Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘edep’

Birçok kez şuurlu (farkında olarak, özellikle babam), ama çogu kez de farkında olmadan anne-babam bana (ve kardeşlerime) birçok hayat dersi vermeye çalıştılar; ve verdiler/ögrettiler. Istemek/çalışmak ayrı, başarmak apayrı… Bazı anne-babalar çocuklarını küçümseyip “anlamazlar” sanıyorlar, fakat çocuklar her zaman anne-babalarını gözlemlerler; ve çogu kez taklit ederler. Cocukken yaptıklarımız – zorla, sevdirilmeden ve/ya anlatmadan yaptırılmamışsa – sonradan karakterimizi etkiler; ve “kişi 7’sinde neyse, 70’inde de odur” deyimi çogu kez dogru çıkar. Ornegin çocugu döverek/zorla terbiye etmeye kalkarsan, yarın büyüyüp, size ihtiyacı kalmadıgında anne-babanın tüm ögrettiklerini terk edeceklerdir. Hadi o zaman da döv; tabi dövebiliyorsan!

Bu yazıyı sadece kendi gözlemlerimi paylaşmak için yazıyorum (tum önceki yazılarım gibi). Isteyen istedigini alabilir…

Babamla başlayacagım…

1- Ben kendimi bildim bileli kimsenin malında, parasında, makamında gözüm olmadı. Kendi işime-gücüme baktım; başarılı olmak için çabaladım ve Allah bana birçok insana nasip etmedigi başarıları (ve nimetleri) nasip etti. Bugün anlıyorum ki bunun babamın bize helal para yedirmesiyle birebir ilişkisi var. Ama gerçekten (tabiri caizse) kılı kırk yararak yaşadı; ve ‘gerçekten helal’ yedirdi. Yoksa sorsak herkes “çocuklarıma helal lokma yedir(iyorum)dim” der, ama kaç tanesi gerçekten helal yediriyordur, sayıları nispeten çok azdır kanaatimce. Mesela kişi ‘iş-veren’se, kaç tanesi işçisinin hakkını tamamıyla veriyordur. Işçi ise, kaç tanesi işini gerçekten düzgün bir şekilde yapıyordur. Kaç tanesi torpil yapmadan, hak ederek bir yerlere girmiştir (ya da haketmedigi bir iş için birilerini aracı etmiştir)? Konumuz bu olmadıgı için uzerinde fazla durmayacagım. Vicdanında herkes biliyor bu soruların cevabını – en önemlisi de Allah biliyor! Insan helalinden kazanınca, hem dünyevi manada, hemde vicdanen mutlu oluyor. Kanaat etmeyi, işini dürüst yapmayı, kimsenin hakkına girmemeyi, Allah’tan başka kimseye dünya namına veremeyecegin bir hesabının olmaması; bunlar çok önemli şeyler! Hayatdaki en önemli şeyin ‘mutluluk sahibi olmak’ oldugunun, ve bunu da ancak helalinden (dürüst) iş yaparak kazanabileceginin canlı şahidi oluyorsun.

2- Babam bize bunun kadar önemli başka bir şey ögrettiyse, o da sadece çok çalışarak önemli yerlere gelebilecegimizi ögretmesidir. Yurt dışında da yaşasan, fakir de olsan, farklı bir dinden-dilden-görünüşten de olsan, hakeden adamın önünü kimsenin alamayacagını ögretti. “Hakkım yeniyor” diye aglayıp sızlama yerine, gerçekten işe yarar bir adam olursan, kimse senin yerine başka ‘işe yaramaz’ bir adamı tercih etmez. Bir yerde olmazsa, başka yerde mutlaka alırlar. Bundan dolayı çok çalıştım; başkalarından fazla çalıştım; ve Allah’ın da izniyle hep başarılı oldum.

3- Babam ayrıca kimsenin evde sigara içmesine izin vermezdi – yaşlılara ve kendi kardeşlerine bile. (Ben ve hiçbir kardeşim sigara içmez.)

4- Amcalarımın/büyüklerimizin bizimle ilgilenmek ve bizi güldürmek için yaptıkları fakat kandırmalı şakalarına bile ciddi bir şekilde karşı çıkardı. Mesela bir parmagını gösterip “bu hangi sayı?” diye sorarlardı. Tabi “bir” derdik. Sonra iki parmagını birleştirip, “peki, bu hangi sayı?” diye tekrar sorarlardı; biz de “iki” derdik. Fakat amcam “hayır, bu ‘kalın-bir’” derdi. Biz de şaşırırdık. Fakat bunu babam gördügünde onlara dönup “çocukları kandırmayın” der, sonra da bize dönüp “hayır kızım/oglum, siz dogrusunuz; evet bu da ‘bir’” derdi.

 

Anneme gelecek olursak…

Babam genellikle, çocukluk yıllarımızda bizimle fazla (istedigi/istedigimiz kadar) ilgilenemedi. Cünkü hem çalıştı-para kazandı, hem okudu (doktora yaptı), hem bize baktı; başkalarının işleriyle de (yardım etmek için) çok ugraştı. Cok fedakar bir insandı. Bu yüzden neredeyse hayatının her döneminde çok yogun bir hayat yaşadı.

