygamberimiz ‘Muslumanlar hediyelesmeli’ diyor. Peygamberimiz sadaka kabul etmezdi ama hediye alirdi. Tabi kendisi sonradan hediyelerin cogunu baskalarina hediye ederdi ama konumuz o degil (gulerek). Bizler peygamberimizi cok seviyoruz diyoruz ama sonra onu ya tanimadigimizdan ya da unuttugumuzdan onun yaptiklarini yapmiyoruz. Simdi arkadaslarinin sana aldigi hediyeyi aciyorsun, sonra da gidip tesekkur ediyorsun onlara. Ozellikle de Zelihaya.”

Yusuf Zeliha’nin ismini duydugunda kendi kalbinin daha hizli attigini hissetti. Bu tarz seylere alisik olmadigi ve etrafinda cok duymadigi icin sanki sevmenin gunahmis gibi oldugunu dusundu kendi kendine ve hemen aklini baska yere goturmeye calisti. Ama basaramadi. Necdet hocasi da farketti durumu ve guldu. “Hadi kocum ac bakalim. Gorelim bakalim ne almislar sana?”

Yusuf cok olgun bir cocuktu, ama cocuktu yine de. Yavasca acmaya basladi ama icinden biliyordu bir Walkman oldugunu. Cok seviniyordu. Actiginda basta Walkmani gorunce taniyamadi; o yuzden biraz sasirdi. “Hocam tesekkur ederim cok guzelmis” dedi. “Ama bu nedir?”

“Buna Walkman denir. Icine istedigin kaseti koyuyorsun ve muzik dinleyebiliyorsun.

“Simdi gel seninle oturalim ve istedigin muzikleri koyalimki, sana yardimci olsun.”

“Hocam kekemeligim gececek mi?”

“Sen zaten guzel konusuyorsun; insallah Allah’in izniyle o zorlanman da azalacak. Bu dunya imtihan dunyasi unutma. Hersey cok guzel olsaydi, zorluklar olmasaydi, nasil basari hissini yasayacaktik? Imtihan ve sikintilar olmasa dunyanin ve hayatin tadi olur muydu? Bence olmazdi.”

Yusuf “Necdet Hoca ne guzel konusuyor” diyordu icinden. Ama soyledikleri hakkinda degil, diksiyonu hakkinda diyordu bunlari. Tane tane. Tertemiz bir sekilde cikiyordu kelimeler. “Ben de boyle konusabilecek miyim acaba?” diye dusundu. Allah’a dua etti.

Chapter 6: Yıllar sonra (iki binli yıllar)

[INSERT CONVERSATION]

Zeliha evlenme

[INSERT CONVERSATION]

Zeliha yirmi bes yasina gelmis ve “evde kaldin artik” denilerek zorla (mahalle baskısıyla) evlendirilmistir baska birisiyle; evlendikten iki sene sonra bir cocugu olmustur.

Bu arada Yusuf Ingiltere’de Türk öğrencilerle aynı evlerde kalıyordur. Hakan Hoca kaldiklari şehre yakin bir sehrin üniversitesinde bir Din Felsefesi Profesorudur. Hakan Hoca da Kalemdar koyunden yillar once ayrilmistir; hem Yusuf’u, hem Zeliha’yı çocukluklarindan tanıyordur. Yusuf’un babasiyla da cocukluk arkadasidir. Halil Yusuf’a hep onu ornek gostermistir. “Buralardan cikip cok buyuk adam oldu” diye. Hakan Hoca tatillerinde arada sırada koye uğrar ve Zeliha hakkında bilgiler verir Yusuf’a. Zeliha’nın evlenip, sonra da boşandığıni da o iletir kendisine.

Evrim teorisi tartışmaları

[INSERT CONVERSATION]

Hakan Hoca’ya: Allah neden var? Felsefeci…

Zeliha ilk kocasından boşanma

[INSERT CONVERSATION]

Zelihanin kocasi birakip gitmis

O an aklina Zeliha geldi yine. “Ne yapiyordu acaba?” Sonra hemen bunu aklina seytanin getirdigini dusundu ve hemen unutmaya calisti.

