Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘din’

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 12: Erkeklik, şiddet ve arzu üzerine – Antropolog Dr Sertaç Sehlikoğlu (18/02/21)

Hostlar: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog) ve Fikri Çiçek (Twitter)

Konuk: Dr Sertaç Sehlikoğlu (Twitter|Akademik profili)

Bu bölümde, İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden University College London’da Uzman Sosyal Antropolog olarak çalışan Dr Sertaç Sehlikoğlu’yla yeni kitabı (“sporcu teyzeler” ve arzu konulu)Working Out Desire Women, Sport, and Self-Making in Istanbul‘ ve ses getiren ‘Erkeklik, İnsanlık, Kulluk‘ adlı blog yazısı hakkında konuştuk.

Sertaç Hocanın kitap tavsiyeleri:

1- Kurtlarla Koşan Kadınlar – Clarissa Pinkola Estés (Özellikle erkekler için!)

2- Istanbul: A Tale of Three Cities – Bettany Hughes

3- Invisible Women: Exposing Data Bias in a World Designed for Men – Caroline Criado-Perez

4- The No Asshole Rule – Robert I. Sutton

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 13: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeiTunes ya da Google Podcasts‘ten takip edin!


İntro müzikleri:

The Kiffness – Ievan Polkka ft. Bilal Göregen (Club Remix) – with permission from David Scott (see tweet, dated 21/12/20)
Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

BBC_news_sperm_count
18 Mart 2018’de BBC’de çıkmış bir sağlık haberi. Haberin başlığına göre “sperm sayısı düşük olan erkeklerin sağlık problemleri yaşama riski daha yüksek”. Fakat gerçekte olan büyük ihtimalle tam tersi: Sağlık problemleri yaşayan erkeklerin genel olarak sperm sayısı daha düşük. Epidemiyolojide buna “reverse causality” (ters nedensellik) diyoruz ve analizlerimizde çok sık karşılaşıyoruz.

Bir Genetik Epidemiyolog olarak (anahtar kelime: epidemiyolog) tıpla ilgili önemli gelişmeleri takip etmeye çalışıyorum. Fakat bu günlerde tıp ve epidemiyoloji alanında o kadar çok ‘buluş’ yapılıyor ki çıkan her habere yetişmek imkansız. Bu yüzden BBC, The Guardian, The Times gibi saygıdeğer haber kaynaklarına odaklanıyorum. Işin kötüsü, bu haber kanallarında dahi çıkan haberlerin çoğunun verdiği ana mesaj çoğu zaman yanlış ya da abartılı: ya analizi yapan bilim insanlarına fazla güveniyorlar ya da bilim insanlarının kendilerine söylediklerini daha sansasyonel hale getiriyorlar.

Belki astrofizik alanında yapılan bir buluş ile ilgili bir haberin doğru olup-olmaması bizi fazla etkilemez ama sağlığımızı ilgilendiren bir ‘buluş’un yanlış çıkması için aynı şeyi söyleyemeyiz. Insanlar bu haberleri okuyup, ona göre kendi hayatlarında değişimlere gidebiliyorlar. Bu tarz haberlerin belki de en etkilisi 1998’de tıp alanındaki en ünlü dergi olan The Lancet’de çıkan bir makaleyle ilgiliydi (Wakefield et al, 1998). Makaleye göre, özetle, MMR (measles, mumps, and rubella) aşısının test edildiği 12 çocuğun hepsinde de otizm, davranış bozuklukları, bağırsak problemleri gibi sorunlar ortaya çıkmıştı. Çalışma tüm dünyada haber olmuş ve MMR aşısına karşı kampanya başlatılmıştı. Bu sadece MMR aşısına değil, tüm aşılara dini (“kaderci”) ya da başka sebeplerden dolayı (“organik yaşam” savunucuları gibi) karşı çıkan grupların işini kolaylaştırdı ve bu “anti-vaxxer” (aşı karşıtı) gruplar her mecrada argümanlarını bu makaleyle güçlendirdiler. Fakat sonraki bilimsel ve adli araştırmalarla bu çalışmayı yürüten Andrew Wakefield’ın aşı karşıtı gruplardan para aldığı ve sonuçların neredeyse tamamını kendisinin uydurduğu ortaya çıktı (daha detaylı bir analiz için tıklayın). Gerçek, özellikle bilim alanında, eninde sonunda ortaya çıkıyor fakat iş işten geçmiş olabiliyor bazen. Bu makaleninin etkileri toplum nazarında bugün dahi devam ediyor ve bir sürü aile çocuklarına bu tarz korkulardan dolayı aşı (vaccination) yapılmasına izin vermiyor.

Bize epidemiyolojide öğrettikleri ilk şey: “correlation does not mean causation” (korelasyon, sebep-sonuç ilişkisi olduğu anlamına gelmez). Fakat bugünlerde tıp ve epidemiyoloji alanında ‘buluş’ adı altında bir sürü korelasyon (correlation) yayınlanıyor. Bunların arasında ilginç ve çok okunacak olanları gazeteciler yakalıyor ve “kahve içmek kansere yol açıyor”, “çikolata yiyenler daha başarılı” ve benzeri başlıklı haberler yayınlıyorlar. Birkaç gün sonra tam tersi bir haber okuduğumuz da oluyor (“kahve içmek kanseri engelliyor!” gibi). Bu tarz haberlerin yayılmasında gazetecilerin suçu olduğu gibi, bilim insanlarının da suçu var. Sıkıntı şu: bilim insanlarının elindeki datalar son 5-10 yılda inanılmaz bir hızla büyüdü ama bilim insanları dahi genel olarak bu büyümeye data analizi açısından yetişemedi. Datalar çok büyük olduğundan, hipotezsiz, data analizi ve “causal inference” (nedensel çıkarım) uzmanlığınız olmadan “dur şunu da analiz edeyim!” dediğiniz zaman, istemediğiniz kadar korelasyon buluyorsunuz.

Örnek olarak: diyelim ki datanızdaki tonlarca verinin arasında kişilerin kahve içme oranı ve akciğer kanseri teşhisi de var. Eğer basit bir istatistiki korelasyon (örneğin: linear regression) analizi yapacak olursak, büyük ihtimalle ikisi arasında anlamlı bir korelasyon bulacağız. Bu korelasyonu sadece siz değil, benzer dataya bakan 10 kişi daha bulacak; bunlardan belki 3’ü bu korelasyonun gerçek olduğuna inanacak ve bir makale yazacak; 1’i de makaleyi gönderilen derginin “peer review” (birkaç bilim insanı tarafından değerlendirme) aşamasından geçirip, yayınlayacak – ve büyük bir ihtimalle ilginç bir ‘buluş’ olarak her yerde haber olacak: “kahve içmek akciğer kanserine yol açıyor!

Gerçekte ise kahve içmeyle akciğer kanseri arasında hiçbir sebep-sonuç ilişkisi yok. Bulduğumuz korelasyonun sebebi bu ikisiyle de – yani kahve içmek ve akciger kanseriyle – bağlantılı üçüncü bir (confounding) faktörün olması: sigara içmek. Kahve içenler genelde daha fazla sigara içiyorlar ve sigara içmek de akciğer kanserine sebep olduğu için, eğer istatistiki modelimize kişinin sigara içme oranını da eklemezsek, kahve içmeyle akciğer kanseri arasında istatistiki olarak güçlü bir korelasyon buluruz. Maalesef bu tarz sebep-sonuç ilişkisi göstermeyen korelasyonların önüne geçmek ve elimine etmek kolay değil; bu yüzden bilim insanlarının daha dikkatli olması ve yaptıkları her “buluş”u başka bilimsel yöntemlerle desteklemeden yayınlamaması gerekiyor.

cikolata_ve_nobel_odulu
Figür, ülkelerdeki çikolata tüketim oranıyla ülkenin toplamda kazandığı Nobel ödülü sayıları arasındaki inanılmaz korelasyonu gösteriyor. O zaman bu “buluş”a bakıp, Türkiye’deki herkese çikolata yedirmeye başlamak lazım – malum ülke olarak sadece iki Nobel ödülümüz var. Fakat bu korelasyonun (büyük ihtimalle) muhtemel en büyük sebebi, çikolata tüketimiyle, Nobel ödülü sayılarını etkileyen üçüncü bir faktörün olması: GDP per capita at purchasing power parity (satın alma paritesi). Bulunan daha ilginç korelasyonlara bakmak için tıklayın. Image source: http://www.nejm.org/doi/full/10.1056/NEJMon1211064.

Konuyu daha fazla uzatmadan genel bir prensip olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: bir buluş kulağa ne kadar ilginç ve sansasyonel geliyorsa, yanlış olma ihtimali de o derece yüksektir.

Biraz zor olacak ama neden böyle düşündüğümü kısaca izah etmem gerekirse: bir buluşun bana ‘ilginç’ gelmesi için, o buluşun o konuda bilinenlerden çok farklı birşey olması lazım. Böyle bir buluş yapmak günümüzde bir hayli zor çünkü artık bilim insanı sayısı eskiden olduğu gibi az değil; artık binlerce bilim insanı bir konu üzerinde çalışıyor olabilir (örnek: kanser). Artık her tür fikir/hipotez, birçok grupta aynı anda ortaya çıkabiliyor ve test ediliyor. Bundan dolayı birkaç haftada bir ‘buluş’ yapılıyor denebilir – ama eskiye nazaran alanını on yıllarca ileri taşıyan değil, ‘inkremental’ buluşlar bunlar. Belki son ufak adımı bir grup/insan diğerlerinden önce atıyor ve bu yüzden alanlarında ‘büyük buluşu yapan kişi/grup’ diye anılıyorlar. Oysa belki 3-5 ay sonra başka bir grup büyük ihtimalle aynı buluşu yapacaktı. Eskiden Newton ya da Einstein gibi elit bilim insanları zamanlarının çok ilerisinde olabiliyorlardı, çünkü etrafta fazla bilim insanı yoktu ve bilim bu kadar hızlı ilerlemiyordu.

Son olarak, bu tarz haberleri okurken biraz ihtiyatlı olmakta fayda var ve bu çalışmalara bakıp hayatımızda değişiklikler yapmadan önce, eğer anlıyorsak, araştırma metotlarına bakmamız lazım – ya da epidemiyolojiden ve “causal inference”dan iyi anlayan (yani doğru soruları sorabilen) birisine danışmamız lazım.

power_posing
Amy Cuddy’nin “power posing” konuşması, en çok izlenen TED talk. Kısaca, “eğer güçlü görünen pozlar verirseniz, kendinize güveniniz artar” diyor bu konuşmasında. Fakat sonraki bilimsel analizler bunun doğru olmadığını ve Amy Cuddy’nin analiz metotlarının bir bilim ınsanından beklenmeyecek kadar zayıf olduğunu gösteriyor. Detaylar için tıklayın. TED talk source: https://www.ted.com/talks/amy_cuddy_your_body_language_shapes_who_you_are

PS (post-script/dipnot): Konuyla ilgilenenler için ekstradan bir-iki paragraf daha karalayayım istedim. Sağlık alanında yapılan bir buluş (i) delil/deney bazlı (evidence-based) ve (ii) epidemiyolojik, istatistiki ve biyolojik olarak mantıklı olmalı. Bir ‘buluş’la ilgili haberi okuduktan sonra “ya evet, mantıklı” demeden önce elimizden geldiğince “bu 4 konuda tatmin edici mi?” diye sorgulamamız lazım. Kriterlere örnek vermek gerekirse:

  • “Evidence-based” dedik. Bunlara en güzel karşıt örnekler “homeopati/alternatif tıp” olarak adlandırdığımız “ilaç/kürler”. Bunların hepsini toptancı bir yaklaşımla “kesinlikle etkisiz” diye çöpe atmamak lazım fakat çoğu alternatif tıp savunucusunun “belge” olarak sunduğu şeyler kulaktan dolma bilgiler: “Kaynımın şu hastalığı vardı; şu Hoca bir bitki karışımı verdi ve hastalığı geçti” gibi. (Bilinmeyen bir sebepten dolayı) bir kişinin hastalığı geçiyor, 10 kişininki geçmiyor; ve sadece bu hastalığı geçen kişininki kulaktan kulağa yayılıyor, reklamı yapılıyor. Bilim insanlarının daha bilmediği/araştırması gereken çok şey var fakat bir ilaç “klinik deneme”den (clinical trial) geçmeden önce onun efektif olduğunu, yani gerçekten de bir çare olduğunu belgelemek çok zor.
  • “Epidemiyolojik olarak mantıklı olmalı” dedik: Yukarıda bahsettiğim kahve, sigara ve akciger kanseri örneğinden tonlarca var hayatta. Kendimize, “bu korelasyona sebep olabilecek 3.ncü bir faktör var mı?” diye sormalıyız.
  • “Biyolojik olarak mantıklı olmalı” dedik: “X geni gırtlak kanseri yapıyor” diye bir haber/makale okudunuz ama bu “X” geni sadece ayağımızdaki bazı hücrelerde aktifse, büyük ihtimalle yanlış bir haber/sonuç.
  • “Istatistiki olarak mantıklı olmalı” dedik: Çok basit bir örnek olarak aşağıdaki figüre bakınız. Basit bir linear regression analiziyle bu iki veri arasında bir korelasyon buluruz. Fakat datayı visualise/plot ettiğimiz zaman, aslında korelasyon çıkmasının sebebinin en üstteki “outlier”dan (aykırı gözlemden) dolayı olduğunu görebiliyoruz. Burada bir data “temizleme” problemi ve yanlış bir istatistiki modelin kullanıldığını görebiliyoruz. Böyle bir plot çizmesek, bu korelasyonun yanlış olduğunu göremezdik.
graph-3
Yanlış bir linear regression (doğrusal regresyon) metot kullanımı. Kendi başına en uçta duran noktayı görmezden gelirsek, X ve Y eksenindeki veriler arasında hiçbir korelasyonun olmadığını çok rahat bir şekilde görüyoruz. Fakat o problemli veri silinmediğinden ve yanlış bir şekilde linear regression metodu kullanıldığından, aralarında sanki pozitif bir korelasyon varmış gibi bir çizgi çizilmiş.

Referanslar:

Wakefield et al, 1998. Ileal-lymphoid-nodular hyperplasia, non-specific colitis, and pervasive developmental disorder in children. Lancet. URL: http://www.thelancet.com/journals/lancet/article/PIIS0140-6736%2897%2911096-0/abstract

Editorial, 2011. Wakefield’s article linking MMR vaccine and autism was fraudulent. BMJ. URL: http://www.bmj.com/content/342/bmj.c7452

Read Full Post »

PDF versiyonu için tıklayın:

Önemli not (13/04/20): Evrim teorisine inanan, daha doğrusu, çok kuvvetli delillerin olduğunu gören/ögrenen/bilen, bir müslüman (ilgilenenler için ‘Neden ve nasıl bir müslümanım?’ bölümü en altta) ve bilim insanı olarak bu yazıyı Şubat 2018’de (bugün yazsam biraz farklı bir dil kullanırdım ama) evrime ve evrim teorisine inanmayan müslümanlar için paylaştım. Fazla genetik terim kullanmadan, herşeyi kendimce basitleştirdim (önerilere açığım)… Teknik bilgi ve detay isteyenler en yeni evrimsel biyoloji kitap ve makalelerini okumalı. İngilizce bilenler zaten benim yazımdan ziyade direkt Richard Dawkins’in ‘The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution’ kitabını okusun.

Baştan sona (dipnotlar da dahil) okumayanlar lütfen cevap yazmasın çünkü özellikle giriş kısmı fazla basitleştirildiğinden yanlış anlaşılabilir.


02_EVOW_END
Tree of life’ (Hayat ağacı) – karşılaştırmalı DNA analizi yapılarak oluşturulmuş bir figür. İnsanlar (Homo sapiens) ‘Opisthokonts/Animals’ grubunun içinde, çünkü genomumuz ve hücrelerimiz en çok onlarınkine benziyor. Hatta bize genetik olarak en yakın türlerden biri olan şempanzelerle genetik dizilişlerimiz çok yüksek oranda benzerlik gösteriyor ve bizdeki genlerin >%90′ının aşağı-yukarı aynısı onlarda da var. Ayrıca virüsten bakteriye, bitkilerden insana kadar her canlının aynı genetik malzeme/aparat/kod olan DNA’yı kullanıyor olması hala kafamın almadığı birşey ve bu – tek bir Yaratıcının olduğuna inancımı güçlendirmekle beraber – her canlının evrimsel bir ‘aile’nin bir bireyi olduğunu da kanıtlıyor (Image source URL: evolution-textbook.org)

Nerede okudum hatırlamıyorum fakat “bir soru sana üç kez sorulduysa artık blog yazısı yazma vakti gelmiştir” gibi birşey okumuştum birkaç ay önce. Hoşuma gitmişti ve “ben de zamanım oldukça böyle yapmaya çalışacağım” diye kendi kendime karar vermiştim.

Genetik mezunu olduğum ve şimdiki araştırmalarımda da insan genetiğiyle* ilgilendiğim için neredeyse her tanıştığım (özellikle islami camiadan) insan bana evrimden bahsediyor ve fikrimi soruyor. Belki de 30-40 defa aşağı-yukarı aynı şeyleri söyledim son birkaç sene içinde. Birçoğu cevabımı beğenmeyip bir daha yanıma yaklaşmadı ama olsun 😊 Önemli değil. Insanlara kendimi beğendirmeye çalışmayı yıllar önce bıraktım. Insanların da biraz başka fikirlere açık olması, “benim bildiklerim de belki yanlış olabilir” diyebilmesi lazım ama neyse; konumuz bu değil…

Evrim teorisi ve İslam dini/Tanrı inancı konusunda söylenecek çok şey olsa da kısaca fikirlerimi buraya dökmek istiyorum. Önce bilim dunyasındaki gözlemlerimi sıralayacağım, sonra da kendi fikirlerimi ekleyeceğim:

Gözlemlerime göre Avrupa’da biyoloji ve fizikle ilgilenen bilim insanları arasında evrim teorisine hiç inanmayanların sayısı belki de binde bir. Bunların hemen hemen hepsi evrim teorisini çok mantıklı buluyor ve (benim gibi) aralarında Tanrı’ya inananları dahi Tanrı’nın ilk canlıyı yarattıktan sonra diğer milyonlarca türü evrim mekanizmasını kullanarak yaratmış olabileceğine inanıyorlar. Evrim teorisini mantıklı bulmalarının sebebi ise “İslami” kesimden birçok kez duyduğum “vicdanlarında doğruyu biliyorlar ama nefislerine yenilmişler” gibi saçma-sapan bir sebepten dolayı değil, farklı metotlarla elde edilmiş tonlarca datayı analiz ettikten sonra (bir ’empiricist’ olarak) teorinin doğruluğuna gerçekten inanmalarıdır.

Bilimsel bir teoriyi yıkmanın yolları belli – yine bilimle. Ve korkmayın sizden, benden daha akıllı insanlar da bu teoriyi yıkmak ya da geliştirmek adına her tür soruyu sordular ve deneyi yaptılar. Fakat Evrim teorisi bu bilimsel ‘saldırılardan’ daha da güçlü çıktı.