1- Bundan dolayı bizimle genellikle annem ilgilendi; ve çocukken ne ögrendiysek çogunu annemizden ögrendik. Annemin üniversite diploması yoktu fakat kendisini çok iyi yetiştirmiş bir insandı. Babam fedakarlık ve cefakarlıkta ‘bir’se, annem (nispeten) ‘on’du. Bize okumamızı, kötü alışkanlıklardan uzak durmamız ve vatana-millete-insanlıga faydalı insanlar olmamız gerektigini bıkmadan-usanmadan anlatarak, bizim yaramazlıklarımıza sabrederek, büyük fedakarlıklar yaparak ögretti; ve bu öğretileri içimize adeta işledi. Bizimle çok yakın bir bağ kurdugundan (korktugumuzdan degil) ona karşı saygısızlık yapmaya çocukken bile uzak dururduk. Bu yüzden bize bazen ufak hatalarımızdan dolayı kızdıgında bile karşı çıkmazdık. Mesela üzerimde azıcık sigara kokusu bile olsa çok kötü kızardı. “Yok anne biz degil, arkadaşlar içti” desek te, “o zaman, o arkadaşlarından uzak dur!” derdi. Agzımızdan küfür çıksa ve/yada ‘edep dışı’ sayılacak olayları konuştugumuzu duysa hemen kızardı. Hem de çok! (Ailemizde agzı küfürlü kimse yok)

2- Fakir degildik çok şükür; evde (memur maaşıyla) tek parayı kazananın babaların oldugu her Türk ailesi gibiydi bizim durumumuzda – yani ‘orta hal’ denebilir. Fakat çok kanaatkar bir aileydik. Annem ögretti bunu da bize. Belki farkında dahi olmadan… Bunun ne kadar önemli oldugunu şimdi anlıyorum. Eger zengin/kalbur-üstü bir aileden gelmiyor ama hayatda gerçekten başarılı olmak istiyorsanız, nispeten çok çok daha az *hata yapma şansınız/hakkınız oluyor. Cok şükür bugün (genç ve nispeten başarılı bir akademisyen olarak) dönüp baktıgımda (Allah’a karşı verecek çok hesabım var fakat) dünya namına hesabını veremeyecegim bir suçum, yüz kızartıcı bir halim ya da bilerek hakkına girdigim/yarı yolda bıraktıgım bir insan hatırlamıyorum. Genç yaşıma ragmen kanaatkar olmanın ve (çapım yettigince) haramdan/kul hakkından uzak durmanın başarılarımda ne kadar büyük bir payının oldugunu yeni yeni anlıyorum. Insanlar kısa zamanda ‘köşeyi dönmenin’ peşinde koşarken, ben sabırla okudum, çalıştım, ve bir çogunun (akademik olarak) başaramadıgını başardım…

 

Ne annem, ne de babam, bizi hiç bir zaman kısıtlamadılar. Dindar olmalarına ragmen, dindar insanların çogu kez başaramadıgı ‘açık görüşlü olmayı’ başardılar; ve bize de tembihlediler. Kesinlikle “şunu-bunu yapma” demediler. “Her işin bir adabı vardır, adabına gore yapın” dediler. Babam bana hep “Mesut bey” diye hitap ederdi. Bir şey sordugumda ya da kendisine muhalefet ettigimde “ya Hu napacan?” ya da “git işine yorgunum şimdi!” demek yerine, bana anlatmaya çalışırdı. Bana hep bilginleri, bilim adamlarını ve alimleri örnek gösterirdi. Kendilerinden birşeyler ögrenebilecegim, kaliteli ve ahlaklı insanlarla tanıştırırdı. Şaka yollu da olsa, sınavlarımızda 95’te alsak, “neden 100 almadın?” diye tembihlerdi… Bu sayede belki de rehavete düşmemizi engellemeye çalışırdı.

Son olarak, annemin de, babamın da agızları hep dualıdır. Duaları sayesinde hep önümün açıldıgını gördüm hayatta. Bunun da onemini yeni yeni anlıyorum; ve herkese tavsiye ediyorum “anne-babanızın duasını alın mutlaka” diye.

Tabi “hatasızdılar” ya da “mükemmeldiler” demiyorum. Onlar da gençti; kimse onlara ‘anne-babalık nasıl yapılır?’ı ögretmedi. Onlerinde öyle çok iyi örnekler de yoktu. Hem babam, hem annem devamlı güçlü olmak zorunda kaldılar. Ne kadar güçlü de olsalar, bazen yorulmuş, bazen ‘tepeleri atmış’, ve (bize ya da birbirlerine) kendi yüksek seviyelerine yakışmayacak bir-iki davranışta bulunmuş olabilirler… Fakat kendilerini hep geliştirdiler; ve zamanla bazı şeyleri daha iyi yapmaya ve bizlere karşı daha sabırlı ve toleranslı davranmayı ögrendiler. Fakat yaptıkları tonlarca iyi iş karşısında, bir-iki ufak hatayı hatırlatmak hakkaniyetli bir davranış olmaz. Ayrıca onları eleştirmek haddime degil.

Allah onları başımızdan eksik etmesin!

*Bu durumda olmanın en büyük handikapı , arkadaşlarının çogu ‘gelecegi parlak olmayan’ tipler oluyor. Suç, kötü alışkanlıklar, cehaletden doğan ahlaksızlıklar vs. diz boyu. Allah korudu bizleri!

 

PS: Bizim kültürümüzde, genel olarak anne ‘terbiyeci’, baba ise ‘rol model’dir çogu zaman. Insana terbiye sınırlarını, adabı ve kanaati anne öğretir; baba ise çocuklarının onünü açar (ya da kapatır) ve büyük işler başarabileceklerine inandırtır onlara (ya da bu inancı bitirir ve çocuk ‘ezik’ bir tip olur)!

Read Full Post »

Önsöz

Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli; Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar. (Tevbe, 97)

Bu ayeti çok manidar buluyorum çunku bizim insanımızda da ‘bedevice’ hasletler oldugu için, eger devamlı nasihat edilmezse, çok çabuk dogru yoldan kayıp ‘kural tanımaz’ hale gelebiliyor, vahşileşebiliyor, ve bir müslümana (hiç mi hiç!) yakışmayacak işleri hemen fıtrat haline getirebiliyor (e.g. küfürlü agızlar, sigara/içki/kumar/zina, rüşvet yeme, yolsuzluk, torpil, yalan/iftira, gıybet/dedikodu). Allah nasihat eden hocalarımızı başımızdan eksik etmesin; ve onları duyacak kulaklar versin bizlere!