Yusuf yakisiklidir; okumus ve universitede Hoca olmustur. Zeliha’nin evlendigini duyunca baska birisiyle hemen evlenmistir. Onun da iki sene sonra bir cocugu olmustur, esi evlilik hayatini sevmeyip, unlulerin oldugu balolara katilmak ve surekli partilere katilmak istediginden onunla bosanmaya karar vermistir. Kadin sonradan pisman olsa da is isten gecmistir. Ama cocugu

Yusuf evlenme

[INSERT CONVERSATION]

Yusuf’a birakmistir hakkini yememek icin – kendini dine adayip yalniz basina olmustur – cocugu ve Yusuf beraber basindadirlar son aninda.

Yusuf, Peygamber (sav) ve Hz Hatice kissasini dinlemistir

Hz Yusuf ve Zeliha hikayesini dinlemistir – kalbi kut kut atmaya baslar

Zorla evlendirilen kizlara destek olmak icin bir seminere katilmis ve orda eski asklari tekrar canlanmistir

Chapter 7: Zelihanın evleneceğini duyunca

[INSERT CONVERSATION]

“Oglum Zeliha evlenecek sanirim; kiz seninle evlenmek istiyor fakat senin gelmeyecegini soyleyerek kizin da aklini celdiler. Hemen cik gel oglum.”

“Nasil geleyim anne? Burdan orasi cok pahali. Ben 1-2 seneye anca gelebilirim. Biraz daha sabretsinler ne olur.” Sonra dusundu: “Ulan gidiyor kiz elden. Hemen ilk otobuse binip gidecegim.”

Istanbul’a uctuktan sonra, duraklarla beraber yol bir-bucuk gun suruyor. Fakat sonraki bos otobus bir gun sonradir.

Uzun bir yolculuktan sonra Yusuf otobusten indi. Kostura kostura dagin tepesine cikti ve Kalemdar koyunu gordu tepeden. Ama gorduklerine cok sasirdi. Kendisi gideli 7 sene gibi bir sure gecmistir ve koyun butun yesilligi gitmisti. Ayrica oradan Zeliha’larin evine dogru bakti ve yikik-dokuk bir yer gordu. Anladiki cok gec kalmisti. Kulagina Walkmanini takti ve direk ?’yi [sarki ekle] dinlemeye basladi. Ozellikle sarkinin ‘?‘ kismina gelince gozlerinde yaslar dokulmeye basladi. Oyle dondu kaldi orda. Herhalde 10 defa ust uste dinledi sarkiyi ve yavas yavas kendi evlerine dogru yol aldi.

Final Chapter: Son

Evet oglum kac haftadir anlattigim hikayede Ali benim, Fatma anneniz, cocuklari da sizler oluyorsunuz. Sizden cok ozur diliyorum. Ama baska sekilde anlatirsam daha kotu olur diye dusundum. Beni affedin. Selahaddin senin biyolojik annen su an Istanbul’da. Seni cok seviyor ama hayatini bozmamak icin bana soz verdi ve sonuna kadar da sozunde durdu. Suleyman senin biyolojik baban seni dogmadan once birakti ve Almanya’ya gitti; su anda hala Almanya’da sanirim.

Bu hikayeden alacagimiz derslerin hepsini en basta soylemistim ama en onemlisini yine sona sakladim: Her insan en cok kendi hayatindan ders alir.

Bunlari anlatirken yillar once gordugu ruya aklina gelir: 28.nci katta inen kadinin yuzu belirir ve eski esi oldugunu hatirlar. 29.uncu katta binen kadin ise Zeliha’dir. Yusuf Zeliha’ya dogru doner ve gulumser…

Kitaba eklenebilecek karışık-kuruşuk fikirler:

  • Iki öğrenci arasında (çiçek abbas benzeri) “atışma”:

Tum MEB’lilere cay!

MEB’li olsun da camurdan olsun!