Basit bir şekilde ‘Evrim’ nedir (sağ-alttaki)? Ne değildir (sağüstteki)? Bütün canlılarla – maymunlarla da – akrabayız ama maymundan gelmedik! Figurde de görüldüğü gibi evrim teorisine göre ortak bir atamız vardı (Source: matthewbonnan.wordpress.com).
(Not: ‘Harun Yahya’ grubunun ‘Atlas of Creation/Yaratılış atlası’ adlı bir kitabı vardı ve daha 20’nci sayfada fecaat bir evrimsel ‘ara form’ tanımı vardı orada – tabi yanlış olduğunu genetik okuduktan sonra anladım: evrim varsa, sözde bir denizyıldızı başka bir balık türüne dönüşmeliydi. Ondan esinlenerek ekledim bu figürü çünkü gençken benim de tüm bilim insanlarına karşı güvenimi sarstı bu tarz kitaplar)

Bu konudaki fikirlerime gelince; öncelikle bilim öğrendikçe bize çocukluktan dayatılan (8., 9. ve 10. yüzyıldan kalma ortodoks Sünni) din anlayışının hayat ve hakikatin karşısında bayağı basit kaldığını daha net görüyor insan. Basit bir örnek olarak: itikadi olarak Ehl-i Sünnet mezheplerden biri sayılan Eşariliğin ilk ortaya çıktığı 10. yüzyıl Irak’ına gelecekten bir (müslüman) bilim insanı gelip “Hocam aslında doğmadan çocuğun cinsiyetini öğrenebiliriz, çünkü Y-kromozomu belirliyor bir çocuğun erkek ya da kız olacağını (Allah’ın yarattığı bir mekanizma bu!)” dese ve buna karşılık “sus kafir! sadece Allah bilir ve belirler herşeyi!” cevabı verilse (ve sonra da “itikadi bozuk!” ya da “fitne yayıyor!” diye taşlansa) herhalde şaşırmayız birçoğumuz. Başka (basit ve yukarıdakinden farklı) bir örnek de ‘dünyanın ve içindekilerinin sadece bizim için yaratılmış olması’. ‘Dünya’ (biyolojik manada) kesinlikle sadece ‘bizim için’ yaratılmamış, biz dünyaya adapte olmuşuz: oksijenin az olduğu dönemde dünyada insan yoktu mesela (sonradan ortaya çıktık); ormanda iki gece yalnız kalsak bizi parçalayacak veya zehirleyecek hayvan ve böcek dolu etraf – bakteri/virus/mantar türlerini saymaya bile gerek yok; kulaklarımız bile ses dalgalarını toplayabilmek için çanak anten şeklinde; örnekleri uzatmaya gerek yok… Demek istediğim, o dönemlerde (mezhep imamları gibi) ameli ve itikadi mezhepleri/sistemleri ortaya atan/geliştiren insanlar çok değerli olsalar da bugün artık ‘mızrak çuvala sığmaz oldu’. Bilimin bulduğu-bulacağı şeylere gözümüzü kapatarak bir yere varamayız – bu mantık nihai olarak Allah’ı ve sünnetini daha iyi anlamamıza engel olacaktır.

Evrim teorisi de (ortodoks Sünni) din anlayışımızı temelden sarsan buluşlardan birisi. Bilmeyenler için biraz açıklamaya çalışacağım bu blog yazımda: öncelikle “mikro” evrimin (tırnak içerisinde yazıyorum çünkü ‘mikro/makro’ diye bir ayrım yapılmıyor bilim çevrelerinde – ama insanlar böyle ikiye ayırınca daha iyi anlıyorlar) gözle dahi görülebilen bir olgu olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Görsek de görmesek de (görmek istemesek de) her tür genetik olarak evrilir ve nihai olarak yaşadığı ortama adapte olur – adapte olmak zorunda yoksa tür zamanla yok olur. Basit bir örnek olarak insanlarda cilt rengi kullanılabilir: Siyahi insanlar nasıl yaşadıkları ortamlara (Afrika’nın güneşine) adapte olmuşlarsa, beyaz insanlar da kendi (az güneşli) ortamlarına adapte olmuşlardır. Bu basit şekliyle evrimdir. Örnek olsun diye: ilk atamız (bizim inancımıza göre Hz. Adem**) belki de siyahiydi. Fakat zamanla (belki binlerce sene sonra) soyundan gelen insanların genlerinde doğuştan cilt renklerini değiştiren mütasyonlar oluştu ve on binlerce yıllık zamandan sonra bembeyaz, simsiyah ve arası tonlarda insanlar ortaya çıkıverdi dünyanın dört bir yanında (detay). Fakat bu tarz evrim illa başka türlere yol açacak anlamına gelmez. Bu örnekte olduğu gibi siyahisi de, beyazı da (ve arası tonlardakiler de) insan. Başka bir örnek olarak geçen senenin grip aşısının bu sene işe yaramamasının sebebi de ‘mıkro’ evrim (mekanizma: Antigenic drift).

İlk Darwin’in bilimsel bir çerçeveye oturttuğu, sonraki 150 yılda daha da geliştirilen ve güçlenen ‘Evrim teorisi’ ise bu ve buna benzer gözlemleri kullanıp işi birkaç adım öteye taşıyor (“mikro” evrimden “makro” evrime). Çok basitleştirerek (avamca; ‘doğal seleksiyon’, ‘mütasyon’, ‘genetik kayma’, ‘gen akışı’ gibi teknik terimlere girmeden) söylersem, diyorki “nispeten böyle kısa zaman dilimlerinde (binlerce senede) bile evrim kendisini gösterebiliyorsa, milyonlarca (hatta milyarlarca) senede başka türlerin ortaya çıkmasına da sebep olabilir. Öyleyse ilk yaşam formlarının ortaya çıktığı ~3.5 milyar sene öncesinden başlayıp bugünlere doğru gelen hızlandırılmış bir film izleyebilsek, şu anda gözlemlediğimiz her canlı türünün o (bakteri gibi tek hücreli) tek atadan evrimleşerek meydana geldigini görecegiz.” Bu hipotezi desteklemek için sadece bir örnek verecek olursam: Bir kara parçası olarak ~88 milyon sene önce Hindistan altkıtasından fiziki olarak ayrılan Madagaskar adasında bulunan on binden fazla bitki türünün %90‘ından fazlasının dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamasının sebebi (“makro”) evrimdir – yani uzun zaman (milyonlarca yıl) boyunca genetik karışım olmadığı için Madagaskar’a adapte olan bambaşka türler oluşmuş.

Şimdi gördügümüz ya da çoktan yok olmuş milyonlarca tür arasındaki ilişkilerin tartışmaya açık spesifik tarafları olsa da – ki elinize düzgün bir evrimsel biyoloji (evolutionary biology) kitabı/makalesi alsanız bunları sıralarlar – bilimsel bir şekilde evrim teorisine toptan karşı çıkmak imkansız hale gelmiştir. Hatta bir adım öteye gidersem, evrim teorisine artık hakikat gözüyle bakan bilim insanı sayısı böyle bakmayandan kat kat daha fazla (“aslında simülasyonda yaşıyoruz” vs. diyenleri de katıyorum bu ikinci gruba). Batıda üst düzey bilim insanlarıyla hemdem olmamışlar için yazıyorum: Bu insanların çoğu inanılmaz akıllı ve açık görüşlü insanlar – hiçbiri laf olsun diye ‘evrimci’ olmuyor. Yazdıkları makaleleri anlamaya kalksak çoğumuzun ilk paragrafta başı ağrır. Fakat genellersem “Orta Doğulular” (ya da müslümanlar) olarak komplo teorilerini çok seviyoruz ve çok kaliteli insanları dahi karalamayı ve aşağı çekmeyi becerebiliyoruz. İnternette bir sürü komplo teorisi yayan sitelerde görebileceğiniz gibi “aslında Tanrı’nın var olduğunu biliyorlar ama ruhlarını Şeytan’a satmışlar; ondan evrim teorisini insanlara pompalıyorlar” tarzı palavralara inanan çok maalesef.

Bilim insanları ellerindeki bulgulara göre evrim teorisine inanıyorlar ve bu teoriyi bir “bilimsel model” olarak kullanıyorlar. Ayrıca Darwin’in 1859’da ilk defa ortaya attığı ‘Evrim teorisi’ de zamanla tabir-i caizse ‘evrilmiştir’ ve bugüne kadar yapılan genetik, paleontolojik, biyokimyasal çalışmalarla bambaşka bir hal almıştır. Yani ‘Harun Yahya’ ve benzeri sözdebilimci/bilim düşmanı grupların sık yaptıgı gibi “Darwin yerle bir edildi!” deyip bunu “evrim teorisi yerle bir edildi!” anlamına getirenlere kanmayın. İngilizler atalarına büyük saygı gösterirler ve Darwin’in ~150 sene önce söylediği birçok şeyin şimdi yanlış olduğu bilinse de, müthiş bir bilim adamı ve biyolojinin her alanına katkısı çok büyük olduğundan, sonraki bilim insanları saygılarından birçok önemli buluşu hala Darwin’e atfeder. Bu yüzden evrimsel genetik alanındaki gelişmeleri fazla takip edemeyen birisine de evrim teorisi sanki hala Darwin’in söylediği versiyonuyla kalmış gibi görünebilir. Evrim teorisi her zamankinden daha güçlü ve neredeyse yıkılmaz (bilimsel) surlar arkasında. Evrim teorisinin yanlış çıkması bilim tarihinin açık ara farkla en büyük şoku olur – bunun için binlerce makalenin yalan/yanlış cıkması gerekir ki böyle birşey imkansız, çünkü bu araştırmaları yapan sadece bir insan ya da grup degil; onlarca farklı ülkeden, yüzlerce farklı alandan (genetik, paleontoloji, veri bilimi, biyokimya) uzman yayınlıyor bu makaleleri.


Evrimi tam anlamayanların en büyük hatalarından biri de türlerin devamlı daha da kompleksleşmesi ve “mükemmelleşmesi” gerektigidir. Böyle birşey yok. Sadece bir örnek olarak Pandalarla ilgili bu (ingilizce) videoyu izleyin. Sadece Panda bile bizim “mükemmellik” anlayışımızla Allah’ın “mükemmellik” anlayışının çok farklı oldugunu gösteriyor. Panda da farklı bir “sanat” ama düz bir insan olarak baktıgımızda (haşa!) hataları çok: tüm gün bambu yiyor ama doğru düzgün sindiremiyor bile. Bu yüzden tüm gün yemek yemek ve kaka yapmak zorunda. Fazla enerjisi olmadığı için de yemek yemenin dışında günlerini uykuda geçiriyorlar.

Ben de yaklaşık on senedir genetik alanındayım ve genetikle ilgili okuduğum akademik makale/kitap sayısı bini geçmiştir. 18 yaşında, Türk insanının birçoğu gibi, evrime kesinlikle inanmayan birisi olarak çıktığım bu yolda, şimdi otuzuna dayanmış ama evrim teorisinin (çok çok yüksek ihtimalle: %99.999…) doğru olduğuna inanan birisi olarak devam ediyorum. Bunları söylerken de beş vakit namazını kılan ve Allah’ın varlığına tüm kalbiyle inanan birisi olarak söylüyorum. Bu konuda degiştigimi de söylemekten hiç gocunmuyorum. Banal olacak ama insan devamlı öğrenmeli ve inançlarını yeni bilgiler doğrultusunda sorgulamalı. Ama insanların çoğu “benim inançlarım doğru çıkmalı!” gözlügüyle bakıyor olaylara ve yanlış olma ihtimalini dahi düşünmek istemiyor – çünkü “bugüne kadar bildiklerim (büyük ihtimalle) yanlışmış” deme cesareti çok az insanda var. Benim öyle bir derdim yok; olmadı.

Evrim teorisi konusunda neden böyle düşündüğümün sebeplerini de kısaca sayarsam: Birincisi, Allah bizi (bilimle, fosillerle vs.) kandırmaya çalışmaz. Ikincisi, ne Kuran’da ne de hadiste, ilk insanların (Hz. Adem ve Havva’nın) yaratılışıyla ilgili mahiyetini tam olarak bilmediğimiz detaylar bulunsa da, insandan önceki canlılarla ilgili neredeyse hiçbir şey yok. Popülasyon genetiği alanındaki araştırmalara göre (modern) insanlar son 150-200 bin senedir bu dünyadalar. İlk canlıların ~3.5 milyar sene önce ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, insanların dünyada bulunma süreleri bazı türlere nispeten çok kısadır. Eskiden olup da şimdi aramızda bulunmayan bir sürü canlının fosili bulundu (dinazorlar, trilobitler, Neandertallar gibi) – ve eldeki milyonlarca fosile bakıldığında, en geçmiş zamandan şimdiye doğru bir film şeridi gibi canlıları izleyebilsek, ilk canlıların gittikçe daha türlü hale geldiğini ve çogunun kompleksleştiklerini göreceğiz***. Din konusunda uzman değilim fakat bununla ilgili de hiçbir ayet veya hadise rastlamadım (yani “Allah milyarlarca sene önce tek hücreli canlıları yarattı; sonra şunları; sonra da dinazorları…” gibi. Bilen varsa yazsın lütfen). Bütün bunları ve evrim teorisini destekleyen bulguları**** birleştirince Allah’ın bildiğimiz-bilmediğimiz tüm canlı türlerini evrimi kullanarak yaratmış olduğuna inananlardanım.

Benim bir bilim insanı olarak amacım hakikati araştırmaktır – her insanın da böyle olması lazım ama çoğumuz bir şeye inandık mı hakikate dahi gözümüzü kapatıyoruz. Bilime gözünü kapatan, Allah’ın en önemli eserlerinden biri olan ‘kainat kitabı’na da gözünü kapatmıştır. Bilim insanlarının yaptığı gibi sorgulamadan, araştırmadan, diğer uzmanların sordukları sorular üzerine samimane kafa yormadan “benim dediğim doğru!” diyen her insan tam anlamıyla zırcahildir, kibir abidesidir – ve kibir Allah’ın en sevmediği hasletlerden biridir. Allah (kibirsiz) sorgulayan insanları sever; insan sadece sorgulayarak ‘tahkiki iman’a ulaşır.

Ben öğrendiklerim ışığında artık şu noktadayım: Allah tüm türleri (species) evrimle yaratmışsa da şaşırmam; (çok gizemli bir şekilde) direkt yaratmışsa da. Ama (“eviren”in O olduğunu varsayarsak) birinci senaryonun ikincisine nazaran çok daha güzel; akla ve Sünnetullah’a da daha uygun olduğu kanaatindeyim*****. Çünkü ~14 milyar sene önce kainat yaratılıp, bundan ~10 milyar sene sonra dünyadaki ilk canlıya hayat “üflendikten” ve (DNA, metabolizma, algılama gibi) gerekli biyolojik mekanizmalar verildikten sonra evrimle herşey yine Allah’ın akıl sır erdiremediğimiz yüce planı ve koyduğu kurallar içinde/sebep-sonuç dairesinde işlemeye devam ediyor.


Evrim teorisine inanmıyorsanız alternatif teorinizin ne olduğunu düşünmeniz lazım. Bana göre en fazla iki alternatif teoriniz olabilir: Alternatif teori 1: Tüm türler dünyanın yaşamaya elverişli hale gelmesinden, yani ~3.5 milyar yıldan beri varlar ve aynı kalmışlar. Örneğin şempanzeler, tüm dinazor türleri, insan, tüm bakteri turleri, tüm bitki türleri vs. hep vardı ve aynı kaldılar. Fakat bu ‘teori’yi yapılan araştırmalar ve bulunan fosiller desteklemiyor. Görünen, bugünkü türlerin çoğunun sonradan ortaya çıktığıdır – özellikle de çok hücreli canlıların (bkz: canlı türlerinin ortaya çıkma kronolojisi – aşagıda). Alternatif teori 2: Evrim sadece diğer canlı türleri için vardı ve insan çok (çok!) sonradan dünyaya ‘ışınlandı’. Bu ‘teori’nin de sorunu, ana yazımda da belirttiğim gibi, DNAmızın birçok hayvan ve canlıyla çok yüksek benzerlikler göstermesi. Ayrıca modern insana benzer, Neandertaller ve Denisovalılar gibi çok yakın insan türlerinden aldıgımız DNA da cabası – atalarımız Afrika’dan çıktıktan sonra onlarla çiftleşmiş ve bugün Afrikalıların dışında neredeyse her millette %1-2 arası Neandertal ve Denisovalı DNAsı var. İnsan biyolojik, fizyolojik ve genetik olarak diğer canlılardan çok farklı bir yaratık olsaydı, bu tarz çiftleşmeler imkansız olmalıydı – ama değiliz!

Uzadı… Kısaca özetlemek gerekirse söylemek istediğim haddini bilen ve gerçeğin peşinde olan bir insan, bilim insanlarının saf olmadığını, çoğumuzdan daha akıllı olduklarını, (bundan bahsetmek bile utanç verici ama) komplo teoricilerin bize anlattığı gibi “aslında biliyorlar ama Şeytan’a hizmet ediyorlar” gibi bir durumun olmadığını bilmesi gerekir. Bilim modellerle ilerler ve biyoloji alanında şu andaki en iyi ‘bilimsel model’ de evrim teorisidir. Ben dahi evrim teorisini kullanarak ilk defa ya da az görülen mutasyonların proteinler üzerindeki etkilerini tahmin etmeye çalışıyorum ve kullandığım algoritmaların başarı oranı %80’lerin üzerinde.

Umarım kendimi anlatabilmişimdir. Bu konu/hamur daha çok su götürür; bu yüzden burada bırakıyorum. Bu arada insanların evrime inanıp-inanmaması beni çok ilgilendirmiyor – yazıyı entelektüel bir sorumluluk olarak gordügüm için yazdım – fakat evrim teorisi düşmanlıgı insanları bilim insanı düşmanlığına, sonra da tamamen bilim karşıtı olmaya doğru ittiğini gözümle gördüm kaç defa (ben de gençken kısmen bu gruptaydım). Böyle insanlar sonra aşı karşıtı, ve ya homeopati ve ‘düz dünya’ gibi saçmalıkların savunucusu oluyorlar. Bunu engellemek için ben de kendi çapımda bana düşeni yapmak istedim******.

Belki ilginç gelmiştir ama yazımda ateizm’den hiç bahsetmedim. Çünkü evrim teorisiyle ateizm farklı şeyler. Ateizm, tanrının olmadığına dair bir inanış, evrim teorisi ise – yukarıda bahsettiğim gibi “tüm canlıların ilk atası”nın ortaya çıkmasından sonra – şu anda dünyada bulunan milyarlarca türün neden ve nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan bilimsel bir teori/model/mekanizmadır. Her evrim teorisine inanan ateist değildir çünkü evrim teorisinin dogru olup-olmamasının Allah’ın varlığıyla bir alakası yoktur – aynı dünyanın küre olup-olmamasının da bir alakası olmaması gibi*******. Ayrıca, ateizm evrim teorisinden önce de vardı. Yarın birgün (sanmıyorum ama) evrim teorisi yanlış çıkarsa – örneğin 3.5 milyar senelik bir hayvan fosili bulunursa – ateizm yine var olacak – çünkü ateistlerin Tanrı’nın varlığına inanmamalarının en önemli sebepleri bilimselden ziyade felsefidir (birkaç örnek: neden bu kadar çok kötülük/hastalık/şiddet var? Tanrı varsa, neden saklanıyor? dinler/dindarlarda bulunan bazı hurafeler; mutlak kadir, ezeli ve ebedi bir Tanrı anlayışını “mantıksız” bulmaları). Evet; bugün ateistlerin çoğu evrim teorisine inanıyor ve bunu inanışlarını desteklemek için kullanıyorlar gibi görünüyor ama hepsi değil. Örneğin Çin’de neredeyse ülkenin tamamı ateist/Budist ama evrim teorisini gerçekten anlayanların sayısı nispeten çok azdır. Ateistlerin bakış açısını çok önemli bir ateistin perspektifinden öğrenmek isterseniz Prof. Richard Dawkins’in ‘God Delusion’ kitabını tavsiye ederim. Müslümanlar olarak bizlerin Allah’ın varlığına dair kullandığı her argümana (kendilerine göre) mantıklı cevapları var ama hepsi tartışmalı tabi.