Materyalist müslümanlar

Uzak ve yakın tarihtede eminim bu tarz akımlara kapılan müslümanlar vardı. Fakat bugünkü kadar epidemik bir hastalık sekilde yaygın hale geldigini düşünmüyorum. Bu tabirden kastım kişinin müslüman olmasına (en azından oldugunu iddia etmesine) ragmen, hayatını ve secimlerini (kişiden kişiye degişkenlik göstersede) materyal kazanımlara göre ayarlamasıdır.

Maalesef, neredeyse hepimize birazcık materyalizm bulaşmış! Burada iddiamı destekleyecek gözlemlerimi genel olarak ve kısaca(!) özetleyecegim… Sozlerim öncelikle nefsimedir, bu yuzden burada yazdıklarımı (ve benzerlerini) yaparsam, lütfen uyarın! Kendi yaptıklarınızı ise vicdanınıza havale ediyorum…

Gözlemledigim kadarıyla, ‘Materyalist Islamcılık’ virüsü insanı öncelikle ameli yönden etkiliyor:

  • Yardima ihtiyacı olan birisi geldiginde, vicdanı ona siddetli bir şekilde cebindeki 3-5 kuruşu o kisiye uzatmasını soylesede, kafasını çevirip gider. Cünkü Seytan ona “seninde ihtiyacın var” vesvesesini vermiştir. Halbuki hayatında kumar, sigara, içki, spor izleme/oynama veya diger zevklere her zaman parası vardır…

Bencillik, menfaatperestlik ve cimrilik bu tarz insanların en önemli vasıflarıdır…

  • Dinen farz olan ‘Zekat’ı kesinlikle önemsemez bu tipler. Odemesini tembih edenlerden uzaklaşırlar.

Sunnet olan Kurban kestirmeyi ve/yada sadaka/burs vermeyi saymıyorum bile… Isar ve tefani ruhundan bahsetmek ise ‘enayiliktir’ bunlar için.

  • Hastalık-kaza-bela hakkında Allah’a degilde sigorta sirketlerine daha çok guvenirler. Başına bir kaza-bela gelir diye *sigorta yaptırır. Sigorta yaptırdıgı gun, gelecek adına kaygısı azalır. Oysa sadece Allah’a güvenmeli müslüman oldugunu iddia eden bir insan! Bu nazarda ‘gelecek kaygısı’ olmamalı!

*Kanuni olarak gerekli sigortalardan bahsetmiyorum. Insan yaşadıgı ülkenin kurallarına (dine alenen karşı gelmiyorsa) uymalı!

  • Gelecek kaygısının insanın kendisine bakan bir tarafı oldugu gibi, insanın sevdiklerini de kapsar çogu zaman. Bu virüse kapılanlar devamlı para biriktirir, ev-arsa alır, mal yıgar ki çocuk/torunları da dünya namına mutlu(!) olsunlar. Hatta daha sonraki nesilleri de düşünenler vardır! Oysa bir muslümanın çocuk-torunlarına bırakabilecegi en guzel miras kanaat, ilim ve ahlaktır! Mal bugün var, yarın ise yoktur! Ahiretde ise sadece infak ettiklerinin sana faydası olacaktır…
  • Bazı insanların aklından “genç öleyimde cesedim güzel olsun” gibi fikirlerde geçer. Bu konuda birşey yazabilecek durumum yok, çünkü o kadar ‘çukur’lara inemiyorum. Fakat hepimizin aklından geçebilecek olan “öldügümde insanlar arkamdan güzel konuşsunlar” istegi ilk başta masum gibi görünse de, biraz duşunursek, bir önceki söylemden çok farkının olmadıgını görebiliriz. Biz güzel-temiz-ahlaklı bir şekilde yaşarsak Allah bizden hoşnut olacaktır. Tek önemli olanda budur! Insanların arkamızdan guzel konuşması tabi bir göstergedir fakat Allah hosnut olduktan (ve alenen kul ve/yada kamu hakkı yemedikten) sonra ne dediklerinin bir önemi yoktur!
  • Bütün tedbirleri alsa da, evini bırakıp tatile gittiginde aklı hep “acaba eve hırsız girermi?” “eşyalarıma birşey olurmu?” gibi sorularla rahatsız olur. Oysa müslüman tedbirini aldıktan sonra başına gelen her işte Allah’a tevekkül eder… Gerisine pek kafa yormaz…
  • Emekli olacagı günü terhis gunu gibi beklerler ki aylak-aylak yaşasın, günlerini uyuşuk- uyuşuk yatarak geçirsinler… Emekliligi yeni neslin onunun açılması açısından önemli görsemde, müslümanların emeklilik icin yaşamasını kesinlikle anlamıyorum ve tasvip etmiyorum. Insan (seviyesine gore) ömrünün her dakikasında “Allah için ne yapabilirim?” diye kafa yorması gerekir! Emekliligi de bu açıdan bir fırsat olarak görebilir…

Aynı şekilde, ömurleri boyunca “Cumartesi gelsede boş-boş yatsak” diye Cuma gününü dört gözle beklerler…