MEB’liye can feda

Olmayana elveda

Demligin dibi kara

Burslunun gonlu yara

Istedim vermediler

Sen MEB’lisin dediler

Bulasiklar dag gibi

Ama Yusuf Ferhat gibi

Burada millet ac

Nobetcinin aklinda mac

Yusuf orucludur

Agzin kokuyor, biraz uzakta dur

Yas geldi otuza

Arkadaslar bana es bulsa

Sana gelecek kiza

Allah sabir versin Riza

Kahvaltida yumurta

Beni kaldirmayi unutma

  • Yazdigi siirler eklenebilir bir yerlere
  • Fıkraları katleden karakter
  • Professor: “hepimizin ezik oldugu bir konu yada karsisinda ezik davrandigimiz bir kisi vardir.” Gozu cebinden cikan bir kagida ilisti. Uzerinde cocukken yapmak istedigi seyler yaziyordu. Hilmi Tokpinar adinda birinin ismini gorur gormez, Hakan’a dondu ve: “Sence ben ezik birisi miyim?” “Hayir abi; estagfirullah. Ezikliklige en son yakistiracagim insansin sen.” “Hilmi mahallenin kabadayisiydi. Beni hep doverdi. Acaba ne yapiyordur? Bir insanin kotulugunu istemek caiz mi? Caizse ben onun cok kotu bir vaziyette olmasini istiyorum! Hatta gidip gorecegim onu”

Mahalleye girdiginde karsisinda Hilminin 30 sene sonraki haline benzeyen birisini gordu. Cevval mi cevval bir adam. Kalbi atmaya basladi. Akademik konferanslarda yuzlerce profesorun onunde sunum yapmis bu adam heyecanlanmisti. Ama cesaretini topladi ve sordu: “Sen Hilmi misin?” “Hayir! Ne alaka dostum! Hilmi surada oturuyor! Hilmi bu adam seni soruyor.” Yanina dogru yaklastigi adam, ufak-tefek kalmisti onun yaninda. Oysa dag gibi duruyordu gencken! “Buyur kardes beni niye sordun?”

  • Necmi abiden eve gelen cocuklara hikaye: “Akıllı fareyle yaramaz fare”

Carsamba gunleri ogrenciler geliyordu eve etut icin. Cocuklardan en buyuk olani, bu hafta dersimiz yok, hadi oyun oynayalim. Evde TV ya da Playstation yoktu. Necmi abi cocuklara “oturun bakalim cocuklar, size akıllı fareyle yaramaz farenin hikayesini anlatacagim” dedi. Cocuklar bir anda heyecanlandi ve sessizce oturdular. O sirada ikramlar ve cay geldi. Diger ogretmen abilerde oturdu. Cunku Necmi abi bir hikayeyi oyle bir anlatirdiki, yuz defada dinlemis olsan yine de cok buyuk haz alirdin. Dinleyenin buyuk-kuc yasta olmasi da farketmezdi.

Basladi anlatmaya; yavas yavas, tane-tane: “Evet cocuklar. Evvel zaman icinde, kalbur saman icinde, develer tellal iken, pireler berber iken, kuslar astronot iken, iki fare bir ormanda yasarmis. Biri akıllı, digeri de yaramaz, tembel, hiyarin biriymis. Akıllı fare namazini kilar, dualarini eder, her gun bir cuz Kuran, bir saat de kitap okurmus. Önemli şahısların sohbetlerini hic kacirmazmis. Namazlardan sonra tesbihatini da yaparmis. Tembel fare bunlarin hicbirini yapmazmis.

Yazin agaclarin arasinda dolasiyormus ikiside. Boyle kenardan saldur suldur su sesi geliyormus. Etrafta muthis bir aroma varmis. Boyle kavunla karpuz kokusu olurya, ona birde seftali kokusu ekle, onun gibi ferahlatici bir koku. Etrafta her adim basi meyve, sebze, cekirdek, avokado, kavun, nar ne ararsan varmis. Yaramaz fare, adi ustunde yaramaz ya, saga sola bos bos kosuyor, gordugu caninin cektigi meyvelerden ucer beser alip, bir isirik atip firlatirmis yere. Israf ediyorsun diye soran olursada gormuyormusunuz bir suru var dermis. Hic bitmezki. Necmi abi, cocuklara goz kirpmis hikayenin devaminda neler olacagini anlasinlar diye. Cocuklar tebessum ettiler.