Son olarak, benim müslüman olarak kalmamın sebebi bilim değil, Efendimiz (Sav)’in hayatı ve Kuran-ı Kerim’dir. Bugünün (her dinden) dindarlarının paçozluk ve cehaletini görünce, Efendimiz’i doğru bir şekilde tanımayan bir insanın ateist veya din düşmanı olmasını da kesinlikle yadırgamıyorum.

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarınızı bekliyorum…



Dipnotlar

*Şu anda Leicester Üniversitesinde (İngiltere) bir Genetik Epidemiyolog olarak çalışıyorum ve grup olarak insanlarda akciger fonksiyonunu ve kronik obstrüktif akciger hastalığını (KOAH) genetik olarak araştırıyoruz. Elimize yüzbinlerce insanın genetik ve fenotipik (yaş, cinsiyet, sigara içiyor mu?) datası geçiyor ve bu bilgileri “süper bilgisayarlar” aracılığıyla istatistiki modellere tabi tutarak (“fit” ederek) hangi genlerin iyi bir akciğer fonksiyonu veya KOAH için önemli olabileceğini bulmaya çalışıyoruz. Umuyoruz ki yaptığımız buluşlar ileride insanlara faydalı bir ilaçla sonuçlansın. Detaylari bu iki yazimda okuyabilirsiniz: Bir bilim ve genetik reklamı & Searching for “Breathtaking” genes. Literally!

**Allah, (150-200 bin sene önce dünyada yaşayan) Homo sapiens‘lerin (modern insanların) arasından ikisine Hz. Adem ve Havva’nın ruhunu ‘üflemiş’ olabilir. Bu benim için şaşırtıcı olmaz. Çünkü, objektif olarak karşılaştırdığımızda, modern insanları Neandertaller (Homo neanderthalensis) ve Denisovalılar (Denisova hominins) gibi diğer insan türlerinden, ve şempanze gibi genetik olarak yakın hayvanlardan ayıran faktörün genler ve biyolojiden çok aradaki ilim farkı olduğunu görüyoruz. Meleklerin Allah’a “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” sözü bu şekilde de manidar oluyor – çünkü modern insana (Homo sapiens) benzer yaratıklar da birbirlerinin kanını dökmüşlerdi.

***Dünyada yaşadığı bilinen canlı türlerinin tarih cetveline (timeline) bakabilirsiniz: https://en.wikipedia.org/wiki/Timeline_of_the_evolutionary_history_of_life

****İngilizce bilenlere Richard Dawkins’in “The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution” kitabını ve yukarıdaki “What is the evidence for evolution?” videosunu tavsiye ederim.

*****Allah bir insanı bile yaratmaya karar verdiğinde o insanı dünyaya ‘ışınlamıyor’. Anne rahminde ~9 ay geçiriyor; sonrasında da belki 20-25 yaşına kadar kendi başına bir ‘birey’ olmuyor o insan. Herşey bir süreç sonucunda yaratılıyor.

******Uydurma bir senaryo çizmek istiyorum: Örneğin, 1920’lerde yaşıyoruz… Bilim fazla ilerlememiş ve büyük bir veba salgını var. Milyonlarca insan ölüyor ve bütün imamlar hutbelerinde: “Bu işlediğiniz günahlardan dolayı Allah’ın bize gönderdiği bir beladır; çekeceksiniz başka çaresi yok!” diyor. Bir bilim insanı da çıkıp “Hayır; benim gözlemlerime göre büyük ihtimal bunun sebebi farelerden bulaşan gözle göremediğimiz birşey. Araştırmam lazım!” dese ve karşılıgında da “Ne demek yani; Allah göndermedi mi bunu? Bu adam Allah’a şirk koşan sapık bir kafirdir!” damgası yese kaçımız – “kafir” damgası yeme ve toplumdan dışlanma pahasına – o bilim insanının tarafında yer alırdık? Evrim’deki gibi ortada herkesin gözle dahi görebildiği birşey var: veba hastalığı. Fakat mekanizma olarak biri “Allah istedi; oldu“, diğeri ise “(Allah istedi/istemiş olabilir – bunu objektif olarak bilemem/kanıtlayamam – fakat) bunun biyolojik sebebi bir bakteridir” diyor.

*******Fakat ‘din anlayışımız’la bir alakası vardır. Eğer din anlayışın “dünya düzdür” diyorsa, tonlarca somut bilimsel delille küre olduğu ıspatlanmış dünyanın küre olup-olmadığını değil, din anlayışını gözden geçirmen/sorgulaman lazım.

Eldeki bulgulara göre, canlı türlerinin ortaya çıkma kronolojisi (Source: bbc.co.uk)

PS: Yıllar önce evrim teorisi ve ateizmle ilgili görüşlerimi 2009’da önce Leicester Üniversitesi öğrencilerinin hazırladığı bir gazetede, sonra da (daha uzun bir şekilde) “God of Science” adlı yazımda paylaşmıştım. O günler ateizm’le ilgili söylediklerimin çoğuna hala katılsam da, evrim teorisi konusunda tamamen değişmişim 🙂 Bunu da gururla söylüyorum. Maalesef sorgulayanların sevilmediği, dogmatik bir milletiz. Hakikatin peşinde koşmanın ve bilimin önemini anlarsak, Allah’ı daha iyi tanıyacağımızı düşünüyorum.

PPS: Yazıyı paylaştığım günün (bugün 12 Şubat’ın) dünyada “Darwin günü” olması da ayrı bir tesadüf/tevafuk.


Ek 1 (18/05/2019): Konuyla ilgili bir Twitter zinciri (thread)


Ek 2 (03/12/19): Evrim Ağacı’ndan konuyla ilgili eğitici bir video

Ek 3 (30/04/20): Makale tavsiyesi

Evrim teorisini anlatma konusunda başarılı bulduğum bir video daha

KısacaNeden ve nasıl bir müslümanım?’ (ama >%10 da agnostiğim) (Not: önem sırasına göre sıralanmadı)

1- (Tek) Tanrının varlığını (biliyormuş gibi) ‘hissediyor’ olmam

Özellikle baba olduktan sonra bu duygu çok arttı. Oğlumun geçtiği her aşamayı izledim ve bir insanın/canlının nasıl açıklanamaz bir mucize olduğunu gözlerimle gördüm.

(Not: Bu sebep bazen – karşılaştığım olaylar sonrasında az ya da çok – sarsılıyor ama hala önemli bir sebep benim için)

2- İslam dininin özünde çok güzel ve (alternatiflerine göre) özel bir din olması: a) Öncelikle, senin bir yaratıcın var; ona karşı mütevazı ol (Allah’a şirk koşma!) – herşeyi ondan iste (aciz bir mahluk olduğun için de mütevazı ol). b) Kısa ömrünüzde güzel işler yapmaya çalışın; sorumluluk sahibi olun (emri bil maruf, nehyi anil munker); imtihan dünyasındasın: yaptıklarından da yapmadıklarından da sorguya çekileceksin. c) Kesinlikle başkalarının hakkına girme; Allah affedicidir ama her kuluna (fakir-zengin, ünlü-ünsüz farketmiyor) çok değer veriyor – bu yüzden kendi hakkını affetse bile onların hakkını senden alacak. d) Sorgulamaya (tahkiki iman taklidi imandan daha efdal) ve ilim/bilim öğrenmeye (Kıyamet günü, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir – Hadis) teşvik ediyor. e) Allah’ın “esma-ül hüsnası” (Halim, Rahman, Rahim, Selam gibi) sadece iyilik, sevgi ve affetme temelli değil, (Adil, Kahhar, Kabıd gibi) adalet, zorluk ve ceza temelli isimlerden de oluşuyor. Ayrıca, Batın ve Hakim isimleri de evren ve hayatın – bazı kısımları hoşumuza gitse de gitmese de – neden böyle gizemli, hatta anlaşılmaz ve hakikatinin araştırmaya değer olduğunun bir emaresi…

3- Kuran’daki bazı – bana göre direkt ilahi olduğu belli olan – ayetler: Peygamberi eleştiren/ikaz eden ayetler; “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı gerektiği tarzda tazim ederler” (Fatir, 28); “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez” (Necm, 39); “O, insanı bir damladan yarattı. Fakat bir de bakarsın ki Rabbine apaçık bir hasım oluvermiş!” (Nahl, 4); “Allah size, emanetleri/işi ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hüküm vermenizi emreder” (Nisa, 58); “O insana kalemle yazmayı öğretendir” (Alak, 4) gibi ayetler…

4- Birçok duygusal ya da mantıksal sebep: örneğin, a) İslam’ın yok olmamış ya da Afrika’da birkaç kabilenin inandığı bir din olmaması önemli; b) önceki büyük dinleri ve peygamberleri tasdikliyor (ya da tamamen yalanlamıyor) olması – onların da “ileride gelecek bir peygambere” işaret etmesi (örnek); c) İslamı, Hz. Muhammed gibi doğruluğu (örneğin – Duha suresinde de bahsedildiği üzere – bir süre vahiylerin kesilmesini hiçbir menfi sebeple açıklayamam) ve adaletiyle bilinen ve davasına tüm kalbiyle inanmış bir peygamberin (örneğin, günde en az 5 vakit namaz ve her yıl en az bir ay oruç tutmayı hiçbir menfi sebeple açıklayamam), Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Halid bin Velid gibi ‘kimseye eyvallahı olmayan’, zamanının çok önünde ve (kendi alanlarında) başarılı figürlerin temsil etmesi de inancımın güçlenmesine katkıda bulunuyor. d) Ayrıca, Hz. Muhammed’in ‘veda hutbesi’ni verdikten ve Kuran tamamlandıktan kısa bir süre sonra vefat etmesi de önemli bir delil benim için.

5- Ateizm’in temeli olan Materyalizm’in – bana göre – bazı olguları hiçbir zaman açıklayamayacak olması: Örneğin felsefede ‘Emergent properties’ (ortaya çıkan yeni özellikler) diye bilinen olgu – mesela Hamlet, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler gibi şaheserlerin yazılmasını hangi fizik kuralı ile açıklayabilirsiniz? Futbolun kuralları nereden geldi? Ortada ‘kreatif’ (ve bana göre Doğa bilimleriyle hiçbir zaman anlayamayacağımız) birşey var. İnsan şuurunun – her ne kadar fiziki alemle (beyin aracılığıyla) bağlantısı olsa da – hiçbir zaman nöroloji, kimya, algoritmalarla vs. tamamen açıklanamayacağına (ve kontrol edilemeyeceğine) inanıyorum. Yani Determinizm’e inanmıyorum; bir yöne meyilli olsak da özgür bir irademizin olduğuna inanıyorum. Ayrıca, şuurun – mahiyetini anlamadığım bir şekilde – ‘tanrısal/metafiziksel’ bir olgu olduğuna inanıyorum.

6- Herkes söylediği için artık banal oldu fakat (bizim ilmimize kıyasen, fizik, matematik, biyoloji, kimya bilgisi) sonsuz bir ilim sahibi bir zaatın anca bu kainatı yaratabileceğine inanıyorum. Bu da Islam’daki (herşeyi bilen, herşeye kadir) ‘Allah’ (‘The God’) tanımına uyuyor.

Fakat gördüğünüz gibi yukarıda saydığım nedenlerin bazıları duygusal, bazıları da mantıksal – ama hiçbiri bilimsel değil! Bunu da kabul ediyorum; agnostik kısmım da buradan geliyor. Kafamdaki birçok sorunun** cevabını bilmiyorum; çok araştırdım; sordum; bildiğini iddia edenlerin de bilmediğini üzülerek gördüm. Şunu da belirtmem lazım: insan hayatın gizemleri karşısında bazen sadece ‘bakakalıyor’. Her zaman yeni şeyler öğreniyor, gözlemliyor ve hayretler içerisinde kalıyorum. Aklımın almadığı konularda haddimi bilip, susuyorum – asla kesin konuşmamaya dikkat ediyorum ama sorgulamaya ve araştırmaya devam ediyorum.

Ayrıca – yazının başında da belirttiğim gibi – eskiden kalma İslam anlayışının da yeni bilgiler karşısında yetersiz kaldığını görüyorum*. ‘Yeni’ fikirlere ve – daha da önemlisi – cesur ilim/bilim insanlarına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Varoluşsal sancılar çekiyorum bazı geceleri – özellikle ölüm ve sonrası kafamı çok kurcalıyor. Vefat edenlerden hiçbir bilgi/geri dönüş al(a)mamamız da canımı çok sıkıyor. Orneğin, rahmetli veya başka sevdiklerimiz/saydıklarımız ne yapıyor acaba? Hiç ‘somut’ (?!) bilgisi olan var mı?
Son birkaç haftada rahmetli dedemi, Isaac Newton, Cem Karaca, Barış Manço, Sokrat, Muhammad Ali, Robin Williams, Steve Irwin (liste uzun…) gibi farklı insanları da düşündüm – belki saatlerce… Görüşmelerim ve kişisel araştırmalarım sonuçsuz kaldı – tatmin edici birşey çıkmadı. Ondan bir de buradan yazmak istedim – ulaşanlara şimdiden teşekkürler

Dipnot (Kısaca neden müslümanım?)

*İslam, bugünkü (ve belki de son 600-700 yıldır) yaşandığı haliyle (kadınlara, gayrimüslimlere, azınlıklara, bilim ve felsefeye bakışıyla) evrensel bir din değil. Fakat bazı ayetlerin bile sonradan neshedildiğini göz önünde bulundurursak, fanatikler/bağnazlar tarafından sık kullanılan birçok (sahih) hadisin de sonraki hadis/sünnetlerle neshedildiğine inanıyorum. Bu yüzden bir hadis ya da ayeti kullanıp, evrensel değerlere ya da bugünkü bilime ters argümanlar üretenlere:

1- “Bu ayetin sebeb-i nüzulü neydi?” ya da “bu hadis söylendiği dönemdeki/esnadaki şartlar/kontekst neydi?”, ve

2- “O ayet/hadisten sonra bu ayet/hadisle çelişen başka bir ayet/hadis indi mi?”

diye soruyorum. Cevap veremeyenleri de kâle almıyorum…

Özellikle veda hutbesi benim için birçok konuda mihenk taşıdır, çünkü, Efendimizin (sav) en son sözlerindendir ve bugün için bile (cinsiyet ve ırk eşitliği, sosyal ve hukuki adalet, barış içinde yaşama gibi konularda) evrensel mesajlarla doludur.

Fakat şunu da unutmamak lazım: Peygamber dahi ‘zamanının çocuğuydu‘; bu yüzden insanlığın ondan alacağı çok önemli ahlaki, sosyal ve siyasi ders ve ilhamlar olsa da genetik/moleküler biyoloji, paleontoloji, kuantum fizik, kimya, astronomi, elektronik, programlama gibi alanlardaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere “Kur’an ve Peygamber bu konularda fazla birşey söylemedi” diye göz kapamak veya önemsememek büyük bir cehalet ve insana verilen potansiyele ihanettir.

**Bazı örnekler: ‘Kader’ nedir? ‘Özgür’ irademiz var mı? Cevap ‘hayır’sa, imtihanın mantığı nedir? Cevap evetse, psikolojik sorunları olan veya (demanslı insanlar gibi) beyninde hasar oluşan insanları nasıl açıklarız? Çocuk ölümleri? Elektrik, insulin, internet, evrim teorisi (ve fosiller), quantum fiziği, aşılar (liste uzun…) gibi çok büyük buluşları peygamberlerin yapmaması ya da tartışmamasındaki hikmet nedir?

Read Full Post »

Not: Birkaç sene önce yazmaya başladığım ama sonradan iş-güç yoğunluğundan içini doldurmaktan vazgeçtigim bir kısa bir hikaye. İyi okumalar!

(İngilizce olarak da yazmayı düşünüyordum ‘Fable of the Nobel laureate’ başlığıyla)

O dört kişi kimdi acaba? Değmezmiş!” dedi ve hayata gözlerini yumdu – arkasında eşini, ailesini ve milyonlarca sevenini bırakarak…

———-

Sadece 12 saat önce dünya, Kısmet Eren’i “Nobel ödülü töreninde salya sümük ağlayan bilim kadını” olarak tanımıştı.

Kısmet’in hayalleri gerçek olmuştu ama birşeyler doğru gitmiyordu. Çünkü eşi, anne-babası ve kardeşleri gibi onu çok yakından tanıyanlar bunların mutluluk göz yaşları değil, üzüntüden olduğuna emindi.

————-

Kısmet, aynı günün akşamı eve geldiğinde odasına kapandı ve tüm gece Johnny Cash’ten “Hurt”ü dinledi. Hüngür hüngür ağlamaya devam etti – ve hızlıca yazmaya başladı:

Tüm dünya bilsin diye yazıyorum: Üniversiteden beri hoşlandığım eşimle evlendim. Kendisi şahit: çocuk istemediğimi en baştan açıkladım. Çok da dikkat ettik fakat bir dönem geldi: aylarca midem bulandı; tüm emarelere rağmen hamile olduğum ne benim, ne de eşimin aklına gelmedi. Karnım da büyümemişti fazla. Hemen aldırmak için doktora gittim ve bana çocuk 6 aylık olduğu için kanunen bunun mümkün olmadığını söyledi. Anlayacağınız üzere bu benim için büyük bir şoktu. “Neyse. Bekleyip görelim” dedim. Bir yandan çocuğu, diğer yandan da kariyerimi düşünüyorum. Çok önemli bir proje üzerine çalışıyorduk ve gün geçtikçe karnım büyüyordu; çalışmak zorlaşmıştı. Hormonal değişiklikler de etkili oldu ve projelerime ara vermek zorunda kaldım.

Çocuğum doğdu. Adını hem peygamber ismi, hem de ünlü fizikçi Isaac Newton’un ismi olan İshak koyduk. Anne olmak ilginç bir duyguydu fakat beni daha çok projem heyecanlandırıyordu. En kısa zamanda laboratuvara geri dönmek için çocuğa bir bakıcı tuttuk; ben de iki hafta dinlendikten sonra email yoluyla öğrencilerimle toplantı ayarladım ve hemen iş başı yaptım.

İki yıl gece-gündüz çalıştık ve milyonlarca çocuk ve gencin hayatını karartan kan kanserinin mekanizmasını çözdük. Çok büyük bir buluştu ve normalde 6 aydan önce hiçbir makalemizi basmayan Nature dergisi bile makaleyi iki haftada kabul etti ve “fast track” (hızlıca) yayınladı. Makalenin çıktığı gün dahi birçok bilim insanı “Nobel’i kazanacak buluş” diye yazı yazdı. Birçok yerde konuşma verdim. Dünyanın en mutlu insanıydım.

Bu sırada oğlum iki yaşına gelmiş; ben doğru-düzgün farkında bile değilim. Bir gün yine davet edildiğim bir üniversitede verdiğim bir konuşmadan sonra beni eşim ağlayarak aradı ve oğlumuzla beraber hastanede olduğunu; bir anda yere yıkılıp kaldığını söyledi. Üzüldum ama nedense dünyam yıkılmadı o an. Beni daha çok eşimin üzülmesi üzdü. Hemen eve dönüp, eşimi sakinleştirdim.

Sonra yıllardır beklediğim telefon geldi ve Nobel kurulundan aradılar.

