Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘efendimiz’

“Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.” Mevlâna Celâleddin-i Rûmî (k.s.)

Bana karşı hüsnü-zan besleyip, kendisini geliştirmek isteyen genç arkadaşlarım arasında bana “gurbette ve bu genç yaşında nasıl böyle başarılı oldun?” diye soranlar oluyor. Kendi fikirleridir; ben de çapım yettigince verdigim cevapları burada paylaşmak istiyorum:

Onlara, başarı konusunda benim direk gayretlerimin dışında – örnegin konu hakkında gerekli kitap/makaleleri okumak, kendine güvenerek, (zor görünse de) işten kaçmamak, işleri aceleye getirmemek, dogru insanlarla çalışmak, senden daha bilgililere saygılı olmak, gece-gündüz çalışmak, organize olmak – elimden birşey gelmedigini, fakat kanaatimce bunların dahi (sürekli) başarı için yeterli olmadıgını söylüyorum.

Bizler, Allah’a inanan insanlar olarak hiçbir zaman (haşa!) Allah’ı ‘denklem dışı’ (ingilizcesi “out of the equation”) bırakamayacagımızı, gayret bizden olsa da başarıyı nasip edenin O olacagını unutmamamız gerektigini söylüyorum… Bunun içinde O’nu hoşnut etmenin, en az yapacagımız *fiili dualar (üstte saydıklarım gibi) kadar önemli oldugunu söylüyorum…

Bu konuda çok ilmi olan (ya da ‘rol model’ olabilecek) bir insan degilim fakat O’nu hoşnut etmenin formülü belli (hepsini çapımız yettigince ihlaslı ve sürekli olacak şekilde): Farz ibadetler; (özellikle büyük) haramlardan kaçınma; kişisel dualarımız; anne-baba-sevenlerimizin duası; etrafımızda Allah rızası için yapılacak işler varsa elimizi taşın altına sokmamız; O’ndan başkasının önünde egilmeme; ‘büyük’ konuşmama/haddini bilme; kanaatkar olmak ve diger insanların hakkına (bilerek) girmemek; maddi/manevi fedakarlıklar yapmamız; her işimizi istişareyle yapmamız; sadece paramızın degil, ilmimizin de zekatını vermemiz; içimizde **kibir-haset-kin duygusu beslemememiz; (mümkün oldugunca) abdestsiz dolaşmama; hem fiziken, hem manen temiz yaşama(ya calışma); işine her zaman Besmele ile başlama (liste daha da uzatılabilir!)… Zor gibi görünüyor; fakat başarıya giden hiç bir yol kolay olmadı, hiç bir zaman olmayacak da!

Cünkü benden daha akıllı, maddi imkanları daha fazla olan veya tanıdıgı daha çok olan nice insanın, ***nasipsiz olmasından dolayı başarısız oldugunu (ya da işlerinin planladıkları gibi gitmedigini) gözlemledim. Anladım (ve gözlemledim) ki bir çogunun ya manevi duasında, ya da fiili duasında sorun var. Aynı hataya bende düşmek istemedim. Cok şükür Allah beni – gerek dogru insanlarla tanıştırarak, gerek hayırlı kapılar açarak tabir-i caizse hep dört ayak üzerine düşürdü; ve hiç utandırmadı! Eminim ki kendi çapım yettigince dogruları yapmayı sürdürdükçe de utandırmayacak!