Tabi akıllı fare de cani isteyince meyvelerden yiyormus. Ama bir meyveyi yediği zaman tamamen yiyormus. Hatta kabuklari da israf olmasin diye mixere koyup smoothie yapiyormus kendisine. Bu sayede hem karni doyuyormus hemde arta kalanlari saklayabiliyormus. Biliyorki hep yaz olmayacak. Birgun kis gelecek ve her yeri kar kaplayacak. Bu meyvelerin hepsi gidecek.

Yaramaz fareye gelince, bizim akıllı fare ne kadar caliskansa o da o kadar tembelmis. Akıllı fare soyle kafasini kaldirinca birde ne gorsun: bizim yaramaz fare almis sortunu gunesleniyor. Akıllı bir fareye yakisir sekilde gitmis yanina ve uyarmis: Ya Hu fare kardes, kis gelecek yemeksiz kalirsin bu kafayla demis. Tembel fare: Bir git Allah askina, senden mi ogrenecegim ne yapacagimi demis. Benim rahatimi kiskanma. Kendi isine bak demis. Sonbahar gelmis, bizim tembel fare hala ayni. Dusen yapraklari tekmeliyor, kendine gore oyun oynuyormus.

Cocuklardan kucuk olani eklemis: Ama yapraklar onu kaplar. Necmi abi: Siz tabi gitseniz onu goremezsiniz. Ama yapraklara dogru bakarsaniz, onun boyle altindan gectigi yapraklari havaya kaldirdigini gorursunuz. Necmi abi sag elinindeki parmaklarini dalgalandirarak: iste yapraklarin boyle oldugunu gorurseniz, bilinki o tembel fare iste. Hani isi kameralari olurya, onunla baksaniz tembel farenin yapraklarin altinda boyle memati gibi yurudugunu gorursunuz. Kendini birsey sanir sekilde – cocuklar ve abiler orda bir kahkaha atmislar.

Bizim akıllı fare isleri hizlandirmis; malum sonbahardan sonra kis var. Bazi meyve-sebzeleri kurutmus, bazilarini derin dondurucuda dondurmus. Sonra ormandaki dallari toplayip ufak ufak kesmeye baslamis ve depoya yerlestirmis. Hatta bir ara o kadar cok kesmiski, altdaki odunlar nemlenmeye baslamis. Tabi akıllı adam uyanik olur. Hemen onlari alip uste yerlestirmis ve devamli oyle bir sirkulasyon yapmaya baslamis. Ayni cocuk bu sefer: Dallari nasil kesmis abi diye sorunca, Necmi abi: Kalin bir dalin ucuna, keskin bir tas baglamis tabiki.

Tabi kis gelmis. Hic bir sey kalmamis. Her yer kar. Yerler sert. Nehir bile donmus. Tembel fare hem acikmis, hemde sogukta kalmis. Tabi akıllı fare kendi yaptigi ozel barakada rahat rahat cayini demlemis. Kestigi odunlari yakmis ve karsisina oturmus. Boyle sallanan oturaklardan yapmis kendine. Acmis kitabini, derin mevzulara dalmis. Tefekkur yapiyormus. Tam akilli bir fareye yakisir cinsten, caylari ardi ardina iciyormus. Sizlerin yaptigi gibi. Tam o sirada kapisina biri vurmus. Kim O? demis akilli fare.

Kim cocuklar? Hepsi Tembel fare diye cevap vermis. Akıllı fare ‘buyur kardes’ demis. Tembel fare once birsey dememis, oyle durmus kapinin onunde. Akıllı fare bir isteginmi var deyince: Acim abi demis. Hic birsey bulamadim, uyuyacak yerim dahi yok. Iki gundur donuyorum, tam umidimi yitirecekken aklima sen geldin demis. Hemen son bir gucle sana dogru kostum. Baktimki kendine ev bile yapmissin. Akıllı fare: neyse anlatmana gerek yok, hadi buyur iceri. Eşim sana bir sicak corba koysun. Aksama da bizim misafir odasinda kalirsin demis. Tembel fare tovbe etmis ve Allah’a dua etmis: bundan sonra bende caliskan ve akilli olacagim demis. Akıllı birisi olacagim senin izninle demis.