Özellikle Nobel ödülünü elime aldığım anda neredeyse kanatlanıp uçacaktım. Fakat sadece yarım saat sonra beni bir kasvet kapladı. Oğlumun, onu arada-sırada kucağıma aldığımda, direkt gözümün içine bakışları gözümün önüne geldi. Hayatımda belki ilk defa oğlumu özledim – ve kontrolsüz bir şekilde ağlamaya başladım. Etrafımdaki herkes bunların mutluluk göz yaşı olduğunu sanıyordu ve beni tebrik ediyordu.

“Bir saniyeye ihtiyacım var” deyip, bir kenara oturdum; sonra da “kendimi iyi hissetmiyorum” deyip, çıktım.

Yolda hep ağladım ve kendi kendime konuştum.

Eve geldiğimde de yıllar önce verdiğim karar aklıma geldi ve kalbim duracak gibi oldu.

——————

Tam o sırada eşi odaya girdi ve yanına oturdu.

Kısmet, “sana birşey söyleyeceğim” deyip, mektubu eşine uzattı. “Oku” dedi; bitirdiğini düşündüğü anda da konuşmaya başladı:

Yirmi küsür yıl bu sırrı sakladım; hatta ben bile unuttum zaman geçtikçe. Şimdi ise her detayını hatırlıyorum…

Anne-babama, kardeşlerime, en yakın arkadaşlarıma dahi anlatmadım. 20 yaşındaydım. Dişimi fırçalayıp, odama geçtim. Yatağımda oturdum ve o dönemde favori kitabım olan Nobel ödülü kazanan kadınlarla ilgili kitabımı açtım. “Ben de Nobel kazanabilecek miyim?” diye hayaller kurduğumda yatağımın başında çok güzel bir genç oğlan çocuğu belirdi. Şimdi düşünüyorum da nedense bağırmak gelmedi aklıma. Sakin bir şekilde “ne yapıyorsun burada?” diye sorduğumu hatırlıyorum. O da bana “Nobel ödülü senin için çok mu önemli?” diye sordu. “Evet; Nobel kazanan kadın sayısı çok az; Türk kadın zaten yok” dedim. “Biz senin gibi çok özel kadınlara bir opsiyon sunuyoruz – bu soruyu son 100 senede sadece 4 kişiye sorduk. 40’lı yaşlara geldiğinde seçtiğin alanda Nobel ödülünü – ve tek başına, paylaşmadan – kazanacaksın. Fizyoloji ve Tıp Nobel’ini seçersen sana herhangi bir kanserin çaresini söyleyeceğiz. Fizik seçersen sana çözmek istediğin problemin formülünü verecegiz. Kimya, Ekonomi, Barış, Edebiyat… Hangisini istersen…”

“Anlamadım…”

“Fakat karşılığında bir oğlun olacak; ve iki yaşına geldiğinde onu acı çekmeden yanımıza alacağız. Bugün verdiğin kararın geri dönüşü olmayacak. Ayrıca bu anlaşmadan kimsenin haberi olmayacak. Anlattığın takdirde sen de vefat edeceksin”

“Anladım da… Yanımıza alacağız derken? Siz kimsiniz?”

“Ben bir meleğim. Teklifi kabul edersen, oğlun iki yaşında vefat edecek ve Cennet gibi bir yerde yanımızda bekleyecek”

Çocuğu falan hiç düşünmedim bile… Kendimi inanılmaz önemli birisi gibi hissediyordum ve bu çok hoşuma gitmişti. İçimden “ben zaten evlenmeyi de, çocuk yapmayı da düşünmüyorum.” dedim ve Nobel’in altın madalyası bir anda gözümde parladı. Fazla düşünmeden “tamam” dedim.

İnsanlığa faydalı işler yapmak da benim için önemliydi fakat Nobel ödülü gözümü kör etmişti. Aklımda hep “acaba bu proje bana Nobel kazandırır mı?” sorusu vardı. Eğer cevap hayırsa o projeyi – potansiyel olarak ne kadar önemli dahi olsa – hemen terkedip, başka bir proje arardım kendime. Kulisleri dinlerdim – ‘Nobel kurulu hangi projelere göz atıyor?’ öğrenmeye çalışır, o alanda ses getirecek işlere yönelirdim.

O ana dönebilmek için herşeyi verirdim… Çok özür dilerim!” yazdı ve ağlayarak eşine sarıldı.

“En azından oğlumun yanına gömün beni; orada sarılayım evladıma.”

Eşi ‘ne diyorsun Kısmet; ne gömmesi?’ diye sordu. O da “o dort kişi kimdi acaba? Degmezmiş!” dedi ve fenalaştı. Ambulans dahi gelemeden hayata gözlerini yumdu.

Otopside doktorlar “kırık kalp sendromu” teşhisi koydu. Kalbi üzüntüye dayanamamıştı…

Vasiyetindeki gibi naaşını oğlunun yanına defnetme işlemleri başlatıldı…

————————

Bu büyük kadın, devlet töreniyle oğlu İshak’ın yanına gömüldü.

Cenazede bulunan bir kalp ehli, eşinin kulağına eğilip “Kader Kısmet hayatında hiç olmadığı kadar mutlu” dedi…

Eşi bir anda çok sevindi çünkü çok yakın ailesi dışında kimse eşinin iki ismi olduğunu bilmiyordu…

Read Full Post »

eiMX9R6in
“Union Jack” Birleşik Krallık (United Kingdom; Ingiltere, Galler, Iskoçya ve Kuzey Irlanda)’ın bayragıdır. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler; Not 2: ‘Ünlü Ingiliz Atasözleri’ en aşagıda)

Sıkıcı bir giriş olacak ama öncelikle bir-iki şeyden bahsetmeliyim: hayatının çogunu Ingiltere’de geçirmiş*, ingilizlerin arasına nispeten karışmış ve Britanya egitim sisteminde (nispeten) başarılı olmuş biri olarak, ingiliz kültürü hakkında gözlem yapma fırsatım oldu. En sonda söylecegimi başta söylecek olursam: Kanaatimce, genellersem, birçok güzel hasletlere sahipler ve bana kalırsa (banal olacak ama) “Anadolu insanı” ve “müslüman halklar” olarak ingilizlerden ögrenecegimiz çok ama çok şey var. Ufak bir ülke olmasına, popülasyonu da çok yüksek olmamasına ragmen (~65 milyon), neredeyse hayatın her alanında en üst düzeyde insan(lar) yetiştirmişler – eski bir anket olsa da, Wikipedia’da 100 Great Britons listesine bakmanızı tavsiye ederim. Kanaatimce, millet olarak ulaştıkları seviyelere ulaşmalarında kurdukları sistemler kadar, (‘sivil toplum’ olarak güçlü olmalarında) kültürlerinin de büyük önemi var.

Aşagıda sıraladıgım, bize/size göre “yanlış” olan, bazı hasletlerinde ise “kendi bilecekleri iş!” demek lazım; malum din, dil ve kültür farklılıkları var. Bu yüzden bize göre “saygısızlık/edebsizlik/ahlaksızlık” olarak görünen şey, onlara göre degil.

Bu gözlemlerimin bazılarını, (sıralama yapmadan) çok genelleyici bir şekilde, üç başlık altında sizlere sunmak isterim. Lütfen her gözlemin yanında, bizim kültürümüz/alışkanlıklarımızın o konuda onların gözünde nasıl durdugunu düşünelim ve hangisi iyiyse onu hayatımıza örnek alalım. Ben böyle yapmaya çalıştım hep. Umarım Ingiliz kültürünü merak edenler/ögrenmek isteyenlere bir nebze yardımcı olur. Bir ülkenin kültürünü bilmeyince, insan dili iyi bilse/konuşsa dahi, çok pot kırabiliyor.

Burada yazdıklarım genelde orta-sınıf ingilizler için. Ingilizlerin sahip oldukları sosyo-ekonomik statüye göre karakter/hasletleri, hatta diyetleri (yöresel aksanları bile; dinlemek için tıklayın) dahi çok degişiyor . Bu da anca tecrübeyle gözlemlenebilir ancak işçi sınıfı ingilizlerin hayatını hızlıca – tabi dramatize edilmiş halde – ögrenmek için Eastenders ya da Coronation Street dizilerine bakabilirsiniz. Ingilizler kesinlikle homojen bir toplum degiller; ve bireysel olarak çok fazla ‘degisik/unique’ tipten insanı gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca, genel olarak, sivil toplum anlayışları da çok gelişmiştir. Son olarak, sosyo-ekonomik statü yükseldikce aşagıda bahsettigim ‘British value‘lara daha sadık yetişiyorlar

english-culture-3-16-638
Cok bilinen Ingiliz ikonları. Kralice, Anglikan kilisesinin başı ve “dinin koruyucusu”dur. Ingiltere’nin Hristiyan kesiminin çogu Protestan’dır, fakat Katolik olanlar da az degildir (~4 milyon civarı)

Sosyal hayata dair

  • İngilizler denince aklıma herşeyden önce nezaket (politeness) ve sadelik (simplicity) geliyor. Siz de nazikçe ve sade bir hayat yaşıyorsanız, büyük bir ihtimalle Ingiltere’de ve Ingiliz sisteminde fazla problem yaşamayacaksınız. Bu iki hasletten sonra da pragmatizm denebilir – orta sınıf bir İngiliz kendisine fayda getirmeyecek bir işle fazla uğraşmaz; rahatını bozmaz. Bu yüzden ingiliz ‘fanatik’leri (devletçi/milliyetçi, ırkçıları) bile genelde bizim fanatiklerimize göre daha az şiddetlidir (daha az “dava”sına bağlıdır).
  • Kurallara uyarlar ve üç kagıtçılıga fazla kafa yormazlar. Bir arkadaşım anlatıyor (örnek olsun diye): eskiden tren istasyonlarında çok fazla görevli bulunmuyordu. Bir orta yaşlı kadına “görevliler olmamasına ragmen, neden her defasında bilet alıyorsunuz?” diye sordugumda, kadının verdigi cevap: “üç kagıtçılık/hırsızlık kötü birşeydir!“. Bitti.
  • Hayatın her alanında ama özellikle trafikte çok sakin ve sabırlıdırlar – hatta bizim gibi hep acele iş yapanlar için bazen çıldırtıcı şekilde sabırlı olabiliyorlar. Yol isteyene, en kalabalık saatlerde dahi, yol verirler (sizin de aceleniz varsa, arkada çıldırırsınız; fakat yapacak birşey yok!). Kesinlikle kırmızı ışıkta geçmezler.
  • Ezilen/hakkı yenilen kesimlerin yaşadıkları sıkıntılara karşı duyarlılardır; ondan (bazılarımıza ilginç gelse de) LGBT’ler ve (kültürlerine saygı duyan ve sisteme entegre olan) azınlıklara karşı sempati duyarlar.
  • Insanların kesinlikle din ve ideolojilerini araştırmazlar/ilgilenmezler. O konular hakkında konuşan çok az insan vardır.
  • Cuma ve Cumartesi dışarıda (çogunlukla “pub”larda) içer (eğer evlerine uzak bir yerdeyse, eve taksiyle dönerler – kesinlikle içkili araba sürmezler), Pazarları ise evlerinde dinlenirler. Zengin/kalbur üstü/elit olanlar ise daha çok restoranlara giderler.
  • Cuma geceleri sokaklarda çok sarhoş gezinir fakat çogunlukla (kendilerine verdikleri zarar dışında) zararsızdırlar. Size seslenirlerse duymamış gibi yapıp cevap vermeyin, yoksa peşinize takılabilirler. Aynısı sokaklarda yaşayan evsizler için de geçerli…
  • Cogunluk başka bir dil ögrenmez. Okul yıllarında çogunlukla Fransızca (bazıları da Almanca) ögrenirler; onu da sonradan geliştirmezler.
  • Haftasonu dışarı çıktıklarında önce eglenir (çogunlukla pub/barda içer, cebindeki paranın çogunu harcar), sonra ceplerinde kalan parayla da yemek yerler.
  • Şaşırtıcı şekilde “görmüş/geçirmiş”tirler. Genç yaşta olanlarının dahi, dunyada gormedikleri ülke/kültür, tatmadıkları yemek/içki kalmamıştır.
  • Futbol, Rugby ve Cricket en sevdikleri sporlardır. Halk olarak, Tenisi de Wimbledon turnuvası başladıgında takip ederler. Fakat her alanda önemli sporcular yetiştirmeye calışırlar ve okul çaglarında (her alanda) yetenekli çocukları arar/bulurlar. Yaşlıların arasında yaygın olan sporlar ise Bowls ve Golf’tür.
  • Hava durumu hakkında konuştukları kadar başka bir konu hakkında konuşmazlar.
  • En ufak bir güneş çıktıgında, ailecek cümbür-cemaat parklara akın eder ve güneşlenirler.
  • Kurallı oyunlarda, eskiden kalan en basit protokol/kültürlerini/’centilmenlik kuralı’nı dahi korurlar. Örneğin hakimleri, hala peruk (judge’s wig) giyerler. Genel seçimler, hiçbir hukuki ve hatta mantıki sebebi olmamasına rağmen, hep Perşembe gününe denk getirilir. Cricket’de ‘Ashes’ turnuvasında Avustralya’ya karşı oynadıklarında, kazanan hala ufacık bir kupa olan ‘Ashes urn’ kupasını kaldırır. Wimbledon turnuvası sırasında ‘strawberry and cream’ (krema ve çilek) yerler – onu yemek zorundaymışsın gibi bir ortam oluşur. Rugby maçında rakip oyuncu penaltı çekerken, bütün stat sessiz durur – aynısı Tenis maçı için de geçerlidir. Cornwall bölgesinde tost ekmeği/scone’un üzerine önce reçel sonra kaymak (clotted cream) konur. Hemen yan bölge olan Devon’da ise önce kaymak sonra reçel konur. Bu tarz kurallara uymayanlardan irite olurlar
  • Hukuk herşeyin üstündedir. “Millet”in canı başka birşey istese dahi, hukukun dışına çıkılmaması gerektigini içselleştirmişler.
  • Tarih/kültüre büyük saygı gösterirler; tarihi hiçbir şeyin (bina, yol, yeşil alan) değiştirilmesine izin vermezler. Belediyeden ve komşularınızdan izin almadan evinizin önünde dahi (ciddi) degişiklik yapamazsınız.
  • Doğaya da çok önem verirler. Ülkenin/şehirlerin en pahalı yerlerinde (Londra’daki Hyde Park gibi) çok büyük parklar görmek mümkündür.
  • Degişik/sıradışı insanları severler. Sıradanlıgı/sıradan insanları ise sevmezler; halk nazarında, iş dünyasında veya akademik dünyada önemli yerlere gelmeleri çok zordur bu tip insanların.
  • Insanlar bilmedikleri/araştırmadıkları konularda konuşmaktan sakınırlar.
  • Sadeligi severler; göze batacak lüksten kesinlikle kaçınırlar (pahalı araba, altın bilezik vb.). Evi çok uzakta olmayanların birçogu işe bisikletle ya da yürüyerek gelir – üniversite hocaları ve milletvekilleri arasında da böyleleri az degil.
  • Devlette önemli yerlere gelmiş insanların onlara hizmetkar olması gerektigini bilirler. Onlara bizdeki gibi yalakalık yapmayı bırakın, devamlı eleştirir hatta kafa tutarlar. Milletvekilleri/liderler de bu hali kabullenmişlerdir; ve kesinlikle halka/elestirenlere karşı ters bir hareket yap(a)mazlar.
  • Christmas’a 3-4 ay önceden maddi/manevi (özellikle maddi olarak) hazırlanmaya başlarlar. Eş-dosta bol bol kart alır/gönderirler. Kart sektörü bu dönemde inanılmaz kar yapar, posta servisleri ise inanılmaz yavaşlar bu donemde.
  • Kraliçe (2nci Elizabeth) halk nazarında çok önemli bir yerdedir. Ama onu “eleştirilemez/alay edilemez” görmezler. Onun hakkında saygı sınırlarını fazlasıyla aşan şaka/skeçler yapan komedyenler, (devletin kanalı) BBC’de dahi iş bulur.
  • Okuma alışkanlıkları vardır; otobüs/metrolarda çogunun elinde bir kitap görmek mümkündür.
  • Çocuklarına (kendi kişisel inançlarına ters düşse bile) açık görüşlü olmayı ögretirler ve kendilerine güvendikleri ve çok çalıştıkları takdirde hayatda istedikleri herşeyi başarabileceklerini aşılarlar. Fakat kurallara/kanunlara uymayı da hep tembihlerler. Cocuklarıyla (özellikle küçükken) sokaktan karşıya geçerken, yol boş olsa dahi yayalar için yeşil yanmadıkca geçmezler.
  • Bilim adamları, entellektuelleri, sanatçılarına büyük saygı gösterirler. Brian Cox, Stephen Hawking, Richard Dawkin, David Attenborough, Jim Al-Khalili gibi entellektuel/akademisyenlerin sundugu programlar izlenme rekorları kırar.
  • Churchill, Darwin, Queen Victoria, Shakespeare, Charles Dickens, George Orwell, Oscar Wilde gibi tarihi şahsiyetlere de (biraz eski bir liste de olsa, link de fazlası var) çok önem verirler. Iskoçlar da ise ayrıca William Wallace ve Boudica çok önemli tarihi şahsiyetlerdir.
  • Eleştiriyi (bizim gibi) kişiselleştirmezler. Kendilerini çok ciddiye almazlar. Cok ciddiye alanlardan da irite olurlar. Hatta kendileriyle (belli bir standart/kalitede) alay etmeyi severler. Komedi anlayışları dahi çogunlukla bunun üzerinedir; ondan anlamayız biz. Bu yüzden de kültürlerini tanımadan şakalarına gülmek zorlaşır. Komedi anlayışlarını ögrenmek için, Stewart Lee, Michael McIntyre, Russell Howard, Ricky Gervais, Jimmy Carr, Stephen Fry gibi komedyenlerini izlemenizi tavsiye ederim. Ayrıca Twitter’da ‘Very British Problems’ hesabını da takip edebilirsiniz (kitabı da var – “Sorry I’m British“i de tavsiye ederim). Mr Bean (Rowan Atkinson), Monty Python (grubu) ve Charlie Chaplin ise Ingilizler hepsinin bildigi eski komedyenlerdendir.
  • Haftaiçi dışarıdan yemek yerler: her gün farklı bir mutfak denerler (Çin, Italyan, Turk/kebap, Hint mutfagı favorileridir).
  • Polis, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, islamofobi/anti-semitizm ve nefret söylemlerini çok önemser; aradıgınızda anında kapınızda olurlar. Kaza ve hırsızlıga dahi (çok ciddi, ölümlü bir olay degilse) bu kadar önem vermiyorlar.
  • Genel olarak ‘Patriotic’ (vatansever) olsalar da, evlerinin/binalarının önünde fazla asılı bayrak gormezsiniz. Bayrak (Union Jack) kesinlikle bizdeki gibi kutsal birşey degildir. Bayraklarını giysi (hatta iç çamaşırı ve çorap) olarak giyenler de görebilirsiniz. Evinin önünde Ingiltere bayragı (St George’s Cross) asanlar, çogu zaman ırkçı Ingilizlerdir (örnek: English Defense League gibi grupların üyeleri/sempatizanları).
  • Kendi dert/problemini/fikrini anlatmak isteyenler arasında, sadece somut konuşanlara deger verirler; duygusallık onlara işlemez. Özellikle “şöyle uçarım, böyle kaçarım”a kesinlikle deger vermezler.
  • Şikayet kültürleri vardır ve şirketler/devlet daireleri şikayetleri ciddiye alırlar. Bundan dolayı, millet herşeyi şikayet eder. Sikayetlerini kale almayanları, herkese rezil ederler.
  • Komşuluk çok önemli degildir. Senelerce yan yana yaşayıp birbirini tanımayan komşular çoktur.
  • Duygusallıgın hayatlarında çok yeri yoktur. Akıl/mantık hayatlarının her alanında daha önemlidir.
  • Yaptıgı işi tutkulu yapan (passionate) insanları da severler. Ornegin, en sevdikleri futbolculardan birisi olan Gascoigne’ini de bundan dolayı överler hep.
  • “Not bad” (fena degil), “interesting” (ilginç) gibi terimleri çok kullanırlar; ve bu terimleri çogu zaman literal anlamlarının tersi anlamında kullanırlar.
  • Standartları çok yüksektir. Bir Ingilizi yaptıgınız işle memnun etmek için her detayı düşünmüş olmalısınız.
  • “Please”, “Thanks”, “Sorry”, “Allright” gibi tek kelimelik terimleri çok kullanırlar. Özellikle ilk ikisi her cümleden önce ve sonra kullanılıyor desem mubalaga yapmış olmam.
  • Insanlarla samimileşmedikce ve karşıdaki kendisi anlatmadıkça (bu da aylar sürebilir) “nerelisin?” (where are you from?), “ailen nasıl?” gibi kişisel sorular sormazlar. Hele yabancı uyruklu bir insana kesinlikle (yanlış anlayabilir düşüncesiyle) “aslen nerelisin?” (where are you originally from?) gibi soruları kesinlikle sormazlar.
  • Saatlerce uzun bir kuyrukta dahi kimse “kaynak” yapmaz ve sırasını sabırla bekler.
  • Evlerin neredeyse yarısında kedi/köpek gibi evcil hayvan beslenir. Onları (abartısız) evlatları gibi sever, ve yemek ve diger ihtiyaçlarına (saglık, oyuncak vb) ciddi harcamalar yaparlar.
  • “Britain’s Got Talent” (bizim “Yetenek Sizsiniz”) gibi yetenek yarışmaları izlenme rekorları kırar. Bu tür yarışmaların en ünlü versiyonları Ingiltere’de oldugundan, dünyanın her yerinden/milletinden yarışmacılar katılıyor. Fakat ilginçtir, kazananlar halk oylamasıyla seçilmesine ragmen, azımsanmayacak bir oranda bu yarışmayı yabancı gruplar kazanıyor. Bu da Ingiliz halkının ne kadar açık görüşlü ve meritokrat/hakkaniyetli oldugunu gösteriyor.
  • Restoranlarda hesap geldiginde, herkes kendi harcadıgını öder.
  • ‘Posh’ ingilizce (Posh English) konuşabilmek bir iftihar sebebidir.
  • Ingiliz kanallarında akşam 9’dan sonra küfür/şiddet/cinsellik içeren programlara izin var. Fakat bunlarda dahi ölçü kaçınca yüzlerce şikayet gelebiliyor; bu yüzden birçok kanal bu tarz programları akşam 10-11’den sonra yayınlıyor ve birçok sözü ‘bip’liyor.
  • Maalesef, dünyanın neredeyse her ülkesinde oldugu gibi, buralarda da ‘sex sells’. Bu yüzden, kanuni düzenlemelerle yavaş yavaş azalsa da, bazı şirketlerin reklamları gereksiz şekilde cinselleştirilmiş (sexualised) olabiliyor.
  • Işçi sınıfı cogunlukla ‘Full English Breakfast’ yer (bize ters gelse de ham/bacon’ı çok severler). Orta sınıf/üst sınıf ise daha hafif kahvaltı yaparlar (cereal gibi şeyler yerler).
  • Bizde ölülerin hayrına ceşme yapılır; onlar da ise parklara bank konulur
british-culture-38-728
Ingilizler kahvaltıda bizim gibi çok çeşit hazırlamazlar