  • Ozellikle Sabah namazını kaçırmayı önemsemezler, çünkü 10 saatlik uykularının bölünmemesi saglıkları açısından çok(!) önemlidir… Aynısı yemek yerken de geçerlidir. Gunde 5 ögün yemek yemeleri çok önemlidir, zira birazcık dahi aç kalsa bu saglıgını feci(!) sekilde olumsuz etkileyecektir. Ayrıca agzı hiç boş durmamalıdır yoksa hayatdan zevk(!) alamaz, nefisleri ise biraz körelir mâzallah! Canının çektigi bir pastanın dahi ne yapıp edip en büyük dilimini daima kendine alır, öbur türlü gözü doymaz! “Bunuda mı yazdın? Bu kadarda abartma!” demeyin! Işkembeleri çok önemlidir bu insanların! Zira o bölge akıllarını ve kalplerini yönetir…
  • Omür, yeteneklerini ve paralarını devamlı israf ederler! Bu müsrifligi hiç önemsemezler…
  • Daima ev-araba almanın ruyasını kurarlar. (Afedersiniz ama) WC’ye dahi gittiginde onları düşünür, hesaplar yapar.
  • Kızını isteyen damat adayının (yada tersi) ahlakı, ibadeti ve kötu huylarından once kazandıgı para ve makamını sorarlar…

Materyalist islamizm anlayışı amellerimizi etkiledikten sonra, imanımızı da etkilemeye başlar:

  • Bu tipler her olayı direk sebep-sonuçlara baglarlar. “şunu yaparsak böyle olur”, “Bu olmasaydı şu olmazdı” gibi lafları agızlarında çok duyarsınız… Allah’ı (haşa!) hep ‘denklem dışı’ bırakırlar. Hayatı matematik gibi sanarlar. Ornegin başarılı bir insan kendi yeteneginden dolayı başarılı olmuştur bunlar için. Bu söylemin Karun’un Hz. Musa(a.s)’ya dediginden bir farkı yoktur!

Oysa hersey Allah’ın elindedir. Başarıyı da, parayı da istedigine verir. Yetenek ve azimle birebir dogru orantı olacak diye bir kural yoktur.  Bize duşen dogru-dürüst çalışmaktır, zafer-başarı Allah’tandır! Ayrıca başarı da, başarısızlıkta bir sınavdır!

  • Salih rüya gorenleri dahi duyduklarında küçümserler. “Bunlar deli saçması” deyip aşagılarlar… Birazcık bilim bilenler (ve/yada rasyonalist/pozitivist geçinenler!) ise “psikolojik olarak beynin bir kurgusu” derler. Oysa ahir zamanda rüyaların çok önemli oldugunu Efendimiz (s.a.v) bizzat kendisi söylemiştir.
  • Nazar gibi – yine Efendimizin tasdikledigi – şeylere inanmazlar/önemsemezler… “Masallah” demez; güzelligin anne-babadan degil, Allah’tan geldigini unuturlar…
  • Kimse görmüyorsa – canları istediginde – her türlü haramı işlerler. Allah’ın görmesi çok önemli degildir, ki çogu zaman O(c.c.) akıllarına dahi gelmez! Başkalarının ise günahlarını açıga çıkarmak çok hoşlarına gider! Oysa Allah’ın sakladıgını, kul ortaya çıkarmamalıdır (kamuyu ilgilendiren yolsuzluk gibi bir durum degil ise)!
  • Cin ve meleklerin varlıgını sorgularlar. Oysa müslüman bir insan bu tarz varlıklara inanmak zorundadır, zira imanın kesin şartları arasında Kuran’a inanmakta vardır. Kuran-ı Kerim’de bu varlıkların varlıgı hakkında onlarca ayet vardır (hatta cinlerden ismini alan Cin suresi vardır). “Müslümanım” diyen adam neye inandıgını bilmeli (yani seviyesi yettigince ilmihal, hadis, adab, Kuran ilmi ogrenmeli) ve ona göre yaşamalıdır!
  • Hikmetini anlayamadıgı haramları işlemeyi ve/yada farzları ifa etmeyi önemsemezler… Oysa bu insanı dinden dahi çıkarır da farkında olmaz insan!
  • “Allah ne der?”den önce “millet ne der?”i düşünürler…
  • Ornegin, 10 defa sigara molası verirler, fakat (başkası için dahi) bir namaz molasına vakitleri yoktur(!)
  • Menfaatleriyle dogru orantılı grup/partileri, dinlerinden bile daha ateşli savunurlar (e.g. bugünkü AKP/RTE’yi ekranlarda gözü kara savunan avaneler gibi)! Menfaatleri bittigi gün başka gruba geçerler…
  • Kendisinden makam olarak daha üstde birisinin (e.g. Amiri, Başkanı, Komutanı, Cumhurbaşkanı) elini sıkmanın, el-etek-ayagını öpmenin, aynı masada oturmanın hayalini kurar. Eger hayaline ulaşırsa gece gündüz o anı düşünür. Fakat kendisini yaratan Allah(c.c.)’la randevusu olan namazı önemsemez (veya kılmaz)!
  • Haset ve/ya menfaat’den dolayı kişilere karşı aşırı ve devamlı nefret veya sevmek karakterlerinde vardır. Ornegin sevdigi patronunun adeta kul/kölesi olur. (Haşa!) Tanrı gibi, ne eleştirir, ne eleştirtir, somut olarak bir hatasını dahi görse/gösterseler “olsun bir bildigi vardır” der ve gözü kara savunur!
  • Alimlerin ne dediklerini pek takmazlar. Dini kendi anlayışlarına göre yaşar, Kuran’ı kendi anlayışlarına gore yorumlarlar… Ilimlerini yeterli görürler…

Beyefendiler 1400 yıllık Islam mirasını (e.g. tefsir, hak mezhepler, kelam ilmi) red edip, **modernlik(!) adına kendi bir gramlık ilimleriyle, dinde (en azından kendi hayatlarında) reforma kalkışırlar. “Bu devirde de bu olurmu?” gibi laflar agızlarında sakız gibidir…