Evet şu ana kadar hayatımda hangi işe giriştiysem (e.g. akademik, maddi, manevi, sosyal), çok şükür hep başarılı oldum, kimseye muhtaç kalmadım. Bu konuda Allah’a ne kadar şükretsem azdır. Ben kendimin şahsen bu başarıları hakedecek bir insan olmadıgımı çok iyi biliyorum; fakat Allah şahit, gayretliydim. Her işimi dürüst yapmaya ve kendimi hep geliştirmeye çalıştım. Kendime göre ortada yapılması gereken bir iş gördümse, elimi taşın altına soktum. Bedavaya calıştıgım bu işlerde dahi kıskananlar oldu! Ben yinede kalbimde kimseye karşı kötü birşey beslemedim. Bana karşı haset/saygısızlık edenlerle dahi, tartışmaya girmemek için dilimi tuttum. Işime-gücüme baktım. Insanlar (özellikle ögrenci kardeşlerim) kendilerini geliştirsinler diye kendi zamanımdan feragat edip, onlara ders verdim; tezlerini düzelttim; dua ettim; çapım yettigince nasihat ettim. Başkalarının başarılı olmasını istedim; olunca gururlandım, fakat ne yazık ki (ailemi saymazsam, sayısı az birkaç babayigidin dışında) benim başarılarıma sevinen az insan tanıdım. Haset ve kin insanın kendisini yakar-bitirir, o yüzden bu tiplere nefret etmek yerine hep acıdım ve “Allah ıslah etsin” diye dua ettim…

Başarı(lar)dan sonra, bu başarıların daim olması içinde başarıyı nasip edeni hiç bir zaman unutmamamız lazım! “Ne oldum degil, ne olacagım demeli” sözünü aklımızdan çıkarmadan… Ayrıca bizim başarılarımızda agzı dualı anne-baba-sevenlerimizin hiç mi payı yok? Ogretmenlerimizin hiç mi payı yok? Arkadaşlarımızın hiç mi payı yok? Bizim bugünlere gelmemize vesile olan ata-şehit-gazilerimizin hiç mi payı yok? Allah hepsinden ebeden razı olsun! Başarımızı paylaşmak bir erdem degil, onların hakkıdır!

Dua ile…

Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz bu sözü demiş midir bilemiyorum. Saglam bir kaynak bulamadım. Fakat ona yakışır bir sözdür! Ilim peşinde koştugunu iddia eden bizlerde, cahillerin pervasız laflarına, dik duruş sergiledigimiz için
Hz. Ebubekir (r.a.) efendimiz bu sözü demiş midir bilemiyorum. Saglam bir kaynak bulamadım. Fakat ona yakışır bir sözdür! Ilim peşinde koştugunu iddia eden bizlerde, cahillerin pervasız laflarına, dik duruş sergiledigimiz için “dostlar” kaybetmemize, birilerinin el-etek-ayagını öpmedigimiz icin kaçırdıgımız maddi kazançlara aldırış etmeyip, yolumuza hiç momentum kaybetmeden (ömur boyu fedakarca) devam etmemiz gerekiyor! Süphesiz Allah bizleri ihlaslı oldugumuz sürece, utandırmayacaktır!

*Aslında çogumuzun sorunu tembellik. Fakat bu paylaşımda sözlerim (umutsuz vaka olan!) tembellere degil, gayretli oldugu halde başarı nasip olmayanlaraydı… Ayrıca gözlemledigim kadarıyla, burada söylediklerim büyük çogunlukla sadece müslümanlara uygulanabilir. Gayri-müslimlere Allah gayretleri ölçüsünde (dünya namına) başarı vermektedir, fakat (gözlemledigim kadarıyla) aynı denklem müslümanlar için geçerli degildir… Yanlışsam, Allah affetsin! Dogruyu göstersin! Amin!

**Kibir (ve haset) insanı yakar bitirir. Ben insanlara karşı mümkün oldugunca (çapım yettigince) kibirlenmemeye calışıyorum, fakat bir istisnai durum var. Kibirli insanlara karşı kibrin ‘sadaka’ oldugunu Efendimiz (S.a.v) söylüyor. Kalbinde kibir olmadan, zahirde kibirli gözükme… Cünkü kibirli bundan anlar! Sen nezaket gösterdikçe daha da tepene biner; daha da azar!

Hasedin oldugu yerde ise uhuvvet olmaz; uhuvvetin olmadıgı yerde ise (sürekli) başarı olmaz!