Iş/Güç/Politika

  • “Health and safety” herşeyin başıdır. Yapılacak olan çok önemli bir iş dahi olsa, insan saglıgını etkileyebilecek herşeye karşı önlemler almadıkça, o işe izin vermezler. Bu yüzden iş kazaları oldukça azdır.
  • Mesai saatlerinde herkes yogundur; bu yüzden ogle arası dışında çok konuşmaya fırsatları olmaz. Bu saatlerde koridorda görürseniz “Hi!” ya da “(Good) Morning!”‘den fazla bir birşey söylememeye çalışın; çünkü büyük ihtimal yetişmesi gereken bir toplantı ya da yetiştirmesi gereken işler vardır. Obür türlü, yanlış anlayıp, “benimle neden konuşmak istemedi acaba?” gibi fikirler kafanızdan geçebilir…
  • Sabah içecekleri çay/kahve günlerinin en önemli parçalarından biridir. Ona özel zaman ayırırlar. Cogu çaylarına (az yaglı) süt koyarlar.
  • Işe alacakları insanlara “işime yarar mı?” gözüyle bakarlar. “Benden mi?” diye degil.
  • (Eski emperyal ziyniyetin de kalıntıları olabilir) Her alanda standartları yüksektir, birinciliğe oynamaları gerektiğine inanırlar. Bundan dolayı da dünyanın en iyilerini, işlerine yarayacak her insanı ülkelerine davet eder, iş verir, kıymet gösterirler – Müslüman/Ateist/LGBT ya da Şaman olmaları birşey degiştirmez.
  • Solcular ve yabancılar Labour’a (Işçi partisi), muhafazakarlar ise cogunlukla Conservative’lere (Muhafazakar parti) oy verirler. Liberal demokratlar da arada sırada kayda deger oylar alırlar.
  • Devlet olarak, dış politikada inanılmaz pragmatik/Makyavelist davranırlar ve hiç bir ülkeyle “Papaz” olmazlar (ama iç basında halkı o liderler/ülkeler/diktatörler hakkında istedigini söylemekte serbesttir).
  • Siddet içermeyen her ideolojiye saygı duyarlar, gerektiginde korurlar. Her konunun (kendi tabularının dahi) konuşulabilmesini, her sorunun (ne kadar aykırı da olsa) sorulabilmesini isterler.
  • Yapıcı eleştiri olmazsa olmazlarıdır. Kesinlikle kişiselleştirmezler. Ogrenci hocasına dahi, kendi fikrine inandıgında, kafa tutar. Hoca da kesinlikle bu konuda komplekse girmez. Sogukkanlı, aklı selim düşünürler. Duygularını işlerine çok karıştırmazlar.
  • Liyakat ve başarı üzerinedir herşey. Cok çalışan, sıradışı işler başaran her insan en üstlere gelebilir.
  • Herkes başarısızlıklarının hesabını vermek zorundadır.
  • Halk olarak politik degiller; apolitik de degiller. Seçim katılım oranları gittikçe yükseliyor.
  • Benim seçtigim partiden olanlar “melek”, rakip partiden olanlar ise “şeytan” mantıgı kesinlikle yoktur.
  • Ortaya bir sorun çıktıgında, aglayıp-sızlamak yerine, “bundan sonra somut neler yapılabilir?” o tartışılır.
  • Yukarıdaki üç noktaya baglı olarak Ingilizler yardım isteyen birisine mutlaka zaman ayırırlar – özellikle bu insan ilticacı ve/ya da mazlum/magdur bir toplumdan ise. Fakat yardım isteyenin toplantıya gelmeden önce dikkat etmesi gereken çok önemli hususlar var: (i) çok ugraştıracak (özellikle kagıt-kürek-legal işler), (ii) kendisine somut birşey kazandırmayacak (para, ün, oy), ve (iii) çok iyi tanımadıgı/güvenmedigi insanlar/işler için çok birşey yapmazlar. Bu üç başlıkla ilgili ciddi düşünmeden gelen kişiler çogu kez eli boş donerler – her ne kadar karşındaki Ingiliz nezaketen yüzüne gülse ve samimi görünse de. Propaganda yapmak ve/ya da bir gruba tamamen yardım istemek yerine kişinin kendi hikayesine odaklanması ve bireysel olarak yardım talep etmesi lazım.
  • Profesyonellige çok önem verirler. Bir iş yapılmadan/tartışılmadan önce ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Sıkı hazırlanmış birisiyle, işkembeden sıkanı hemen anlar, ayırt ederler.
  • Ilk izlenim herşeydir (Ingilizce bir deyim: “First impression is last impression”).
  • Rekabet/yarışmanın oldugu alanlarda, mütevazilik, centilmenlik ve fair-play gösterenleri severler. Ama başarılı olan ukala tipleri de severler. Başarılı insanların bu türden irite edebilecek yönlerini görmezlikten gelebiliyorlar.
  • Işlerinde başarılı olmanın sırrı planlı/projeli olmalarıdır (aylar/yıllar önceden planlara başlayanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur). Toplantılarının başında da ve sonunda da dakiktirler: genelde toplantı başlamadan bir dakika önceden gelirler; toplantı da en geç 5 dakika sonra başlar. Profesyönel ortamda zaman israfını çok önemserler.
  • Iskoçlar Ingilizlerle hep bir çekişme içindedirler; fakat Ingilizler neredeyse her alanda baskın çıkar. Galler’de de yavaş yavaş ‘milli kimlik’ hareketleri başlamış olsa da, Ingilizlerle daha barışıktırlar.
  • ‘British values’ çok önemlidir kendileri için; ve başka medeniyetlerde bu ahlak kurallarını görmeyince irite olurlar.
  • Liberaller, entelektüeller ve akademisyenler daha çok The Independent (liberal) ve The Guardian (orta-sol), isçi sınıfı ise daha çok The Sun (sağcı), Daily Mirror (solcu) gibi gazeteleri okurlar. Sağcılar ise genelde Daily Telegraph (orta-sağ)’ı takip ederler.
culture-of-england-9-728
Ingilizler, iş ve sosyal hayatlarında uyguladıkları etik kuralları, hayatın her alanında koydukları/belirledikleri standartları, kanuni kuralları, ve (‘British values’) ‘ahlak’larından gurur duyarlar

Kişisel hayat

  • Birçoguna göre “hayat evde degil, dışarıda yaşanır”. Bir evin asıl var olma amacı gece dinlenmektir. Ondan evlerinde çok bir şaşa olmaz.
  • Herkes birey olarak hayatını yaşamaya programlıdır. Ondan bizdeki kadar samimi olmazlar insanlarla; bundan dolayı (olduklarından fazla) soguk gözükürler.
  • Paralarını fazla biriktirmezler (en fazla morgıçla bir ev alırlar) ve tüm paralarını tatil ve eglenceye harcarlar (konser, tiyatro, sinema, kafeler, dans studyoları hep beyaz Ingilizlerle doludur).
  • Dinin hayatlarında çok önemi yoktur. Çogunlukla yaşlılar (60 üstü) kiliseye gider. Gençlerin arasında yılda bir Christmas (onlara göre Hz. Isa’nın dogum günü) ve Easter (Paskalya; onlara göre Hz Isa’nın ölüm günü) ayinine giden dahi azdır.
  • Bireysellik ön plandadır – gençler bir an evvel kendileri hayata atılmak isterler. Buna da teşvik edilirler. Bu yüzden yenilikçi/inovatif/kreatif fikir üreten çok genç vardır.
  • Evlilikler önemini yitirmiştir. Insanlar onlarca yıl beraber yaşadıktan (ve yaparlarsa, 1-2 cocuktan) sonra evleniyorlar. Birçogu da ömür boyu evlenmiyor ve “partner” olarak kalıyorlar. Ayrıca evlenenlerin arasında boşanma oranları da oldukça yüksek. Sosyo-ekonomik statüsü en düşük kesimlerin dışında, çok çocuk yapanların sayısı da oldukça düşük (ikiyi geçen nispeten az).
  • Kariyer sahibi olanlar (yaparlarsa) genellikle geç yaşta çocuk sahibi oluyorlar. Bu yüzden yanında ufak çocuk olan orta yaşı geçmiş insanları dede/nineleri sanmayın. Ayni şekilde, bazı kadınların yanında nispeten yaşlı duran erkekleri de babaları sanmayın – çogu kez ‘partner’leri oluyorlar. Büyük bir pot kırabilirsiniz.
  • Avret temizligi konusunda sıkıntıları var fakat bunu hergün duş yaparak kapatıyorlar. Fakat bu konuda da yavaş yavaş geliştiriyorlar kendilerini – özellikle bidelerin otellerde ve evlerde daha fazla yer bulmasıyla.
Bu fotoğraf ‘ingiliz isçi sınıfının gece hayatının tablosu’ olarak lanse edilmisti – ve birçok kültürel göstergeyi içinde barındırıyor.
© Joel Goodman – 07973 332324 . 01/01/2016 . Manchester , UK . Police detain a man whilst another lies collapsed in the road , as revellers in Manchester enjoy a New Year night out at the bars and clubs of Manchester City Centre . Photo credit : Joel Goodman
english-culture-2-638
Birleşik Krallık’taki ülkeler (Ingiltere, Galler, Iskocya ve K. Irlanda) hakkında genel sembolik/dini bilgiler. (Not: Baska yerden kopyaladıgım bu resimde ‘Great Britain’ yazıyor fakat (tam dogru konuşmak gerekirse) gösterilen ‘United Kingdom’. Ikisinin arasındaki farkı ögrenmek için Britanya’da okumak/yaşamak yazıma göz atabilirsiniz)

Ünlü Ingiliz Atasözleri (ve ingilizce deyimler)

Bizim atasözü ve deyimlerimizle aşagı-yukarı aynı anlama gelen (birebir aynı değiller) Ingiliz atasözü ve deyimleri:

A bird in the hand is worth two in the bush – Eldeki bir kuş, ağaçtaki iki kuştan iyidir

Actions speak louder than words – Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz

A drowning man will clutch at a straw – Denize düşen yılana sarılır

All that glitters is not gold – Her sakallıyı deden sanma

Among the blind the one-eyed man is king – Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler

Don’t throw the baby out with the bathwater – Pireye kızıp yorgan yakma

Don’t count your chickens before they hatch – Dereyi görmeden paçayı sıvama

The grass is always greener on the other side (of the fence) – Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür

A rolling stone gathers no moss – Yuvarlanan taş yosun tutmaz

You reap what you sow (As you sow, so you shall reap) – Ne ekersen onu biçersin

Barking dogs seldom bite – Havlayan köpek ısırmaz

Better late than never – Geç olsun da güç olmasın

Curiosity killed the cat – Arayan Mevlasını da bulur, belasını da

Don’t bite off more than you can chew – Kaldıramayacağın yükün altına girme/Ayağını yorganına göre uzat

Don’t bite the hand that feeds you – Yediğin kaba pisleme

Don’t make a mountain out of a molehill – Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler bunlar

An apple a day keeps the doctor away – Güneş giren eve doktor girmez

Easy come, easy go – Haydan gelen huya gider (orijinali: Hayy’dan gelen Hu’ya gider)

Ignorance is bliss – Cehalet ne güzel şey, her şeyi biliyorsun

Like taking coal to Newcastle – Tereciye tere satmak

Killing two birds with one stone – Bir taşla iki kuş vurmak

You scratch my back and I’ll scratch yours – Sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini

Too many cooks spoil the broth – Nerede çokluk orada b*kluk

Out of sight, out of mind – Gözden ırak olan gönülden de ırak olur

The pot calling the kettle black – Tencere dibin kara seninki benden kara

It’s easy to be wise after the event – Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur

Every cloud has a silver lining – Her işte bir hayır vardır

Look after the pennies, pounds will look after themselves – Damlaya damlaya göl olur

Deyimler

Once in a blue moon – Kırk yılda bir

The last straw (that breaks the camel’s back) – Bardağı taşıran son damla

When pigs fly – Çıkmaz ayın son Çarşambası

I wouldn’t hurt a fly – Ben karıncayı bile incitmem

Speak of the devil – Iti an çomağı hazırla

You hit the nail on the head – Tam üstüne bastın (en doğru cevabı buldun!)

I know this place like the back of my hand – Burayı avucumun içi gibi bilirim

Between the devil and the deep blue sea – İki arada bir derede kalmak

Piece of cake – Çocuk oyuncağı

Adding insult to injury – üzerine tüy dikmek (halihazırda kötü olan bir durumu daha da beter hale getirme olayı)

Damned if you do damned if you don’t – Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık (“İki ucu b**lu değnek” olarak da bilinir)

Take it easy – Kolay gelsin (birebir anlamı aynı olmasa da çalışan bir işçiye söylenebilir)

Cool as a cucumber – Soğuk kanlı

He’s all yours – Eti senin, kemiği benim

My heart was in my mouth – Yüreğim ağzıma geldi

Preaching to the converted – Kendi çalıp, kendi oynuyor

Couch potato – Tembel teneke

Birebir Türkçe karşılığının olmadığını düşündüğüm diğer ünlü Ingiliz atasözleri: Road to Hell is paved with good intentions (Cehenneme gidenlerin çoğunun “kalbi temizdir(!)”); If something seems too good to be true, it probably is (bir şey kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyorsa, büyük ihtimal yalandır/yanlıştır); An idle brain is the devil’s workshop (boş bir beyin şeytanın meskenidir); Don’t judge a book by its cover (kimseyi dış görünüşüne göre yargılama); You can’t have your cake and eat it too (“hem pastam dursun, hem de karnım doysun” diyemezsin); Final nail in the coffin (son darbeyi vurmak); First impression is the last impression (ilk izlenim, son izlenimdir).

*yazıyı kaleme aldıgım bugünde (16 Mayıs 2017) 28 yaşındayım ve hayatımın 23 yılı burada geçti. Ingiltere’ye ilk gelişimde 1-6 yaşları arasında burada yaşadım; sonrasında ise orta okul (secondary school), kolej (bizdeki ‘lise’ denebilir; sistem biraz farklı), üniversite ve doktorayı bu ülkede okudum. Simdi ise Araştırma gorevlisi/Araştırmacı Hoca (Postdoctoral Research Associate) olarak Leicester Universitesi’nde çalışıyorum.

PS: Ingiltere’de okumak/yaşamak isteyenlere, ingiliz egitim, akademik ve emlak sistemi ile ilgili bazı soruları cevapladıgım Britanya’da okumak/yaşamak isimli yazımı okumanızı tavsiye ederim.

Read Full Post »

“Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.” Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (k.s.)

Bana karşı hüsnü-zan besleyip, kendisini geliştirmek isteyen genç arkadaşlarım arasında bana “gurbette ve bu genç yaşında nasıl böyle başarılı oldun?” diye soranlar oluyor. Kendi fikirleridir; ben de çapım yettigince verdigim cevapları burada paylaşmak istiyorum:

Onlara, başarı konusunda benim direk gayretlerimin dışında – örnegin konu hakkında gerekli kitap/makaleleri okumak, kendine güvenerek, (zor görünse de) işten kaçmamak, işleri aceleye getirmemek, dogru insanlarla çalışmak, senden daha bilgililere saygılı olmak, gece-gündüz çalışmak, organize olmak – elimden birşey gelmedigini, fakat kanaatimce bunların dahi (sürekli) başarı için yeterli olmadıgını söylüyorum.