**Bunların modernlik adına yaptıgını, Selefi/Vahabiler’de ‘dinin aslına(!) dönme’ adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Adama demezlermi “senin ilmin nedir de Imam-ı Azam’ı, Imam Ahmet bin Hanbel’ı, Mevlana’yı, Ustad Bediuzzaman’ı, Imam Rabbani’yi red edip, kendi kendine dini yorumluyorsun?”. Terör gruplarının ilham kaynagı da hep bu Selefi/Vahabi (ve benzeri ultra-ortodoks) akımlardır. Bu yuzden Ehli-sünnet tarikatlardaki ‘icazet’ mefhumunu çok önemsiyorum. Bu sayede ortaya çıkan yeni yetmelere “senin hocan kimdi?” diye sorabiliyor, cevaba gorede bu kişinin dogru bir dini ilim tahsis edip etmedigini ögrenebiliyorsun. Cünkü bu Selefi/Vahabi’lerin yaptıgı bir kişinin tıp kitabı okuyup kendi kendine ameliyat/tedavi yapmak istemesine benziyor. Oysa adama sorarlar “hangi okuldan mezun oldun? Kimin yanında yetiştin?” diye. Kimse bu adamlara çocugunu teslim etmez, etmemeli de!

  • Verdikleri sözlerin hiçbir (ahlaki) degeri yoktur. Size bir söz verirler, sonra başkası (kendilerine göre) sizden daha iyi bir teklif yaparsa yada canları istemezse hemen sözlerinden cayarlar.

Basit bir örnek olarak: Bir tamirciyle saat 5’e anlaşırsın. Fakat saat 5 olur kimse kapınızı çalmaz. Iyi niyetle 5:30’u beklersiniz yine çıt çıkmaz. Bari adamı arayıp bir sorayım dersiniz “başına birşey mi geldi?” diye, bakarsınız ki “Abi ben gelmeyecegim. Başka bir iş aldım, su an ordayım. Siz başka birini bulun” der. Fakat aynı adamı sonradan başka bir mecliste konuşurken duyarsın ve “abiler beni bilirsiniz, hayatımda çocuklarıma haram lokma yedirmedim” diye caka satıyordur. Bu tarz tonlarca örnek verebilirim… Liyakati olmadıgı halde, birilerinin el-etek-ayagını öperek kazanılan makamlar; müşteriyi kazıklayarak kazanılan kazançlar; kamu malını, babasının malı gibi kullanan siyasetçiler/belediye çalışanları; işçisinin hakkına girip, zengin olan tüccarlar; işini dürüst yapmayan işçiler… Acaba onlarda “ben Allah’tan başka kimsenin önünde egilmedim!”, “çok şükür hiç haram lokma yemedim!”, “ne yaptıysam, Allah için yaptım!” diyor mudur? Eminim diyorlardır… Insan işini dürüst yapmalı, bilerek kimsenin hakkına girmemeli ve sözünün eri olmalı! Cünkü verdigin sözde durmamak bir münafıklık alametidir. Münafıklar ise kafirden (yani bile bile Allah’ı ve Efendimiz(s.a.v)’i reddedenlerden) bile daha aşagıdır!

  • Adamlarda ilim sahibi olmanın, gezmiş-görmüş olmanın, tecrübe sahibi olmanın, bilgi sahibi olmanın hiçbir degeri yoktur. Karşısındaki insanın sadece kazandıgı para, ün ve makamının bir degeri vardır… Bunlara göre deger biçerler karşısındakilere… Gıpta ettikleri insanlarda alimler yada bilim adamları degil, ünlüler ve zenginlerdir.

Bir bilim/ilim adamına dahi “ne kadar para kazanıyorsun?” derler ve ona göre deger biçerler gözlerinde! Bu tiplere (müslüman olmasına ragmen) Kuran-ı Kerim’i dahi okutamazsın çünkü karşılıgında cebine birşey girmiyordur! Eğer Kuran okumak sevab hanesi yerine, banka hesabını (direk) arttırsaydı, bütün gün Kuran okurlar, dini ilim öğrenirlerdi!

Oysa paranın kazanamayacagı şeyler vardır: ahlak, adamlık, iman, cesaret, tecrübe, ilim gibi… Bir insanın cebinde az parası olabilir fakat milyar dolarlarla alınamayacak bir ilmi, irfanı ve/yada imanı olabilir!

  • Bu insanlar ibadetlerini dahi kendilerine makam-mansıp yolunda yardımcı olacaksa yaparlar… Yoksa terk etmekte hiçbir mahzur görmezler…

Menfaatlerine dogru orantılı görürlerse, cemaat-tarikat-dini STK’lara dahi katılırlar. Namazı kaçırırlar fakat hiçbir dini programı kaçırmazlar! Hemde en ön sıradadırlar çogu zaman… Menfaatleri geregince ‘Rabia’cı, ‘ümmet’çi olurlar; en yüksek seste “Kahrolsun Israil-Amerika-Avrupa!” diye b(öğü)ağırmaya özen gösterirler!

Fakat ne zaman menfaatleri ters düşer (mesela kişisel menfaatinden daha fazla zekat-sadaka-himmet isterler) hemen ayrılırlar, hatta bu grupları/hocaları Seytan’laştırmakta bir mahzur görmezler. Cünkü amaçları hiçbir zaman Allah dostlarının yanında bulunmak ve nasihat almak olmadı.

  • “Dün dündür, bugün bugündür”cüdürler… Dün soylediklerini bugün yalanlamak onların yüzünü kızartmaz.

Yalan söylemeyi çok önemsemezler… Oysa Ustad Said Nursi “Yalan bir lâfz-ı kafirdir!” der.

“Bal tutan, parmagını yalar”cıdırlar… Bu yüzden yolsuzlugu, kamu malından hırsızlıgı, rüşvet yemeyi çok anormal birşey olarak karşılamazlar.