***Burada kastettiklerim sadece dünyevi manada her gayreti gösteripte başarılı olamayan müslümanlardır. Hem dünyevi, hem uhrevi manada (çapı yettigince) gayret edipte başarılı olamayanlara ise Allah bu işinde/alanda başarısızlık verse dahi, baska bir işte/alanda daha çok başarı vermek istemektedir. Halk arasında “hayırlısı neyse o olsun!” duası/temennisi bu manada çok anlamlıdır. Evet, insanın bazen gönlünden (hayatının o zaman biriminde) birşey geçer, fakat Allah bizler için daha iyisini hazırlamıştır da haberimiz yoktur! O yüzden bazen başarısızlık, bir mesajdır; ve insan bu mesajı (özellikle istişare yaparak!) dogru okumalıdır!

Hangisiyiz?
Hangisiyiz? Iş ahlakı başka birşey…

Ek: Allah, bizleri gayretli oldugumuz ve birbirimize maddi/manevi sahip çıktıgımız sürece (en büyük sorunumuz!), imtihan icabı biraz sıkıntı çektirse de eninde sonunda hem dünya, hem ahiret’de memnun edecektir! Bundan hiç şüphem yok!

Olaylara uhrevi açıdan bakacak olursak, çogumuz Allah’ın yaptıgımız sevapları ödüllendirip, işledigimiz günahlardan bizi sorguya çekecegini idrak ediyoruz; fakat yapmadıgımız sevapların kötü amel olarak, işlemedigimiz günahların da iyi amel olarak karşımıza çıkacagını unutuyoruz çogu kez… Ortada yapılacak bir iş var ve elimizi taşın altına sokmuyorsak, bunun bir gün karşımıza çıkacagından hiç şüphemiz olmasın!

Ek-2: Bazı insanlara çok iyilik/fedakarlık yaptım, fakat karşılıgında hiç bir vefa görmedim. Yardımdan (yani menfaat bittikten) sonra selam-sabahı kesenler dahi oldu! Ben Allah rızası için yardım ettim veya ettigimi iddia ettim, en azından ettigime inandım! Fakat sürekli almadan vermek Allah’a mahsustur. Hiç birimizde de peygamber feraseti, fedakarlıgı ve iman seviyesi olmadıgı için, böyle durumlar karşısında kalbimizin kırılmaması bazen elde olmuyor. Fakat birkaç kişide gözlemledigim ve hayretler içinde izledigim bir olayı anlatmak isterim: Kendisine yüzlerce pound/sterlin yardım ettigim birisinin, hiç bir yerde bundan bahsettigini görmedim, duymadım; zaten normalde duymakta istemem. Fakat aynı kişinin başkasının nispeten onda birlik yardımını her yerde anlattıgını ve bundan dolayı o kişiyi yere-göge sıgdıramadıgını duyunca, hayıflanmadım degil… Sonra bu tarz olaylar (farklı kişilerle) bir degil, birkaç kez olunca anladım ki, eger ben bir işi Allah rızası için yaptıgımı iddia ediyorsam, Allah belki de sadece kendisinden beklemem gerektigini bana hatırlatıyor; ve bana direk kendisi nimeti vermek istiyor. Başkasına izin vermiyor! Onu anladıgım günden sonra, insanlardan yaptıgım iyilik/fedakarlıklar karşılıgında selam dahi beklemedim. Fakat ben O(c.c.)’ndan bir istediysem, bana on nasip etti! Allah’ın izniyle bu düsturumu sürdürmeyi devam etmek istiyorum… Sizde edin!