Bizler, Allah’a inanan insanlar olarak hiçbir zaman (haşa!) Allah’ı ‘denklem dışı’ (ingilizcesi “out of the equation”) bırakamayacagımızı, gayret bizden olsa da başarıyı nasip edenin O olacagını unutmamamız gerektigini söylüyorum… Bunun içinde O’nu hoşnut etmenin, en az yapacagımız *fiili dualar (üstte saydıklarım gibi) kadar önemli oldugunu söylüyorum…

Bu konuda çok ilmi olan (ya da ‘rol model’ olabilecek) bir insan degilim fakat O’nu hoşnut etmenin formülü belli (hepsini çapımız yettigince ihlaslı ve sürekli olacak şekilde): Farz ibadetler; (özellikle büyük) haramlardan kaçınma; kişisel dualarımız; anne-baba-sevenlerimizin duası; etrafımızda Allah rızası için yapılacak işler varsa elimizi taşın altına sokmamız; O’ndan başkasının önünde egilmeme; ‘büyük’ konuşmama/haddini bilme; kanaatkar olmak ve diger insanların hakkına (bilerek) girmemek; maddi/manevi fedakarlıklar yapmamız; her işimizi istişareyle yapmamız; sadece paramızın degil, ilmimizin de zekatını vermemiz; içimizde **kibir-haset-kin duygusu beslemememiz; (mümkün oldugunca) abdestsiz dolaşmama; hem fiziken, hem manen temiz yaşama(ya calışma); işine her zaman Besmele ile başlama (liste daha da uzatılabilir!)… Zor gibi görünüyor; fakat başarıya giden hiç bir yol kolay olmadı, hiç bir zaman olmayacak da!

Cünkü benden daha akıllı, maddi imkanları daha fazla olan veya tanıdıgı daha çok olan nice insanın, ***nasipsiz olmasından dolayı başarısız oldugunu (ya da işlerinin planladıkları gibi gitmedigini) gözlemledim. Anladım (ve gözlemledim) ki bir çogunun ya manevi duasında, ya da fiili duasında sorun var. Aynı hataya bende düşmek istemedim. Cok şükür Allah beni – gerek dogru insanlarla tanıştırarak, gerek hayırlı kapılar açarak tabir-i caizse hep dört ayak üzerine düşürdü; ve hiç utandırmadı! Eminim ki kendi çapım yettigince dogruları yapmayı sürdürdükçe de utandırmayacak!

Evet şu ana kadar hayatımda hangi işe giriştiysem (e.g. akademik, maddi, manevi, sosyal), çok şükür hep başarılı oldum, kimseye muhtaç kalmadım. Bu konuda Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Ben kendimin şahsen bu başarıları hakedecek bir insan olmadıgımı çok iyi biliyorum; fakat Allah şahit, gayretliydim. Her işimi dürüst yapmaya ve kendimi hep geliştirmeye çalıştım. Kendime göre ortada yapılması gereken bir iş gördümse, elimi taşın altına soktum. Bedavaya calıştıgım bu işlerde dahi kıskananlar oldu! Ben yinede kalbimde kimseye karşı kötü birşey beslemedim. Bana karşı haset/saygısızlık edenlerle dahi, tartışmaya girmemek için dilimi tuttum. Işime-gücüme baktım. Insanlar (özellikle ögrenci kardeşlerim) kendilerini geliştirsinler diye kendi zamanımdan feragat edip, onlara ders verdim; tezlerini düzelttim; dua ettim; çapım yettigince nasihat ettim. Başkalarının başarılı olmasını istedim; olunca gururlandım, fakat ne yazık ki (ailemi saymazsam, sayısı az birkaç babayigidin dışında) benim başarılarıma sevinen az insan tanıdım. Haset ve kin insanın kendisini yakar-bitirir, o yüzden bu tiplere nefret etmek yerine hep acıdım ve “Allah ıslah etsin” diye dua ettim…

Başarı(lar)dan sonra, bu başarıların daim olması içinde başarıyı nasip edeni hiç bir zaman unutmamamız lazım! “Ne oldum degil, ne olacagım demeli” sözünü aklımızdan çıkarmadan… Ayrıca bizim başarılarımızda agzı dualı anne-baba-sevenlerimizin hiç mi payı yok? Ogretmenlerimizin hiç mi payı yok? Arkadaşlarımızın hiç mi payı yok? Bizim bugünlere gelmemize vesile olan ata-şehit-gazilerimizin hiç mi payı yok? Allah hepsinden ebeden razı olsun! Başarımızı paylaşmak bir erdem degil, onların hakkıdır!

Dua ile…

Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz bu sözü demiş midir bilemiyorum. Saglam bir kaynak bulamadım. Fakat ona yakışır bir sözdür! Ilim peşinde koştugunu iddia eden bizlerde, cahillerin pervasız laflarına, dik duruş sergiledigimiz için
Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz bu sözü demiş midir bilemiyorum. Saglam bir kaynak bulamadım. Fakat ona yakışır bir sözdür! Ilim peşinde koştugunu iddia eden bizlerde, cahillerin pervasız laflarına, dik duruş sergiledigimiz için “dostlar” kaybetmemize, birilerinin el-etek-ayagını öpmedigimiz icin kaçırdıgımız maddi kazançlara aldırış etmeyip, yolumuza hiç momentum kaybetmeden (ömur boyu fedakarca) devam etmemiz gerekiyor! Süphesiz Allah bizleri ihlaslı oldugumuz sürece, utandırmayacaktır!

*Aslında çogumuzun sorunu tembellik. Fakat bu paylaşımda sözlerim (umutsuz vaka olan!) tembellere degil, gayretli oldugu halde başarı nasip olmayanlaraydı… Ayrıca gözlemledigim kadarıyla, burada söylediklerim büyük çogunlukla sadece müslümanlara uygulanabilir. Gayri-müslimlere Allah gayretleri ölçüsünde (dünya namına) başarı vermektedir, fakat (gözlemledigim kadarıyla) aynı denklem müslümanlar için geçerli degildir… Yanlışsam, Allah affetsin! Dogruyu göstersin! Amin!

**Kibir (ve haset) insanı yakar bitirir. Ben insanlara karşı mümkün oldugunca (çapım yettigince) kibirlenmemeye calışıyorum, fakat bir istisnai durum var. Kibirli insanlara karşı kibrin ‘sadaka’ oldugunu Efendimiz (S.a.v) söylüyor. Kalbinde kibir olmadan, zahirde kibirli gözükme… Cünkü kibirli bundan anlar! Sen nezaket gösterdikçe daha da tepene biner; daha da azar!

Hasedin oldugu yerde ise uhuvvet olmaz; uhuvvetin olmadıgı yerde ise (sürekli) başarı olmaz!

***Burada kastettiklerim sadece dünyevi manada her gayreti gösteripte başarılı olamayan müslümanlardır. Hem dünyevi, hem uhrevi manada (çapı yettigince) gayret edipte başarılı olamayanlara ise Allah bu işinde/alanda başarısızlık verse dahi, baska bir işte/alanda daha çok başarı vermek istemektedir. Halk arasında “hayırlısı neyse o olsun!” duası/temennisi bu manada çok anlamlıdır. Evet, insanın bazen gönlünden (hayatının o zaman biriminde) birşey geçer, fakat Allah bizler için daha iyisini hazırlamıştır da haberimiz yoktur! O yüzden bazen başarısızlık, bir mesajdır; ve insan bu mesajı (özellikle istişare yaparak!) dogru okumalıdır!

Hangisiyiz?
Hangisiyiz? Iş ahlakı başka birşey…

Ek: Allah, bizleri gayretli oldugumuz ve birbirimize maddi/manevi sahip çıktıgımız sürece (en büyük sorunumuz!), imtihan icabı biraz sıkıntı çektirse de eninde sonunda hem dünya, hem ahiret’de memnun edecektir! Bundan hiç şüphem yok!

Olaylara uhrevi açıdan bakacak olursak, çogumuz Allah’ın yaptıgımız sevapları ödüllendirip, işledigimiz günahlardan bizi sorguya çekecegini idrak ediyoruz; fakat yapmadıgımız sevapların kötü amel olarak, işlemedigimiz günahların da iyi amel olarak karşımıza çıkacagını unutuyoruz çogu kez… Ortada yapılacak bir iş var ve elimizi taşın altına sokmuyorsak, bunun bir gün karşımıza çıkacagından hiç şüphemiz olmasın!

Ek-2: Bazı insanlara çok iyilik/fedakarlık yaptım, fakat karşılıgında hiç bir vefa görmedim. Yardımdan (yani menfaat bittikten) sonra selam-sabahı kesenler dahi oldu! Ben Allah rızası için yardım ettim veya ettigimi iddia ettim, en azından ettigime inandım! Fakat sürekli almadan vermek Allah’a mahsustur. Hiç birimizde de peygamber feraseti, fedakarlıgı ve iman seviyesi olmadıgı için, böyle durumlar karşısında kalbimizin kırılmaması bazen elde olmuyor. Fakat birkaç kişide gözlemledigim ve hayretler içinde izledigim bir olayı anlatmak isterim: Kendisine yüzlerce pound/sterlin yardım ettigim birisinin, hiç bir yerde bundan bahsettigini görmedim, duymadım; zaten normalde duymakta istemem. Fakat aynı kişinin başkasının nispeten onda birlik yardımını her yerde anlattıgını ve bundan dolayı o kişiyi yere-göge sıgdıramadıgını duyunca, hayıflanmadım degil… Sonra bu tarz olaylar (farklı kişilerle) bir degil, birkaç kez olunca anladım ki, eger ben bir işi Allah rızası için yaptıgımı iddia ediyorsam, Allah belki de sadece kendisinden beklemem gerektigini bana hatırlatıyor; ve bana direk kendisi nimeti vermek istiyor. Başkasına izin vermiyor! Onu anladıgım günden sonra, insanlardan yaptıgım iyilik/fedakarlıklar karşılıgında selam dahi beklemedim. Fakat ben O(c.c.)’ndan bir istediysem, bana on nasip etti! Allah’ın izniyle bu düsturumu sürdürmeyi devam etmek istiyorum… Sizde edin!

Read Full Post »

Işveren de, işçi de, usta da, çırak-kalfa da, bilim adamı da, lider de, çoban da, sanatçı da, karı-koca da, siyasetçi de (listeyi bilerek uzun tuttum) bence yaptıgı işi neden yaptıgını, amacının ne oldugunu sorgulamalı, düşünmeli… Fakat bildigim şu ki, sırf para-mal-makam kazanmak, amacımız olmamalı! Düşünelim: Resimdekilerden hangisi uzun vaadede daha mutlu olacaktır? Hem dünya, hem ahiretde…

Insanın yaptıgı her (ama her!) işin felsefesini bir daha düşünmesinde fayda oldugunu düşünüyorum. Maalesef cogumuz işimizi ne için yaptıgımız ve yapmamız gerektigiyle ilgili bir fikir yürütmuyoruz!

Insan yaptıgı işten maddi ve manevi haz almalı! Bence, asıl amacı bu olmalı! Müşteriyi kazıklayarak kazanacagın ekstra 5 lira ile mutlu olacagını sanıyorsan yanılıyorsun! Insanın vicdanı (eger kaybetmediyse!) onu gelir yakalar! Yada el-etek-ayak öperek kazandıgın ‘müdürlük’, bugün mutlu etse de, (iffetini, izzetini, duruşunu, şerefini kaybettiginden) yarın seni utandıracaktır. Insan geçici bir süreden sonra parasına/makamına (eger kazandıysa o da!) ragmen mutsuz olur! Oysa kendiniz mutlu olmak istiyorsanız, insanları mutlu etmelisiniz! Hangi işi yapıyorsanız, işinizi iyi yaparak (e.g. güler yüz gösterip, dürüst olarak) insanları mutlu edin, sizde mutlu olun! Hem yaptıgınız işten paranızı kazanıp maddi bir haz alın, hem de dürüst bir iş yaptıgınızdan vicdanınız rahat olsun ve manevi bir haz alın.

Işin dini tarafına girmek istemiyorum fakat eger yaptıgınız işi Allah rızası için yapıyorsanız, ekstra olarak sevap hanenize de artılar yazdırırsınız! Dürüst iş yapmayan ise kazandıgı paraya haram karıştırmıştır! Hesabını verecektir!

PS: Ekstra örnek olarak: Birçok inşaat ustası “biran evvel işimi yarım-yamalak-asgari bir şekilde bitireyim de, paramı alayım” düşüncesinde oluyor çogu zaman. Ne olur, bir hafta sonra alsan paranı ama işini güzel yapıp, hem vicdanın rahat olsa, hemde karşındaki senden memnun olur ve işi düştügünde bir daha çagırır. Ayrıca saga-sola seni anlatır, daha çok işe sahip olursun. Maalesef kendilerince kurnazlık yapıyorlar ama yaptıklarının ne insanlar ne de Hakk(c.c.) nazarında bir degeri kalıyor, ne de sen kazandıgın parayla kolay kolay mutlu olabiliyorsun. Allah işini dürüst yapanı sever ve o kullarını memnun edecektir!

PPS: “Uzerine tuz yüklenmiş bir eşek, nehirden karşı karşıya geçerken taşa takılır ve suyun içine duşer. Ayaga güç-bela kalkınca, (tuzun suya karışmasından) yükünün hafifledigi hisseder ve çok sevinir. (Tuzu ‘hiç’ ettigini anlamadıgı gibi) Aklı sıra bir fikir gelmiştir aklına. Fakat bir sonraki seferde üzerinde sünger vardır. Yine nehirden geçerken, (aklı sıra!) yükünü azaltmak icin yine suya bırakır kendini. Bu sefer sünger suyu emdiginden, yükü artar ve kaldıramayacagı bir hale gelir. Bu nedenle suda bogulup gider.

Insan (eşek olanları!) çogu kez kurnazlıklarından dolayı başını (ve etrafındakileri) belaya sokar ve/yada mutsuz olur! – Milatdan önce 6.nci yuzyılda Yunanistan’da yaşamış ve bir köle olan Aesop’un yazdıgı ‘Tuz taşıyan eşek’ fablı.

Ayrıca, Tolstoy’un ‘Insan ne ile yaşar?’ ve ‘Insana ne kadar toprak lazım?’ kısa hikayelerini tavsiye ederim!

Read Full Post »

Önsöz

Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli; Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar. (Tevbe, 97)

Bu ayeti çok manidar buluyorum çunku bizim insanımızda da ‘bedevice’ hasletler oldugu için, eger devamlı nasihat edilmezse, çok çabuk dogru yoldan kayıp ‘kural tanımaz’ hale gelebiliyor, vahşileşebiliyor, ve bir müslümana (hiç mi hiç!) yakışmayacak işleri hemen fıtrat haline getirebiliyor (e.g. küfürlü agızlar, sigara/içki/kumar/zina, rüşvet yeme, yolsuzluk, torpil, yalan/iftira, gıybet/dedikodu). Allah nasihat eden hocalarımızı başımızdan eksik etmesin; ve onları duyacak kulaklar versin bizlere!

Materyalist müslümanlar

Uzak ve yakın tarihtede eminim bu tarz akımlara kapılan müslümanlar vardı. Fakat bugünkü kadar epidemik bir hastalık sekilde yaygın hale geldigini düşünmüyorum. Bu tabirden kastım kişinin müslüman olmasına (en azından oldugunu iddia etmesine) ragmen, hayatını ve secimlerini (kişiden kişiye degişkenlik göstersede) materyal kazanımlara göre ayarlamasıdır.

Maalesef, neredeyse hepimize birazcık materyalizm bulaşmış! Burada iddiamı destekleyecek gözlemlerimi genel olarak ve kısaca(!) özetleyecegim… Sozlerim öncelikle nefsimedir, bu yuzden burada yazdıklarımı (ve benzerlerini) yaparsam, lütfen uyarın! Kendi yaptıklarınızı ise vicdanınıza havale ediyorum…

Gözlemledigim kadarıyla, ‘Materyalist Islamcılık’ virüsü insanı öncelikle ameli yönden etkiliyor:

  • Yardima ihtiyacı olan birisi geldiginde, vicdanı ona siddetli bir şekilde cebindeki 3-5 kuruşu o kisiye uzatmasını soylesede, kafasını çevirip gider. Cünkü Seytan ona “seninde ihtiyacın var” vesvesesini vermiştir. Halbuki hayatında kumar, sigara, içki, spor izleme/oynama veya diger zevklere her zaman parası vardır…

Bencillik, menfaatperestlik ve cimrilik bu tarz insanların en önemli vasıflarıdır…

  • Dinen farz olan ‘Zekat’ı kesinlikle önemsemez bu tipler. Odemesini tembih edenlerden uzaklaşırlar.

Sunnet olan Kurban kestirmeyi ve/yada sadaka/burs vermeyi saymıyorum bile… Isar ve tefani ruhundan bahsetmek ise ‘enayiliktir’ bunlar için.

  • Hastalık-kaza-bela hakkında Allah’a degilde sigorta sirketlerine daha çok guvenirler. Başına bir kaza-bela gelir diye *sigorta yaptırır. Sigorta yaptırdıgı gun, gelecek adına kaygısı azalır. Oysa sadece Allah’a güvenmeli müslüman oldugunu iddia eden bir insan! Bu nazarda ‘gelecek kaygısı’ olmamalı!

*Kanuni olarak gerekli sigortalardan bahsetmiyorum. Insan yaşadıgı ülkenin kurallarına (dine alenen karşı gelmiyorsa) uymalı!

  • Gelecek kaygısının insanın kendisine bakan bir tarafı oldugu gibi, insanın sevdiklerini de kapsar çogu zaman. Bu virüse kapılanlar devamlı para biriktirir, ev-arsa alır, mal yıgar ki çocuk/torunları da dünya namına mutlu(!) olsunlar. Hatta daha sonraki nesilleri de düşünenler vardır! Oysa bir muslümanın çocuk-torunlarına bırakabilecegi en guzel miras kanaat, ilim ve ahlaktır! Mal bugün var, yarın ise yoktur! Ahiretde ise sadece infak ettiklerinin sana faydası olacaktır…
  • Bazı insanların aklından “genç öleyimde cesedim güzel olsun” gibi fikirlerde geçer. Bu konuda birşey yazabilecek durumum yok, çünkü o kadar ‘çukur’lara inemiyorum. Fakat hepimizin aklından geçebilecek olan “öldügümde insanlar arkamdan güzel konuşsunlar” istegi ilk başta masum gibi görünse de, biraz duşunursek, bir önceki söylemden çok farkının olmadıgını görebiliriz. Biz güzel-temiz-ahlaklı bir şekilde yaşarsak Allah bizden hoşnut olacaktır. Tek önemli olanda budur! Insanların arkamızdan guzel konuşması tabi bir göstergedir fakat Allah hosnut olduktan (ve alenen kul ve/yada kamu hakkı yemedikten) sonra ne dediklerinin bir önemi yoktur!
  • Bütün tedbirleri alsa da, evini bırakıp tatile gittiginde aklı hep “acaba eve hırsız girermi?” “eşyalarıma birşey olurmu?” gibi sorularla rahatsız olur. Oysa müslüman tedbirini aldıktan sonra başına gelen her işte Allah’a tevekkül eder… Gerisine pek kafa yormaz…
  • Emekli olacagı günü terhis gunu gibi beklerler ki aylak-aylak yaşasın, günlerini uyuşuk- uyuşuk yatarak geçirsinler… Emekliligi yeni neslin onunun açılması açısından önemli görsemde, müslümanların emeklilik icin yaşamasını kesinlikle anlamıyorum ve tasvip etmiyorum. Insan (seviyesine gore) ömrünün her dakikasında “Allah için ne yapabilirim?” diye kafa yorması gerekir! Emekliligi de bu açıdan bir fırsat olarak görebilir…

Aynı şekilde, ömurleri boyunca “Cumartesi gelsede boş-boş yatsak” diye Cuma gününü dört gözle beklerler…

  • Ozellikle Sabah namazını kaçırmayı önemsemezler, çünkü 10 saatlik uykularının bölünmemesi saglıkları açısından çok(!) önemlidir… Aynısı yemek yerken de geçerlidir. Gunde 5 ögün yemek yemeleri çok önemlidir, zira birazcık dahi aç kalsa bu saglıgını feci(!) sekilde olumsuz etkileyecektir. Ayrıca agzı hiç boş durmamalıdır yoksa hayatdan zevk(!) alamaz, nefisleri ise biraz körelir mâzallah! Canının çektigi bir pastanın dahi ne yapıp edip en büyük dilimini daima kendine alır, öbur türlü gözü doymaz! “Bunuda mı yazdın? Bu kadarda abartma!” demeyin! Işkembeleri çok önemlidir bu insanların! Zira o bölge akıllarını ve kalplerini yönetir…
  • Omür, yeteneklerini ve paralarını devamlı israf ederler! Bu müsrifligi hiç önemsemezler…
  • Daima ev-araba almanın ruyasını kurarlar. (Afedersiniz ama) WC’ye dahi gittiginde onları düşünür, hesaplar yapar.
  • Kızını isteyen damat adayının (yada tersi) ahlakı, ibadeti ve kötu huylarından once kazandıgı para ve makamını sorarlar…

Materyalist islamizm anlayışı amellerimizi etkiledikten sonra, imanımızı da etkilemeye başlar:

  • Bu tipler her olayı direk sebep-sonuçlara baglarlar. “şunu yaparsak böyle olur”, “Bu olmasaydı şu olmazdı” gibi lafları agızlarında çok duyarsınız… Allah’ı (haşa!) hep ‘denklem dışı’ bırakırlar. Hayatı matematik gibi sanarlar. Ornegin başarılı bir insan kendi yeteneginden dolayı başarılı olmuştur bunlar için. Bu söylemin Karun’un Hz. Musa(a.s)’ya dediginden bir farkı yoktur!