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cıdır! Kendi menfaatine dokunulmadıgı sürece, etrafında olup bitenler umrunda degildir!

“Once dünyamızı kazanalım, ahireti zaten ne yapar eder kazanırız”cıdırlar! Bu yüzden yukarıda da birçok kez saydıgım yada ima ettigim gibi yalan söylemeyi, rüşvet yemeyi, torpille adam kayırmayı, menfaatleri dogrultusunda diger büyük-küçük günahları işlemeyi, ve bunlardan dolayı Allah tarafından hesaba çekileceklerini fazla önemsemezler! Bir sevap işleseler, onu gözlerinde büyütürler; ve daha fazla günah işlemeye ruhsat bilirler…

Yukarıda birçok şey sıraladım. Belki dahada uzatabilirdim… Fakat yazımdan bir ders alacaksanız oda şu olsun: Hayallerinin birinci sırasında ‘Allah rızası’nın dısında başka şeyler varsa, sende bu hastalıga tutulmuşsun! Bir an evvel (samimi bir şekilde) tövbe etmeli ve Allah’a kalbini dogru yolda mutmain etmesi dogrultusunda dua etmeli insan…

PS: Bu yazıma “Allahsız/Peygambersiz/Kitapsız/içi boş müslümanlık” gibi isimlerin de uygun oldugunu düşündüm fakat hem bazılarının orijinal olmadıgını gördüm, hem de (kendi karakterim ve yazımın seviyesine göre) fazla sansasyonel buldum. Rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin ‘Allah’sız Müslümanlık’ kitabını da okumanızı tavsiye ederim.

PPS: Müslüman geçinen birisi ahiretini berbat ederek (hiçe sayarak!), dünyada mutlu olamaz! Olacagını sanıyorsa yanılıyor! “Müslüman tereyagı gibidir; bozuldu mu yenmez, hatta zehir gibi olur” der Ustad… Katılmamak elde degil! Dünya namına mal-mülk-makam edinecegim diye gavur gibi (e.g. kamu/kul hakkı yiyerek, torpil için el-etek-ayak öperek) yaşayamaz! Allah belli bir süreden sonra verdigi mal-mülk-makamın hepsini geri alır ondan, kişi yüklendigi günahları ve ahiretini berbat ettigiyle kalır! Gayri-müslimler en azından dunyasını yaşıyor, Allah izin veriyor buna… Fakat gavurca yaşayan müslümana Allah (belli bir mühletden sonra) ne dunyada ne de ahiretde mutluluk nasip eder! Müslüman aleminin (her anlamda) perişan haline bir de bu perspektiften bakmalı…

Read Full Post »

Zamanında Hz. Öme­r(r.a.)’­le Hz. Ebubekir(r.a.) ara­sın­da bir tar­tış­ma ol­uyor, ve bilindigi kadarıyla da bu tartışmada Hz. Ebubekir az da olsa haksız olan tarafta. Fakat Hz. Ömer bu tar­tış­ma­dan piş­man­lık du­ya­rak Hz. Ebû Be­ki­r’­in evi­ne git­miş, onu ev­de bu­la­ma­yın­ca der­hal Efen­di­mi­z(s.a.v)’­in hu­zu­ru­na ge­lmiş.

Hz. Ebubekir’de orada… Tam Hz. Ömer sö­ze baş­la­ya­cak­tı ki Efen­di­mi­z’­in si­ma­sı­nın ren­gi degişiyor. Bu­nu fark eden Hz. Ebûbe­kir, Hz. Öme­r’­in azar­lan­ma­sın­dan en­di­şe ede­rek di­zleri üze­ri­ne çök­müş va­zi­yet­te bu iş­te ken­di­si­nin Hz. Öme­r’­den da­ha ile­ri git­ti­ği­ni söy­le­mi­­­­­ş. Fakat beklenenin aksine Efendimiz ora­da bu­lu­nan diger sahabi efendilerimize de hi­tap ede­rek, pey­gam­ber­lik­le gö­rev­len­di­ril­di­ği ilk gün­ler­de ki­mi da­vet et­tiy­se te­red­düt, şüp­he ve iti­raz ile kar­şı­lan­dı­ğı­nı, fakat te­red­düt et­mek­si­zin he­men ina­nan tek ki­şi­nin ise Hz. Ebube­kir ol­du­ğu­nu söy­lemiş. Ardın­dan da şöy­le bu­yur­du: “Şim­di as­hâ­bım! Siz bu aziz dos­tu­mu, ba­na bı­ra­kır­sı­nız de­ğil mi?”

Bu­hâ­rî, Fe­dâ­ilü As­hâ­bi­’n-Ne­bî, 5

Efendimiz(s.a.v) nasıl hayatın her alanında bize örnek olmalıysa, vefa konusunda da bize en güzel örnektir. Efendimiz kendisine en zor günlerinde (ozellikle ilk peygamberlik geldigi zamanlarda) sahip çıkmış olan Hz. Ebubekir’i hep en ön sırada tutmuş ve ona hep vefalı davranmıştır. Sonradan (çok sevdigi amcası ve ilk zamanlardaki en güçlü koruyucusu) Hz. Hamza, (“benden sonra peygamber gelseydi o olurdu” dedigi) Hz. Omer, (çok sevdigi damadı, aşere-i mübeşşere’den) Hz. Osman, (ilk müslümanlardan, çok sevdigi damadı) Hz. Ali, (“Allah’ın kılıcı” ünvanlı) Hz. Halid gibi insanlıgın zirvesi olan sahabeler huzur halkasına katılsada, o ilk dostunu hiçbir zaman unutmamıştı ve kendisini onlardan dahi üstün tutmuştu*.