Read Full Post »

Önsöz

Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli; Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar. (Tevbe, 97)

Bu ayeti çok manidar buluyorum çunku bizim insanımızda da ‘bedevice’ hasletler oldugu için, eger devamlı nasihat edilmezse, çok çabuk dogru yoldan kayıp ‘kural tanımaz’ hale gelebiliyor, vahşileşebiliyor, ve bir müslümana (hiç mi hiç!) yakışmayacak işleri hemen fıtrat haline getirebiliyor (e.g. küfürlü agızlar, sigara/içki/kumar/zina, rüşvet yeme, yolsuzluk, torpil, yalan/iftira, gıybet/dedikodu). Allah nasihat eden hocalarımızı başımızdan eksik etmesin; ve onları duyacak kulaklar versin bizlere!

Materyalist müslümanlar

Uzak ve yakın tarihtede eminim bu tarz akımlara kapılan müslümanlar vardı. Fakat bugünkü kadar epidemik bir hastalık sekilde yaygın hale geldigini düşünmüyorum. Bu tabirden kastım kişinin müslüman olmasına (en azından oldugunu iddia etmesine) ragmen, hayatını ve secimlerini (kişiden kişiye degişkenlik göstersede) materyal kazanımlara göre ayarlamasıdır.

Maalesef, neredeyse hepimize birazcık materyalizm bulaşmış! Burada iddiamı destekleyecek gözlemlerimi genel olarak ve kısaca(!) özetleyecegim… Sozlerim öncelikle nefsimedir, bu yuzden burada yazdıklarımı (ve benzerlerini) yaparsam, lütfen uyarın! Kendi yaptıklarınızı ise vicdanınıza havale ediyorum…

Gözlemledigim kadarıyla, ‘Materyalist Islamcılık’ virüsü insanı öncelikle ameli yönden etkiliyor:

  • Yardima ihtiyacı olan birisi geldiginde, vicdanı ona siddetli bir şekilde cebindeki 3-5 kuruşu o kisiye uzatmasını soylesede, kafasını çevirip gider. Cünkü Seytan ona “seninde ihtiyacın var” vesvesesini vermiştir. Halbuki hayatında kumar, sigara, içki, spor izleme/oynama veya diger zevklere her zaman parası vardır…

Bencillik, menfaatperestlik ve cimrilik bu tarz insanların en önemli vasıflarıdır…

  • Dinen farz olan ‘Zekat’ı kesinlikle önemsemez bu tipler. Odemesini tembih edenlerden uzaklaşırlar.

Sunnet olan Kurban kestirmeyi ve/yada sadaka/burs vermeyi saymıyorum bile… Isar ve tefani ruhundan bahsetmek ise ‘enayiliktir’ bunlar için.

  • Hastalık-kaza-bela hakkında Allah’a degilde sigorta sirketlerine daha çok guvenirler. Başına bir kaza-bela gelir diye *sigorta yaptırır. Sigorta yaptırdıgı gun, gelecek adına kaygısı azalır. Oysa sadece Allah’a güvenmeli müslüman oldugunu iddia eden bir insan! Bu nazarda ‘gelecek kaygısı’ olmamalı!

*Kanuni olarak gerekli sigortalardan bahsetmiyorum. Insan yaşadıgı ülkenin kurallarına (dine alenen karşı gelmiyorsa) uymalı!