Oysa hersey Allah’ın elindedir. Başarıyı da, parayı da istedigine verir. Yetenek ve azimle birebir dogru orantı olacak diye bir kural yoktur.  Bize duşen dogru-dürüst çalışmaktır, zafer-başarı Allah’tandır! Ayrıca başarı da, başarısızlıkta bir sınavdır!

  • Salih rüya gorenleri dahi duyduklarında küçümserler. “Bunlar deli saçması” deyip aşagılarlar… Birazcık bilim bilenler (ve/yada rasyonalist/pozitivist geçinenler!) ise “psikolojik olarak beynin bir kurgusu” derler. Oysa ahir zamanda rüyaların çok önemli oldugunu Efendimiz (s.a.v) bizzat kendisi söylemiştir.
  • Nazar gibi – yine Efendimizin tasdikledigi – şeylere inanmazlar/önemsemezler… “Masallah” demez; güzelligin anne-babadan degil, Allah’tan geldigini unuturlar…
  • Kimse görmüyorsa – canları istediginde – her türlü haramı işlerler. Allah’ın görmesi çok önemli degildir, ki çogu zaman O(c.c.) akıllarına dahi gelmez! Başkalarının ise günahlarını açıga çıkarmak çok hoşlarına gider! Oysa Allah’ın sakladıgını, kul ortaya çıkarmamalıdır (kamuyu ilgilendiren yolsuzluk gibi bir durum degil ise)!
  • Cin ve meleklerin varlıgını sorgularlar. Oysa müslüman bir insan bu tarz varlıklara inanmak zorundadır, zira imanın kesin şartları arasında Kuran’a inanmakta vardır. Kuran-ı Kerim’de bu varlıkların varlıgı hakkında onlarca ayet vardır (hatta cinlerden ismini alan Cin suresi vardır). “Müslümanım” diyen adam neye inandıgını bilmeli (yani seviyesi yettigince ilmihal, hadis, adab, Kuran ilmi ogrenmeli) ve ona göre yaşamalıdır!
  • Hikmetini anlayamadıgı haramları işlemeyi ve/yada farzları ifa etmeyi önemsemezler… Oysa bu insanı dinden dahi çıkarır da farkında olmaz insan!
  • “Allah ne der?”den önce “millet ne der?”i düşünürler…
  • Ornegin, 10 defa sigara molası verirler, fakat (başkası için dahi) bir namaz molasına vakitleri yoktur(!)
  • Menfaatleriyle dogru orantılı grup/partileri, dinlerinden bile daha ateşli savunurlar (e.g. bugünkü AKP/RTE’yi ekranlarda gözü kara savunan avaneler gibi)! Menfaatleri bittigi gün başka gruba geçerler…
  • Kendisinden makam olarak daha üstde birisinin (e.g. Amiri, Başkanı, Komutanı, Cumhurbaşkanı) elini sıkmanın, el-etek-ayagını öpmenin, aynı masada oturmanın hayalini kurar. Eger hayaline ulaşırsa gece gündüz o anı düşünür. Fakat kendisini yaratan Allah(c.c.)’la randevusu olan namazı önemsemez (veya kılmaz)!
  • Haset ve/ya menfaat’den dolayı kişilere karşı aşırı ve devamlı nefret veya sevmek karakterlerinde vardır. Ornegin sevdigi patronunun adeta kul/kölesi olur. (Haşa!) Tanrı gibi, ne eleştirir, ne eleştirtir, somut olarak bir hatasını dahi görse/gösterseler “olsun bir bildigi vardır” der ve gözü kara savunur!
  • Alimlerin ne dediklerini pek takmazlar. Dini kendi anlayışlarına göre yaşar, Kuran’ı kendi anlayışlarına gore yorumlarlar… Ilimlerini yeterli görürler…

Beyefendiler 1400 yıllık Islam mirasını (e.g. tefsir, hak mezhepler, kelam ilmi) red edip, **modernlik(!) adına kendi bir gramlık ilimleriyle, dinde (en azından kendi hayatlarında) reforma kalkışırlar. “Bu devirde de bu olurmu?” gibi laflar agızlarında sakız gibidir…

**Bunların modernlik adına yaptıgını, Selefi/Vahabiler’de ‘dinin aslına(!) dönme’ adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Adama demezlermi “senin ilmin nedir de Imam-ı Azam’ı, Imam Ahmet bin Hanbel’ı, Mevlana’yı, Ustad Bediuzzaman’ı, Imam Rabbani’yi red edip, kendi kendine dini yorumluyorsun?”. Terör gruplarının ilham kaynagı da hep bu Selefi/Vahabi (ve benzeri ultra-ortodoks) akımlardır. Bu yuzden Ehli-sünnet tarikatlardaki ‘icazet’ mefhumunu çok önemsiyorum. Bu sayede ortaya çıkan yeni yetmelere “senin hocan kimdi?” diye sorabiliyor, cevaba gorede bu kişinin dogru bir dini ilim tahsis edip etmedigini ögrenebiliyorsun. Cünkü bu Selefi/Vahabi’lerin yaptıgı bir kişinin tıp kitabı okuyup kendi kendine ameliyat/tedavi yapmak istemesine benziyor. Oysa adama sorarlar “hangi okuldan mezun oldun? Kimin yanında yetiştin?” diye. Kimse bu adamlara çocugunu teslim etmez, etmemeli de!

  • Verdikleri sözlerin hiçbir (ahlaki) degeri yoktur. Size bir söz verirler, sonra başkası (kendilerine göre) sizden daha iyi bir teklif yaparsa yada canları istemezse hemen sözlerinden cayarlar.

Basit bir örnek olarak: Bir tamirciyle saat 5’e anlaşırsın. Fakat saat 5 olur kimse kapınızı çalmaz. Iyi niyetle 5:30’u beklersiniz yine çıt çıkmaz. Bari adamı arayıp bir sorayım dersiniz “başına birşey mi geldi?” diye, bakarsınız ki “Abi ben gelmeyecegim. Başka bir iş aldım, su an ordayım. Siz başka birini bulun” der. Fakat aynı adamı sonradan başka bir mecliste konuşurken duyarsın ve “abiler beni bilirsiniz, hayatımda çocuklarıma haram lokma yedirmedim” diye caka satıyordur. Bu tarz tonlarca örnek verebilirim… Liyakati olmadıgı halde, birilerinin el-etek-ayagını öperek kazanılan makamlar; müşteriyi kazıklayarak kazanılan kazançlar; kamu malını, babasının malı gibi kullanan siyasetçiler/belediye çalışanları; işçisinin hakkına girip, zengin olan tüccarlar; işini dürüst yapmayan işçiler… Acaba onlarda “ben Allah’tan başka kimsenin önünde egilmedim!”, “çok şükür hiç haram lokma yemedim!”, “ne yaptıysam, Allah için yaptım!” diyor mudur? Eminim diyorlardır… Insan işini dürüst yapmalı, bilerek kimsenin hakkına girmemeli ve sözünün eri olmalı! Cünkü verdigin sözde durmamak bir münafıklık alametidir. Münafıklar ise kafirden (yani bile bile Allah’ı ve Efendimiz(s.a.v)’i reddedenlerden) bile daha aşagıdır!

  • Adamlarda ilim sahibi olmanın, gezmiş-görmüş olmanın, tecrübe sahibi olmanın, bilgi sahibi olmanın hiçbir degeri yoktur. Karşısındaki insanın sadece kazandıgı para, ün ve makamının bir degeri vardır… Bunlara göre deger biçerler karşısındakilere… Gıpta ettikleri insanlarda alimler yada bilim adamları degil, ünlüler ve zenginlerdir.

Bir bilim/ilim adamına dahi “ne kadar para kazanıyorsun?” derler ve ona göre deger biçerler gözlerinde! Bu tiplere (müslüman olmasına ragmen) Kuran-ı Kerim’i dahi okutamazsın çünkü karşılıgında cebine birşey girmiyordur! Eğer Kuran okumak sevab hanesi yerine, banka hesabını (direk) arttırsaydı, bütün gün Kuran okurlar, dini ilim öğrenirlerdi!

Oysa paranın kazanamayacagı şeyler vardır: ahlak, adamlık, iman, cesaret, tecrübe, ilim gibi… Bir insanın cebinde az parası olabilir fakat milyar dolarlarla alınamayacak bir ilmi, irfanı ve/yada imanı olabilir!

  • Bu insanlar ibadetlerini dahi kendilerine makam-mansıp yolunda yardımcı olacaksa yaparlar… Yoksa terk etmekte hiçbir mahzur görmezler…

Menfaatlerine dogru orantılı görürlerse, cemaat-tarikat-dini STK’lara dahi katılırlar. Namazı kaçırırlar fakat hiçbir dini programı kaçırmazlar! Hemde en ön sıradadırlar çogu zaman… Menfaatleri geregince ‘Rabia’cı, ‘ümmet’çi olurlar; en yüksek seste “Kahrolsun Israil-Amerika-Avrupa!” diye b(öğü)ağırmaya özen gösterirler!

Fakat ne zaman menfaatleri ters düşer (mesela kişisel menfaatinden daha fazla zekat-sadaka-himmet isterler) hemen ayrılırlar, hatta bu grupları/hocaları Seytan’laştırmakta bir mahzur görmezler. Cünkü amaçları hiçbir zaman Allah dostlarının yanında bulunmak ve nasihat almak olmadı.

  • “Dün dündür, bugün bugündür”cüdürler… Dün soylediklerini bugün yalanlamak onların yüzünü kızartmaz.

Yalan söylemeyi çok önemsemezler… Oysa Ustad Said Nursi “Yalan bir lâfz-ı kafirdir!” der.

“Bal tutan, parmagını yalar”cıdırlar… Bu yüzden yolsuzlugu, kamu malından hırsızlıgı, rüşvet yemeyi çok anormal birşey olarak karşılamazlar.

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cıdır! Kendi menfaatine dokunulmadıgı sürece, etrafında olup bitenler umrunda degildir!

“Once dünyamızı kazanalım, ahireti zaten ne yapar eder kazanırız”cıdırlar! Bu yüzden yukarıda da birçok kez saydıgım yada ima ettigim gibi yalan söylemeyi, rüşvet yemeyi, torpille adam kayırmayı, menfaatleri dogrultusunda diger büyük-küçük günahları işlemeyi, ve bunlardan dolayı Allah tarafından hesaba çekileceklerini fazla önemsemezler! Bir sevap işleseler, onu gözlerinde büyütürler; ve daha fazla günah işlemeye ruhsat bilirler…

Yukarıda birçok şey sıraladım. Belki dahada uzatabilirdim… Fakat yazımdan bir ders alacaksanız oda şu olsun: Hayallerinin birinci sırasında ‘Allah rızası’nın dısında başka şeyler varsa, sende bu hastalıga tutulmuşsun! Bir an evvel (samimi bir şekilde) tövbe etmeli ve Allah’a kalbini dogru yolda mutmain etmesi dogrultusunda dua etmeli insan…

PS: Bu yazıma “Allahsız/Peygambersiz/Kitapsız/içi boş müslümanlık” gibi isimlerin de uygun oldugunu düşündüm fakat hem bazılarının orijinal olmadıgını gördüm, hem de (kendi karakterim ve yazımın seviyesine göre) fazla sansasyonel buldum. Rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin ‘Allah’sız Müslümanlık’ kitabını da okumanızı tavsiye ederim.

PPS: Müslüman geçinen birisi ahiretini berbat ederek (hiçe sayarak!), dünyada mutlu olamaz! Olacagını sanıyorsa yanılıyor! “Müslüman tereyagı gibidir; bozuldu mu yenmez, hatta zehir gibi olur” der Ustad… Katılmamak elde degil! Dünya namına mal-mülk-makam edinecegim diye gavur gibi (e.g. kamu/kul hakkı yiyerek, torpil için el-etek-ayak öperek) yaşayamaz! Allah belli bir süreden sonra verdigi mal-mülk-makamın hepsini geri alır ondan, kişi yüklendigi günahları ve ahiretini berbat ettigiyle kalır! Gayri-müslimler en azından dunyasını yaşıyor, Allah izin veriyor buna… Fakat gavurca yaşayan müslümana Allah (belli bir mühletden sonra) ne dunyada ne de ahiretde mutluluk nasip eder! Müslüman aleminin (her anlamda) perişan haline bir de bu perspektiften bakmalı…

Read Full Post »

Kalite/görgü parayla pulla değil, kitap, ilim ve eğitimle alınır...

Kalite/görgü parayla pulla değil, ilim ve eğitimle alınır. Kaliteli her insanın bir ‘duruş’u vardır.

Hiç kimseyi kendimiz gibi düşünmüyor diye aşağılayamayız(mamalıyız!). Fakat “buyur kardeşim, neden böyle düşünüyorsun bir anlatıver” dedigimizde, bir argüman üretemiyorsa ve sorularının karşısında kıvırıyor ve ordan oraya atlıyorsa, o adamdan alabilecegin bir cevap olmadıgını anlayacaksın; ve derhal yanından uzaklaşacaksın. Cünkü boyle insanların bir duruşu yoktur ve onlarla konuşmak tamamıyle zaman israfıdır. Daha bir dakika önce ak dediğine bir dakika sonra kara diyebilir. Bu yüzden birisiyle (seviyeli şekilde – hakikati bulma amacı ile) tartışmaya başlamadan önce bakarım bir duruşu varmı diye…

Ben kendi yaşadıklarımdan örnek verecek olursam: Dünya görüşü tamamen zıt bir insanla, ornegin bir ateist arkadaşla bile din ve Tanrı’nın (Allah’ın) varlıgı konusunda konuşabiliyor, tartışabiliyorum çünkü adam(lar)ın bir duruşu var. Diyor ki “bana bilimsel şeylerle gel dinleyeyim”. Ben de çapım yettigi kadar onlara bilimsel argümanlarla geliyorum; ve şu ana kadar ki her konuşmam sonrasında (benim bir özelligimden degil, Allahın inayeti) bana “evet senin söylediklerinde de haklılık payı var” dediler. Karşındakinin samimi bir duruşu olunca ona göre bir argüman üretebiliyorsun – ve tatmin olursa “evet haklıymışsın” ya da “anlayabiliyorum seni” diyebiliyor. Düzeyli, seviyeli adamın hali – tamamen zıt fikirde dahi olsa – başka oluyor!

Insanların ekonomik refah düzeyini arttırabilirsin fakat bu tek başına toplumun ‘kalite’ ve ‘seviye’sini artırmaz. Etrafında olan bitene karşı duyarlı ve gerekli duruşu sergileyen insanlardan oluşan bir toplum istiyorsak (aynı şeyleri/şeylere düşünmesine/inanmasına gerek yok) – ki istemeliyiz – bunu egitimle ve görgümüzü arttırarak (e.g. farklı ülkeler gezerek, kitaplar okuyarak, insanlarla tanışarak, kritik düşünerek) halledebiliriz.

Fakat maalesef (inşallah degişir diye dua ediyorum), bizim milletimizin söylenildigi (yada caka sattığı) gibi ne muhafazakar, ne demokrat, ne meritokrat, ne liberal, ne dindar, ne de egalitaryan bir duruşu var. Cünkü *demokrasiyi sadece sandığa gitmek diye algılayandan demokrat olmaz! Bütün çapsız/liyakatsız arkadaş/akrabalarına torpil arayandan meritokrat olmaz! Kendisi gibi olmayan insanların (e.g. Kürt, Alevi, Sünni, Ermeni) ezilmesine/alenen haklarının yenilmesine ses cıkarmayandan liberal olmaz! Devamlı ve 5 vakit namaz kılma oranının %10’larda dolaştıgı, zekatını tam verenlerin belki dahada az olduğu millet dindar olamaz! Sadece dört parmak göstererek ‘Rabiacı’, “Kahrolsun Israil” diye böğürerek ‘Filistinci’ olamazsın! Ağzında (haşa!) sakız yaptığın Efendimizle (S.a.v), Yaradanımızla (c.c.) ilgili bir kitap dahi okumamışken, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyorken, (küçük günahları bıraktım) büyük günahları (e.g. zina, kumar, yalan, hırsızlık, yolsuzluk) dahi önemsemiyorken muhafazakar olamazsın! Sırf bir gruba kininden dolayı, dünyanın her yerine yayılmış Türk okullarını kapatmaya çalışan bir iktidara oy vererek miliyetçi olamazsın! Kahvede bütün gününü nazik yerinin üzerine oturarak ve sigara/alkol içerek geçiren tipler bu ülkeyi bir arpa boyu ileri goturemez! Daha ‘insan’ olamamışken, ‘müslüman’ hiç olamazsın!

Milletimizin maalesef “şöyle güzel bir duruşu var” diyemiyorsun – partizanlık, **jingoizm, nepotizm ve benzeri kotü hasletlerin dışında mutabakata varacağımız bir duruşumuz yok… Maalesef aynı problemler (hatta fazlasıyla) ümmette de var. Belki namaz kılma, Kuran okuma oranları daha yüksektir ama kural tanımamazlık, herkesin kafasına göre kendi ‘şeriat’ını uygulama hastalığı, bilim/sanat/tarih düşmanlığı gibi ‘gerilik’ler oralarda diz boyu!

Bu kadar problemi çözmek için nerden başlanır bilmiyorum fakat en azından ‘iyi’yi anlayacak kapasite olmalı insanlarda/toplumda. Sonra da yapanlar ‘bizden’ olsun yada olmasın, iyiye iyi, kötüye de kötü demeyi öğrenmeliyiz. Evrensel etiğin öğretilmesini çok önemsiyorum bu noktada (Lütfen nesli ihya etmek için yazımı okuyunuz)…

Allah sonumuzu hayretsin, şuurumuzu artırsın ve dünyanın en büyük milletleri arasına yine soksun bizi! Dua ile…

*Demokrasinin düzgün işlemesi için medyanın özgür olması, güçler ayrılıgının ilkesinin uygulanması ve hukukun üstünlügünün tesis edilmesi şartdır. Bunların olmadıgı yerde Sisi gibi bir katil %96, Esed gibi bir zalim ise %88 oy alır.