Vefa konusunda zorlandıgım zamanlar çok oluyor. Uzun zamandır gormedigim/konuşmadıgım bir büyügümün bana karşı kötü düşünceler besledigi konusunda (dogru ya da yanlış farketmez! açıkca soylemedikçe böyle düşünmemeliydim – bana yakışan bu degil) vesveseye kapılıp, ona karşı içimdeki sevgi/saygının bir anda azaldıgını hissettim. Sosyal medyadan bir-iki paylaşımıda hoşuma gitmedi, içimden kötü şeyler geçirdim onun hakkında. Fakat biraz zaman geçtikten sonra benim için yaptıgı (ufakta olsa) bir iyilik/nazikligi gördüm bir foto albümümde – ve bu hatırayı aklıma getirerek vesveseyi uzaklaştırdım. O kişi hakkındaki kötü düşünceler aklımda oldukça, kalbimin de kirlendigini hisseder gibi oldum. Allah korusun, O(c.c.) korumazsa çok çabuk kayarız bu kaygan imtihan dunyasında.

Bunun için ben herkese bir ‘iyilik’ günlügü (benevolence diary) yazmayı tavsiye ediyorum. ‘Günlük’ derken dizilerde gördügümüz ergen kızların yazdıgı saçma-sapan ‘aşk’ günlükleri degil tabi. Gün-gün kısa notların oldugu bir günlük; ve bu günlükte arkadaşlarınızın, anne-babanızın, abi-abla-kardeşlerinizin, ögretmenlerinizin sizlere yaptıkları iyilikleri not edeceksiniz. Kendi yaptigınız iyilikleri degil**.

Boyle bir günlügün amacı da insanların bizlere yaptıgı iyilikleri hatırlamaktır. Maalesef insan olarak çok unutkanız. Hatta üstad Bediuzzaman gibi büyük alimler ‘insan’ kelimesinin kökünün ‘nisyan’dan geldigini söylerler, yani ‘unutmak’tan. Dolayısıyla unutmak dogamızda var. Hepimiz birşeyleri unutuyoruz. Ozelliklede bize yapılan iyilikleri… Buda bizi bazı insanlara karşı kötü düşünceler beslememize yol açabiliyor. “Benim uzerimde emegi olmayan bir insan nasıl oluyorda bana boyle davranabiliyor” diyebiliyoruz, oysa o kişi belkide bize zor günümüzde yardım etmiştirde biz unutmuşuzdur. Dolayısıyla da bizim ona karşı kötü hisler beslememiz vefasızlıktır!

Bu tarz bir senaryoya örnek olacak gerçek bir hikaye: Zamanın Sevilla Emiri El-Mutamid (Muhammad ibn Abbad al-Mu’tamid)’in eşi Prenses Rümeykiye (Romeykiyyah) ile arasında geçen bir olay… Prenses bir gün sokakta yürürken süt satan kadınların bileklerine kadar çamurda çıplak ayaklarıyla dolaştıgını gorüyor ve çok hoşuna gidiyor (eski günlerini hatırlatıyor kendisine). Saraylarına döndüklerinde “keşke bizde o kadınlar gibi olabilsek” diyor kocasına. Emir’de kölelerine saray hareminin dışarısında amber, misk, kafur agacı yagı (camphor) vs. ile camuru karıştırmalarını emrediyor, ve Prenses ve kölelerinin orada istedikleri gibi oynamalarına izin veriyor.

Bir zaman sonra, Rümeykiye ile Emir arasında sert bir tartışma oluyor. O an ki sinirinden Rümeykiye: “Vallahi ömrüm boyunca senden iyilik gördügüm bir gün olmadı” diyor. O an beyninden vurulmuşa donen Emir, eşinin bu lafı karşısında kısık ve hayal kırıklıgına ugramış bir tonla: “çamur gününü de mi görmedin Rumeykiye?” diyor.

Rumeykiye bu cevap karşısında eşine yaptıgı haksızlıgı (ve vefasızlıgı) anlıyor ve susuyor; ve eşine ufak bir gülümsemeyle kendisinin haklı oldugunu belirtiyor…

Hatasından dönmeyi bilmeli insan! Maalesef bir kaç kere eşler arasında bu tarz lafları (sokakta yanlışlıkla) duydugum oldu. Ozellikle bayanlar sinirlenince, (belkide yıllarca evli oldugu) eşine “ben senin için saçımı süpürge ettim, sen benim için hiç birşey yapmadın” diyebiliyor. Böyle şeyleri iki tarafta birbirine dememeli. Cünkü 100% yanlış bir söylem, söyleyen tartışmada haklıyken bile haksız duruma düşer. Vefasızlık yapmamalı! Kulların hoşuna gitmeyen, Allah’ında hoşuna gitmez!

Burda aklıma bir menkıbe geldi: Zamanın birinde önemli bir evliya varmış. Gencin biri bu mübarek zatla tanışmak icin evinden çıkmış ve uzun bir yol almış. Eve varınca kapıyı çalmış ve kapıyı evliyanın eşi açmış. “Teyzecim ben üstadı aramıştım” deyince, kızgın bir tonla “Gitti yine ormana beni yalnız bıraktı burda, neymiş agaç kesecekmiş” demiş. Teyze hep kötü şekilde bahsediyormuş eşinden. Biraz bekleyince ormandan eve dogru gelen evliyayı görmüşler. Bir aslanın üzerine yüklemiş odunları, digerinede kendisi oturmuş şekilde… Genç, evliyanın elini öpüp nasihatını almış ve evine dogru yola koyulmuş. Yolda dönerken de evliya için dua etmiş: “Ya Rabbi böyle mübarek bir zata daha uygun bir eş ver, şimdikinden kurtar onu”.