  • Gelecek kaygısının insanın kendisine bakan bir tarafı oldugu gibi, insanın sevdiklerini de kapsar çogu zaman. Bu virüse kapılanlar devamlı para biriktirir, ev-arsa alır, mal yıgar ki çocuk/torunları da dünya namına mutlu(!) olsunlar. Hatta daha sonraki nesilleri de düşünenler vardır! Oysa bir muslümanın çocuk-torunlarına bırakabilecegi en guzel miras kanaat, ilim ve ahlaktır! Mal bugün var, yarın ise yoktur! Ahiretde ise sadece infak ettiklerinin sana faydası olacaktır…
  • Bazı insanların aklından “genç öleyimde cesedim güzel olsun” gibi fikirlerde geçer. Bu konuda birşey yazabilecek durumum yok, çünkü o kadar ‘çukur’lara inemiyorum. Fakat hepimizin aklından geçebilecek olan “öldügümde insanlar arkamdan güzel konuşsunlar” istegi ilk başta masum gibi görünse de, biraz duşunursek, bir önceki söylemden çok farkının olmadıgını görebiliriz. Biz güzel-temiz-ahlaklı bir şekilde yaşarsak Allah bizden hoşnut olacaktır. Tek önemli olanda budur! Insanların arkamızdan guzel konuşması tabi bir göstergedir fakat Allah hosnut olduktan (ve alenen kul ve/yada kamu hakkı yemedikten) sonra ne dediklerinin bir önemi yoktur!
  • Bütün tedbirleri alsa da, evini bırakıp tatile gittiginde aklı hep “acaba eve hırsız girermi?” “eşyalarıma birşey olurmu?” gibi sorularla rahatsız olur. Oysa müslüman tedbirini aldıktan sonra başına gelen her işte Allah’a tevekkül eder… Gerisine pek kafa yormaz…
  • Emekli olacagı günü terhis gunu gibi beklerler ki aylak-aylak yaşasın, günlerini uyuşuk- uyuşuk yatarak geçirsinler… Emekliligi yeni neslin onunun açılması açısından önemli görsemde, müslümanların emeklilik icin yaşamasını kesinlikle anlamıyorum ve tasvip etmiyorum. Insan (seviyesine gore) ömrünün her dakikasında “Allah için ne yapabilirim?” diye kafa yorması gerekir! Emekliligi de bu açıdan bir fırsat olarak görebilir…

Aynı şekilde, ömurleri boyunca “Cumartesi gelsede boş-boş yatsak” diye Cuma gününü dört gözle beklerler…

  • Ozellikle Sabah namazını kaçırmayı önemsemezler, çünkü 10 saatlik uykularının bölünmemesi saglıkları açısından çok(!) önemlidir… Aynısı yemek yerken de geçerlidir. Gunde 5 ögün yemek yemeleri çok önemlidir, zira birazcık dahi aç kalsa bu saglıgını feci(!) sekilde olumsuz etkileyecektir. Ayrıca agzı hiç boş durmamalıdır yoksa hayatdan zevk(!) alamaz, nefisleri ise biraz körelir mâzallah! Canının çektigi bir pastanın dahi ne yapıp edip en büyük dilimini daima kendine alır, öbur türlü gözü doymaz! “Bunuda mı yazdın? Bu kadarda abartma!” demeyin! Işkembeleri çok önemlidir bu insanların! Zira o bölge akıllarını ve kalplerini yönetir…
  • Omür, yeteneklerini ve paralarını devamlı israf ederler! Bu müsrifligi hiç önemsemezler…
  • Daima ev-araba almanın ruyasını kurarlar. (Afedersiniz ama) WC’ye dahi gittiginde onları düşünür, hesaplar yapar.
  • Kızını isteyen damat adayının (yada tersi) ahlakı, ibadeti ve kötu huylarından once kazandıgı para ve makamını sorarlar…

Materyalist islamizm anlayışı amellerimizi etkiledikten sonra, imanımızı da etkilemeye başlar:

  • Bu tipler her olayı direk sebep-sonuçlara baglarlar. “şunu yaparsak böyle olur”, “Bu olmasaydı şu olmazdı” gibi lafları agızlarında çok duyarsınız… Allah’ı (haşa!) hep ‘denklem dışı’ bırakırlar. Hayatı matematik gibi sanarlar. Ornegin başarılı bir insan kendi yeteneginden dolayı başarılı olmuştur bunlar için. Bu söylemin Karun’un Hz. Musa(a.s)’ya dediginden bir farkı yoktur!

Oysa hersey Allah’ın elindedir. Başarıyı da, parayı da istedigine verir. Yetenek ve azimle birebir dogru orantı olacak diye bir kural yoktur.  Bize duşen dogru-dürüst çalışmaktır, zafer-başarı Allah’tandır! Ayrıca başarı da, başarısızlıkta bir sınavdır!