O gunden sonra tembel fare oranin en zengin farelerinden olmus. Üniversite açtırıp, akıllı fareye ‘fahri doktora’ unvani verdirmis. Her carsamba akıllı fare gelip genç farelere sohbet veriyormus ve bunun vesilesiyle bir suru akıllı, başarılı, genç fareler yetismis. Ormana bir bereket gelmis. Baska ormanlarda da üniversiteler acilmaya baslamis. Hikaye de mutlu-mesut bitmis.”

Bu sirada cocuklarin aileleri gelmis. Kimse dakikalarin nasil gectigini anlamamis. Iste oyle tatli anlatirdi Necmi abi.

  • Yusuf’un Türk öğrenci evlerinden biriktirdiği anılar

Beni salondan gecerken gordu ve “Abi bende 3 sinav kagidi var, bunlari sana gondersem print edermisin?” dedi. Ben de “olur” dedim. Yarin email geldiginde subject’de ‘Dun bahsetmistim abi: 3-5 sayfalik print’ yaziyordu. Emailin icinde “Abi s.a. Su bes sayfayi print edermisin? Sagol!” yaziyordu. Attachmenlarda 6 sinav kagidi vardi.

Walkman’de dinlenen şarkılar?

? [sarki ekle] – zelihanin evlendigi gun

? [sarki ekle] – zelihayi hayatindan sildigi(ni dusundugu) gun

? [sarki ekle]  – Zelihayi yillar sonra tekrar gordugu gun

Uzun ince bir yoldayim – Yusuf Avrupa’ya dogru yola cikarken

Dumanli dumanli (Edip akbayram) – Yusuf Avrupa’ya dogru yolda iken

Gurbet (O Erdogan) – Yusuf Avrupa’da kendi kendine dusunurken

Diğer bölümler?

Elimde olan (bitmemiş) yazımın (yine bitmemiş) bölümlerini paylaştım burada. Maalesef doktora ve diger işlerim dolayısıyla çok zaman ayıramıyorum ‘Bir Yusuf ve Zeliha hikayesi’ adlı (isim değişebilir) kısa romanımı yazmaya. Zamanım el verirse belki tekrar yazmaya başlayabilirim. Ama eğer ilgilenen yazarlar olursa mutlaka ulaşsınlar bana. Birlikte çalışmayı isterim…

Simdiden teşekkürler ilgilendiğiniz için…

Hikaye synopsis – Kısa özet

Yusuf ve Zeliha çocukluktan beri birbirlerini tanımaktadırlar. Ikisi de çocukken kekeme olduklarından okulda yakınlaşma fırsatı bulmuşlardır; ve zamanla birbirlerine aşık olmuşlardır. Büyüyünce evleneceklerdir. Söz vermişlerdir. Fakat kader planlarına göre işlememektedir. Yusuf yurtdışına okumak için gidip, zamanında dön(e)meyince, köyde ailesiyle yaşayan Zeliha ailevi ve sosyal baskılara dayanamayıp başkasıyla evlenmiştir – birkaç yıl sonra da sorunlu bir tip olan kocası kendisini bırakıp gittiğinden boşanmıştır. Yurtdışında çektiği sıkıntılar, okuduğu kitaplar, ve yaptıgı gözlemlerinden dolayı bazı ‘kırmızı çizgiler’e sahip olan Yusuf, Zeliha’nın kendisinden habersiz evlendigini duyunca onu hayatından ‘silmiş’tir (ya da öyle sanıyordur), çünkü kendisine göre evleneceği kadının kendisi dışında hayatının hiçbir döneminde bir erkek olmamalıydı (bu dinen ‘meşru daire’de, örnegin kadın evlenip-boşanmış olsa bile geçerliydi)… Yusuf bu duruma kızıp, ingiltere’de kendisini seven bir Turk kadınla tabir-i caizse “jet hızı”yla evlenmiştir.

Fakat hayat ona bir ders verecektir. Yusuf’un eşi belli bir süre sonra, Yusuf’u sevse de, evlilik hayatını kaldıramadığı ve özendiği ‘şatafatlı’ hayatı bulamadığı için boşamıştır. Yusuf basina gelen ve kendisinin disinda gelisen olaylarla Zeliha’yla tekrar karsilasir ve evlenir.