Genç bir-kac sene sonra yine evliyayı ziyarete geldiginde, yine kapıyı bir bayan açmış fakat bu seferki degişik bir teyzeymiş. Teyze, evliyanın yeni eşiymis. Eski eşi vefat etmiş. Genç evliyanın nerede oldugunu sordugunda, teyze “Ah ne desem boş evladım. Efendi yine kendini yoruyor, ormana agac kesmeye gitti. O kadar söyledim yorma kendini, ben yaparım diye fakat dinlemiyor” demiş. Genç duasının kabul oldugunu anlamış. Teyze efendiye daha layık bir insanmış kendisine gore. Biraz zaman geçince evliya ormandan belirmiş. Fakat bu sefer aslanlar yok, evliya sırtına almış kestigi odunları… Genç durumu sorunca, “A be evladım ne yaptın sen? Allah bana eski eşimin bazı huylarına sabrettigimden ve vefalı davrandıgımdan dolayı benim seviyemi arttırmıştı”.

Insanlar yaptıgı iyilikler karşılıgında rıza-yı ilahi dışında birşey beklememeli. Fakat hiçbirimiz (haşa!) Peygamber (seviyesinde) degiliz! Insan olarak bazılarımız birazcıkta olsa vefa bekleyebilir yaptıkları iyilikler karşılıgında. Bunuda onlara çok görmemek lazım. Hatta ben insanların daha çok onurlandırılması taraftarıyım. Birbirimizi (haddi aşmadan) onore etmek bu kadar zormu da, çok az yapıyoruz? Karsındakini onurlandırmak seni yükseltir, alçaltmaz… Allah Vefiyy’dir, vefalıları sever!

Ornek olarak güzel haber alınca o kişilerle paylaşmak, “seninde payın var, Allah razı olsun” demek onları da memnun edecektir. Sevgi ve başarılar paylaşarak çogalacaktır…

Maalesef ego-santrik bir zamanda yaşıyoruz. Bir çogumuz kendimizi başkalarıyla kıyaslıyor ve onların bizden bazı konularda yuksek olmasını kıskanıyoruz. Maalesef içimizde onlara karşı haset besliyoruz… Bilmiyoruz ki haset insanın içini tüketir, birazcık mutlulugu varsa onu da alır goturur. Insanları sevmeyi ögrenmeliyiz, bu da bize emegi geçenlere vefalı olmakla başlayacaktır. Onları sevmeyen, kimseyi sevemez!

Zor gününde yardım etmişlere hep vefalı ol, onların yaptıgı ufak iyilikleri bile gözünde büyüt. Hiç unutma! Onları hep hayırla yad et, dualarından eksik etme. Kötü gün dostları çogu zaman ‘iyi’ gününde senin gözüne pek görünmezler. Kesinlikle ‘iyi’ gününde (insanın nefsine hoş gelse de) yalakalık yapmıyor diye onları unutup, sırf ‘iyi’ gün dostlarını onların önüne koyma. Bence insan anne-babasına, kendi uzerinde emegi geçenlere ve ‘kötü gun’ dostlarına karşı (alenen kotülük yapmıyorlarsa) her zaman haksızdır! Boyle bilirse, hiç bir zaman araları bozulmaz bu insanlarla…

Son bir menkıbeyle bitireyim: Adamın biri nehir kenarında yürürken bogulan bir adamı goruyor. Hemen atlayıp adamı güç bela kurtarıyor fakat bogulmak uzere olan adamın çok sevdigi şapkası nehirde sürüklenip gidiyor. Bogulan adam: “Allah razı olsun kardeşim, sen olmasan bogulacaktım” diyor.

Fakat yıllar geciyor, aynı mahallede yaşayan bu iki adam arasında ufak-tefek olaylar yaşanıyor. Bu ceviz kabugunu doldurmayacak olaylar yıllar geçtikce (zamanında bogulmaktan kurtarılan) adamın gözünde birikiyor ve en sonunda agzından şu sozler çıkıyor: “Bu adamın kimseye bir faydasını görmedim. Hatta çok sevdigim şapkamı da bunun yüzünden kaybettim bir zamanlar”.

Evet, tiksindik bu adamın yaptıgına… Fakat bu duruma “biz de düşüyor muyuz acaba?” diye düşünmeliyiz…

Sözlerim önce nefsimedir…

——————————

PS: Sevdigin/saydıgın/sana emegi geçen iki kişinin arasının bozuk oldugunu gördükten sonra aralarını yapmaya çalışmamakta vefasızlıktır! Fakat tartışmada (kendimize gore) haksız gördügümüz tarafı da bozmamak gerekir, “abi/abla oyle şeyler soyleme, sana yakışmaz” gibi laflarla – tam agızlarından kırıcı birşey çıkacakken, laflarını keserek – ortamı yumuşatmaya calışmalıyız.

PPS: Kişisel olarak kimsenin kalbini kırmak ya da nefsine hoş gelmeyecek şeyleri yuzlerine söylemek istemem. Fakat sevdigim ve/veya saydıgım insanların (kendime gore) hatalarını görüyorsam uyarmayı gorev bilirim. Karşımdaki anlar yada anlamaz. Ben karakterimin geregini sergilemek zorundayım. Allah şahit kimseye şirin gözükme gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı, inş. bundan sonrada olmayacak!

—————————–

^Kaynak: ‘The History of the Mohammedan Dynasties in Spain’ by Aḥmad ibn Muḥammad Maqqarī ve Ibn al-Khaṭīb

*Fakat Efendimiz o kadar da dengeliydi ki, bütün sahabeler yinede içten içe Efendimizin en çok kendilerini sevdigini sanardı.

**Iyilik yap denize at misali… Balık bilmese de Halık bilir. O’nun (c.c.) bilmesi yeterdir!

Read Full Post »