** Bizde ‘Milliyetçilik’le karıştırılıyor, fakat bizdeki faşizanca, ırkçılıga kayan ‘sözde’ bir milliyetçilik. Ben vatanımı-milletimi-tarihimi-atalarımı severim (hem de çok!) fakat kesinlikle sırf Türk olmaktan dolayı kendimi kimseden üstün görmem.

 

PS: Allah’a karşı çok küstahlıgım oldu fakat dünya namına kimseye veremeyecegim hesabım yok! Babam dahi bana torpil yapmadı, yapmaz! Hayatda ne başardıysam Allah’ın inayeti ve gayretimle başardım!

Insan haram yerse, suç işlerse, kamu malından aşırırsa, para-mal-makam karşılıgı kalemini-şerefini-iffetini-izzetini satarsa… Tabi ‘duruş’ sergileyemez! Duyarsız ve kulaktan dolma bilgilerle yaşayan halka birşey d(iy)emiyorum, fakat ortalıkta alim-yazar-düşünür gibi dolaşan insanlara birde bu gözle bakmanızı tavsiye ederim!

PPS: Olaylara kader penceresinden (kendi çapımca) bakmaya çalışıyorum çogu zaman. Mesela “Allah bize ne diye dogru-düzgün muhalefet partileri nasip etmiyor?” diye kendi kendime düşünüyorum… Sonra aklıma “Bir toplum kendinde olan durumu değiştirmedikçe, (hiç şüphe yok ki!) Allah da o toplumda olan hali değiştirmez.” ayeti geliyor… Cevabımı buluyorum… Allah bize saçma-sapan iktidar partilerinin peşinden gitmeyi degil, hakkın peşinden gitmeyi nasip etsin!

Read Full Post »

Elimde bir istatistik yok fakat herhangi bir şehrin merkezine inip, 10 kişiye akraba evliligi hakkındaki fikirlerini sorsak, herhalde yedi-sekizinin ya da daha fazlasının “olumsuz” beyanda bulunacagını düşünmemiz yanlış olmaz. Fakat fikirlerinin nedenlerini irdelesek, bilimsel ya da genetik olarak beyanlarını makul delillerle destekleyebileceklerin sayısının bir-ikiyi geçecegini söylemek mümkün olmayabilir. Bu blog yazımda akraba evliliklerini bilimsel objektiflik içerisinde, subjektif kanaatlerle değil, somut deliller ışığında degerlendirmeye calışacağım. Ayrıca, genetik ve sağlıksal açıdan akraba evliliklerinin masaya yatırmanın yanı sıra, dünyada akraba evliliklerinin yapılma ve yayılma sebeplerini de kısaca ele alacağım.

Klinik genetikte (Clinical Genetics), ikincil kuzenler (second cousin; Figür 1’e bakınız) ve/ya daha yakın akraba olanlar arasındaki evlilikler ‘yakın akraba evliliği’ (consanguineous marriage) tanımı altında toplanmaktadır. Fakat ‘yakın akraba’ derken, bu tanım icerisinde ‘ensest’ (ebeveyn-çocuk arası ya da kardeşler arası) ilişkiler bulunmamaktadır. Ulkemizde (ve dünyada) daha çok birincil kuzenler (first cousin; Figür 1) arasında evlilikler olmaktadır ve bu türden evliliklerin genel olrarak yapılan tum evlilikler içerisindeki oranı %20 civarındadır. Akraba evlilik oranları Türkiye’nin batısına nazaran, doğusunda yaşayanlar arasında daha yüksek oranlarda görülmektedir.

Akraba evliliği çeşitleri

Figür 1a: Akraba evliliği çeşitleri (Doktora tezimden)

Akraba evliliği çeşitleri

Figür 1b: Akraba evliliği çeşitleri (Doktora tezimden)

Genetik olarak akraba evliliğinin doğrudan ortaya çıkardığı en büyük risk, çekinik (recessive) mütasyonların çocuklarda homozigot (çift kopya) durumda olma olasılığını yükseltmesidir. Konuyu kısaca açıklamak gerekirse, normal şartlarda her insanın her hücresinde her genden iki kopya vardır (toplamda ~21000 değişik genimiz, ikinci kopyasıyla beraber her hücrede ~42000 gen var). Bunlardan bir kopyası babadan, diğeri ise anneden gelmektedir. Herkeste bu genlerden birkaç tanesi mütasyonlarla inaktif ya da normal fonksiyonunu yapamaz hale gelmiş şekilde baba ya da anneden aktarılmış olarak bulunmaktadır. Fakat buna rağmen çoğumuzda doğuştan genetik bir hastalık yoktur. Bunun nedeni ise bir ebeveynden mütasyonlu bir kopya alınsa da, diğerinden normal/fonksiyonel bir kopyanın alınmasıdır. Bu normal kopya vesilesiyle de çoğumuz biyolojik olarak normal bir gelişim gösteriyoruz.

Üstelik bazi genlerimizin iki kopyası dahi mütasyonlarla inaktif olmuş (ya da normal fonksiyonunu yapamaz hale gelmiş) olsa saglıgımız açısından çok önemli olmayabiliyor (örnek: koku almamıza yardımcı olan genler; bazı kokuları almayıveriyorsun o kadar). Fakat bazilari da bildigimiz uzere genetik hastalıklara yol açabiliyor (ülkemizde çok görünen iki örnek: Türkçe’de ‘Ailevi Akdeniz Ateşi’ ve ‘Akdeniz anemisi’ olarak bilinen ‘Familial Mediterranean Fever’ ve ‘Beta thalassemia’). Coğumuzun bir kopyasını taşıdığı bu tarz hastalık oluşturan mütasyonlar sadece bize ya da ailemize mahsustur. Bu yüzden akraba olmayan bir insanda sizde bulunan mütasyonların bulunması çok düşük bir ihtimaldir. Yakın akraba evliliklerinde ise, aile ağacını yakın bir geçmişte bağlayan bir ata olduğundan (bu dedeleri olabilir mesela, Figür 2’deki örneğe bakınız), o atada olan mütasyonların bir tanesinin (yada daha fazlasının) iki kuzende de bulunma riski, iki akraba olmayan insanda olma olasılığına göre çok daha yüksektir. Ӧrnek olarak iki birincil kuzenin ortalama olarak genlerinin %12.5’i aynıdır, bu yüzden çocuklarının genlerinin ortalama %6.25’i aynıdır; dolayısıyla bu olasılık, aynı zamanda bir mütasyondan iki kopya bulunması olasılığıdır da. Akraba olmayan insanların evlenmesinde ise, yukarıda da bahsedildigi üzere, herkes hastalık oluşturabilecek mütasyon(lar) taşısa da, bu çiftlerde farklı genlerin bir kopyasının inaktif hale gelmiş olması, çocuklarında hiçbir genin iki kopyasının da birden mütasyonlu olmamasını sağlamaktadır (‘homozigot’ duruma gelme olasılığı çok düşüktur).

Figür 2

Figür 2: Akraba arasındaki evliliği, akraba olmayanların arasındaki evliliklerden ayıran, aynı mütasyonun iki kopyasının aynı kişide bulusma olasılığının normale nazaran yüksek olmasıdır. Figür 2’de de görüleceği üzere, hastalıklı çocukların buyuk annelerinde oluşan mütasyon torunlarının evlenmesiyle mütasyonun iki kopyasının buluşma olasılığı yükselmiştir (klinik genetikte, böyle aile agaçlarında erkekler kare, kadınlar ise daire ile temsil edilir. Jenerasyonlar ise yukarıdan aşağı doğru ilerler). Iki ebeveynde de aynı mütasyonun bir kopyası olunca, (mütasyonun homozigot durumda olması ve) çocukta hastalık oluşma riski 4’te birdir. Figür: Doktora tezimden)

Peki, bu hastalık oluşturan mütasyonların iki kopyasının birden (yani homozigot şekilde) doğacak çocuklarda olma olasılığının yükselmesi dışında, “sırf akraba evliliği yapmış olmanın zararları var mıdır?”. Biraz daha açmak gerekirse: diyelim akraba evliliği yapmış bir çiftin çocuklarının hiç birinde genetik bir hastalık görülmedi – ki böyle bir sürü aile var; bu çocuklarda bizim görmediğimiz başka bozukluklar var mı? Bu soru, genetikçi ve klinik araştırmacıları hala meşgül ediyor. Bu soruyu istatistiki (empirik) olarak araştırmak/cevaplamak için akraba evliliğinin sık gorüldügü toplumları, akraba evliliğinin az oldugu Avrupa ülkeleriyle kıyaslamışlardır. Bu araştırmalarda çok farklı ve değişken sonuçlar çıksa da, 2011’de o ana kadarki en çok katılımcıyla yapılmış araştırmada akraba evliliğinin düşük doğum yapma ve çocukken hastalanma riskini 4%-7% arasında arttırdığını rapor etmişlerdir (Bittles and Black, 2011). Fakat araştırmayı yapanların da belirttiği üzere, bu araştırmanın ve bu rakamların bazı sorunları vardır; çünkü karşılaştırılan iki popülasyon (Bati ve Orta Dogu) arasındaki tek fark akraba evliliği oranları değildir. Ornegin Avrupa/Bati sağlık hizmetleri kategorisinde Arap ve/ya da Orta Doğu ülkelerine (yada diğer akraba evliliğinin sık görüldüğü ülkelere) nazaran çok daha üstün bir durumdadır. Çocukların doğum sırasında düşük doğma oranları da nispeten azdır. Ayrıca yeni doğmuş çocukları enfeksiyonlardan koruma adına, ya da enfeksiyon sonrası tedavi etme şartları da daha gelişmiştir. Bunun gibi nedenlerden dolayı 4% ya da 7%’lik farkın ne kadarının sırf akraba evliliğinden dolayı olduğu tartışmalıdır. Böyle karşılaştırıcı/comparative analizlerde, sonucu etkileyecek faktörlerin (sağlık kurumları, hastalıklara karşı başlatılan engelleyici tedbirler, hayat tarzları vb.) kontrol edilmediği sürece, doğru bir şekilde sırf akraba evliliği yapmış olmanın çocukların sağlığına getirdiği etkiyi bulmak imkansızdır. Ama görünen birşey vardır ki, bu rakamlar doğru olsa dahi, genel olarak (ailede çocuklar hastalıklı doğmuyorlarsa; bunun altını çizmeliyim) akraba evliliği yapmış olmanın zannedildiği (ve beklendiği) kadar zararlı olmadığıdır – eğer ortada bir zarar varsa tabi.

Peki, akraba evliliğinin potansiyel olarak bazı genetik riskleri olmasına rağmen neden Arap yarımadası, Hindistan vb. gibi bazı cografyalarda çok görülmektedir de, Avrupa ve Amerika kıtası gibi bazılarında (bazı ‘Amish’, ‘Hutterites’ gibi ‘ethno-religious/etnik-dini’ grupları saymazsak) neredeyse hiç görülmemektedir? Bu soruyu kapsamlı bir şekilde analiz etmek/cevaplamak için onlarca doktora tezi yazmak gerekir. Fakat belli başlı nedenlere bakıldığında, sosyo-ekonomik nedenlerin çok önemli faktörler olduğunu gözlemlemek zor değil (Figür 3’e bakınız). Ayrıca gurbetde yasayanların kendi dinine ve/ya kültürüne yakın birilerini bulup evlenme olasılığı düştükçe, insanların akrabasıyla evlenme olasılığı da o derece yükselme eğilimi göstermektedir.

Figür 3

Figür 3 (Doktora tezimden)

Akraba evlilikleri hakkındaki kanaatler hakkında dinlerin de doğrudan ve/ya dolaylı şekilde etkileri olmuştur. Orneğin Islam öncesi Arabistan’da akraba evliliklerinin az olduğu yönünde belgeler bulunmaktadır. Bunun sebebinin de Araplar arasında diğer kavimleri kendi tarafına çekmek çok önemli olduğundan, kavimler arasında dostluk köprüleri kurma adına kavimler arası kız vermeler, kavim-içi kız vermeye oranla daha cazip olmasıdır. Fakat İslamın gelmesiyle kadınlara verilen ekstra haklardan dolayı (özellikle miras hakkı), diğer sosyolojik nedenlerin yanında ailenin malının dağılmaması adına yakın akrabayla evlilikler çok daha cazip hale gelmiştir (Bittles ve Hamamy, 2010). Bunun içindir ki bugün Arap yarımadasındaki ülkelerde akraba evlilikleri %50’lere ulaşmaktadır (consang.net‘de bütün ülkelerin akraba evliliği oranlarını bulunabilir). Islam dininin akraba evliliğini teşvik eden hiçbir kaidesi olmamasına rağmen, bu durum dinin akraba evliliğine dolaylı etkisini gösteren çok güzel bir örnektir. Hatta Efendimiz’in (s.a.v.) “kuzenlerinizle evlenmeyin” (Hussain, 1999) ve Hz Omer’in (r.a.) “uzak kavimlerden evlenin” (Albar, 1999) dedikleri yönünde bilgiler bulunmaktadır – sahihlikleri konusunda bu iki referansa güvendim.

Tarihte de akraba evliliğine ilginç etkiler yapan olaylar görmek mümkün. Orneğin, bazı hukumetler/krallar kanunlarla akraba evliliğini azaltmaya yönelik girişimlerde bulunmuşlar. Hindistan’da amca-yeğen evliliklerini durdurmak için 1955’de alınan kararın (Hindu Marriage Act) Güney Hindistan’da neredeyse hiç etkisi olmamasından (ki bu tarz evliliklerin en çok yapıldığı bölge), zamanla kanun kaldırılmıştır (Kapadia, 1958). Çin’de (Han Çin tarihinde) anne tarafından olan kuzenler evlenebilse de, aynı soyadı taşıyan kuzenler (baba tarafından olan kuzenler)in evliliği kanunlarla ‘ensest’ gibi gorülmüş ve yapanlara agır cezalar öngörülmüştür. Hristiyan dunyasında ise, sözleri kanun sayılan Papa 1.nci Gregory (540-604) akraba evlilikleriyle ilgili bir soruya “kuzenleriyle evlenenlerin çocuğu olmaz ” demiştir (Bittles, 2012). Bunlar gibi onlarca örnek verilebilir ve bu olayların akraba evliliğinin yayılmasında yada bazı coğrafyalarda bitmesinde önemli roller oynamıştır. Tablo 1’de dinlerin akraba evlilikleriyle ilgili kural ve/ya gorüşleri mevcuttur.

Tablo 1

Tablo 1 (Doktora tezimden)

Akraba evliliğinin ‘her zaman kötü’ olarak anılmasında, medyanın da önemli rolü vardır. Zamanında genetik hastalıklı 3-5 ailenin manşet yapılmış olması özellikle Batı düşüncesine yakın görüşlü insanlarda büyük bir iz bırakmış ve ‘gericilik’ olarak görülmüştür. Oysa akraba evliliklerinin bazı bölge ve kültürlerde (özellikle bazı kırsal bölgelerde) sosyolojik olarak önemli artılarının olduğunu bilimsel araştırmalar ortaya çıkarmıştır. Akraba evlilikleri yapan çiftler arasında boşanmaların düşük seviyelerde olduğu belirtilmiştir. Bunun özellikle evlilikte gelin tarafının damadın ailesi tarafından tanındığından, aralarında daha az problem olmasına sebebiyet verdiğini, ayrıca eşler arasında bir problem olduğunda aile efradının daha yapıcı olduğunu bulmuşlardır. Bundan dolayı, bu stabil ailelerin çocuklar üzerinde de psikolojik olarak olumlu etkileri vardır (suça az bulaşma, psikolojik hastalıkların az olması, eğitimsel başarı vs.). Ayrıca evlenme sırasında verilen mihirler/hediyeler (örnek olarak: İslamda erkekten bayana, Kuzey Hindistan’da ise genel olarak bayandan erkeğe verilir), akrabayla evlenince genel olarak çok az (ya da yok) oluyor – bu da fakir insanlar için evlenebilme adına çok önemli bir faktördür. Bütün bu faktörler batı insanı için birşey ifade etmeyebilir fakat kırsal ortamda ve/ya fakirlik içinde yaşayan insanlar icin hayat-memat meselesi olabiliyor (Figür 3’te detaylar mevcuttur).

Birçok konuya degindim. Kısaca özetlemek gerekirse, akraba evliliği yapan herkes çocuklarının sağlığı açısından kötü bir şey yapmış denemez. Çünkü yukarıda da bahsedildiği gibi, sırf akraba evliliği yapmış olmanın (genetik bir hastalığın ortaya çıkmadığı ailelerde) bilimsel olarak kesin bir şekilde zararı vardır denemez (şimdilik yoktur da denemez, fakat zararı varsa bile çok az olduğu aşikar). Lakin genetik analizlerin gittikçe ucuzladığı bir dönemde, akraba evliliği yapmayı düşünen çiftlerin bu tür önleyici testlerden yaptırmasını sağlayacak reklamlar ve teşvik programları devlet ya da STK’lar tarafından düzenlenmelidir – özellikle genetik hastalıkların olduğu bilinen aileler üzerine yoğunlaşılmalıdır.

Son olarak, ailemde akraba evliligi yapan yok; olmasını da istemem. Bu yazımın amacı kesinlikle akraba evliliklerini övmek ya da yayılmasını sağlamak değil, hakkaniyetli davranmaktır; akraba evliliklerinin ötekileştirilmesinin doğru olmadığını ve bazen (gereksiz bir şekilde) riskli, bazen de iyi sonuçlar doğurabilen kompleks bir olgu olduğunu göstermek ve tartıştırmaktır. Bence, zaten yapılan ve bundan sonra da (büyük ihtimalle) yapılmaya devam edecek akraba evliliklerini yeterli dayanaktan yoksun (‘gericilik’ gibi) kanaatlere dayanarak engellemeye calışmak yerine, bu konu hakkında araştırmaları sıklaştırmak, halkı bilgilendirmek (hem akraba evliliği yapanları, hem de karşı olanları) ve genetik testleri ucuz ve daha erişebilinir hale getirmek öncelikli amaçlar olmalıdır.

Referanslar

A. Mesut Erzurumluoglu, 2016. Population and family based studies of consanguinity: Genetic and Computational approaches. PhD thesis (Doktora tezim). University of Bristol.

A. Mesut Erzurumluoglu et al, 2016. Importance of Genetic Studies in Consanguineous Populations for the Characterization of Novel Human Gene Functions. Annals of Human Genetics, 80: 187–196.

Albar, 1999. Counselling about genetic disease: Islamic perspective. Eastern Mediterranean Health Journal. 5, 1129-33.

Bittles, 2012. Consanguinity in Context. Cambridge University Press.

Bittles and Black, 2010. The impact of consanguinity on neonatal and infant health. Early Human Development. 86, 737-41.

Bittles, Hamamy, 2010. Endogamy and Consanguineous marriage in Arab populations. Genetic Disorders among Arab populations. Heidelberg, Springer. 2nd Ed., 85-108.

Hussain, 1999. Community perceptions of reasons for preference for consanguineous marriages in Pakistan. Journal of Biosocial Science. 31, 449-61.

Kapadia, 1958. Marriage and Family in India. Oxford University Press. 2nd Ed., 117-37.

Read Full Post »

Older Posts »