Hikaye’den alinacak ders: En akıllı ve ahlaklı insanların bile bazen cahilce çizdikleri ‘kırmızı’ çizgileri olabiliyor. Allah’ın affetiğini ve/ya da mazur gördüğünü, kul da affedebilmeli ve insanlara 2.nci bir sans verilmeli. Cunku senin de birgun 2.nci bir sansa ihtiyacin olacak.

Hikaye en sondan (2030 yilindan) başlıyor… Yusuf ve Zeliha evlenmis ve iki çocuklari olmuştur; ayrıca Zeliha’nın da, Yusuf’un da eski eşlerinden birer çocuğu vardır fakat çocuklar bundan habersiz büyümüşlerdir. (total: 4 cocuk)

Bu arada bazı ‘sub-plot’lar da olacaktır: Yusuf’un yurtdısında diger Türk öğrencilerle beraber kalması ve oralarda tanıştığı (her türden: Felsefeci, Tarihçi, Sosyolog, kendisi Genetikci vs.) insanlar ve gördüğü (ciddi ve komik) hadiselerde/sohbetlerde onun bügünkü halini şekillendirmiştir. Sorgulayıcı bir yapısı olan Yusuf, Allah’ın varlıgı ile kafasında oluşan şüpheleri tanıştıgı insanlardan öğrendiği ve kendi okuduğu makalelerle bertaraf ediyor (mesuturkey.wordpress.com blogumda tartıştığım bazi meseleleri burada iki ya da birkac kişi arasında sohbet şekline getirmek istiyorum – blog’da yazdıgım uygun olan herşeyi copy-paste yapabilirim). Çok degerli bir büyüğü olan (dindar bir Felsefe Profesörü) Hakan Hocaya (ona samimiyetlerinden ‘Hakan abi’ diye hitap ediyorlar ama) gelen çok zor soruları o sohbet meclisinde tartıştırmak istiyorum.

Ayrıca Yusuf ve Zeliha’nın cocukken kekemeliği yenmek icin edindikleri Walkman da hikayenin başrol ‘oyuncu’larından biri olacaktır (uygun müzikleri seçmek bize ait) – Yusuf ve Zeliha o anki ruh haletlerine göre bir şarkı dinleyecekler bu Walkman’dan.

Hikayenin kronolojisi (kitabın en sonuna eklenebilir)

1980: Yusuf (Ibrahimoglu) ve Zeliha (Kalemcioglu) dogum (Kalemdar köyü/Erzurum)

1988: Yusuf ve Zeliha okulda tanisma, kekemeliklerine yardimci olsun diye Walkman alma

1998: Yusuf koyu terkedip Istanbul’a universiteye gitmistir (matematik), Zeliha liseden sonra okutulmamistir ve evlenmek icin Yusuf’un donmesini bekleyecektir

—Yusuf’un Zeliha’ya yazdigi mektuplar ulasmamistir—

2002: Yusuf burslu doktora (matematik) kazanip Ingiltere’ye gitmistir

—Yusuf Turk ogrencilerle beraber kaliyor ve kit-kanaat geciniyordur—

2005: Zeliha evlenme (Yusuf yetisemez) ve hemen Istanbul’a tasinma, Yusuf ingiltere’de evlenme (1 ay sonra) ve cocuk sahibi olmasi (bir sene sonra), Zeliha cocuk sahibi olmasi (iki sene sonra)

2006: Yusuf doktorayi bitirip, Ingiltere’de bir universitede matematik Hocasi olmustur.

2008: Zeliha bosanma (Suleyman 1 yasinda), Yusuf bosanma (Selahaddin ~2 yasinda)

2009: Yusuf Istanbul’da bir Universite’de Doç. olarak ise baslar ve Zeliha’yla tesadufen tanisir (1 ay sonra); evlenme (3 ay sonra)

2030: Pazar kahvaltisi hikayenin anlatilmasi – Ali & Fatma Kalender olarak

PS: Genetikci olduğum için maalesef değişik karakterler üretme konusunda çok kreatif değilim ve kafam ister istemez böyle çalışıyor. Karakterlerin birinin genetikçi olması da bundan dolayı 🙂

Read Full Post »

Older Posts »