  • Salih rüya gorenleri dahi duyduklarında küçümserler. “Bunlar deli saçması” deyip aşagılarlar… Birazcık bilim bilenler (ve/yada rasyonalist/pozitivist geçinenler!) ise “psikolojik olarak beynin bir kurgusu” derler. Oysa ahir zamanda rüyaların çok önemli oldugunu Efendimiz (s.a.v) bizzat kendisi söylemiştir.
  • Nazar gibi – yine Efendimizin tasdikledigi – şeylere inanmazlar/önemsemezler… “Masallah” demez; güzelligin anne-babadan degil, Allah’tan geldigini unuturlar…
  • Kimse görmüyorsa – canları istediginde – her türlü haramı işlerler. Allah’ın görmesi çok önemli degildir, ki çogu zaman O(c.c.) akıllarına dahi gelmez! Başkalarının ise günahlarını açıga çıkarmak çok hoşlarına gider! Oysa Allah’ın sakladıgını, kul ortaya çıkarmamalıdır (kamuyu ilgilendiren yolsuzluk gibi bir durum degil ise)!
  • Cin ve meleklerin varlıgını sorgularlar. Oysa müslüman bir insan bu tarz varlıklara inanmak zorundadır, zira imanın kesin şartları arasında Kuran’a inanmakta vardır. Kuran-ı Kerim’de bu varlıkların varlıgı hakkında onlarca ayet vardır (hatta cinlerden ismini alan Cin suresi vardır). “Müslümanım” diyen adam neye inandıgını bilmeli (yani seviyesi yettigince ilmihal, hadis, adab, Kuran ilmi ogrenmeli) ve ona göre yaşamalıdır!
  • Hikmetini anlayamadıgı haramları işlemeyi ve/yada farzları ifa etmeyi önemsemezler… Oysa bu insanı dinden dahi çıkarır da farkında olmaz insan!
  • “Allah ne der?”den önce “millet ne der?”i düşünürler…
  • Ornegin, 10 defa sigara molası verirler, fakat (başkası için dahi) bir namaz molasına vakitleri yoktur(!)
  • Menfaatleriyle dogru orantılı grup/partileri, dinlerinden bile daha ateşli savunurlar (e.g. bugünkü AKP/RTE’yi ekranlarda gözü kara savunan avaneler gibi)! Menfaatleri bittigi gün başka gruba geçerler…
  • Kendisinden makam olarak daha üstde birisinin (e.g. Amiri, Başkanı, Komutanı, Cumhurbaşkanı) elini sıkmanın, el-etek-ayagını öpmenin, aynı masada oturmanın hayalini kurar. Eger hayaline ulaşırsa gece gündüz o anı düşünür. Fakat kendisini yaratan Allah(c.c.)’la randevusu olan namazı önemsemez (veya kılmaz)!
  • Haset ve/ya menfaat’den dolayı kişilere karşı aşırı ve devamlı nefret veya sevmek karakterlerinde vardır. Ornegin sevdigi patronunun adeta kul/kölesi olur. (Haşa!) Tanrı gibi, ne eleştirir, ne eleştirtir, somut olarak bir hatasını dahi görse/gösterseler “olsun bir bildigi vardır” der ve gözü kara savunur!
  • Alimlerin ne dediklerini pek takmazlar. Dini kendi anlayışlarına göre yaşar, Kuran’ı kendi anlayışlarına gore yorumlarlar… Ilimlerini yeterli görürler…

Beyefendiler 1400 yıllık Islam mirasını (e.g. tefsir, hak mezhepler, kelam ilmi) red edip, **modernlik(!) adına kendi bir gramlık ilimleriyle, dinde (en azından kendi hayatlarında) reforma kalkışırlar. “Bu devirde de bu olurmu?” gibi laflar agızlarında sakız gibidir…

**Bunların modernlik adına yaptıgını, Selefi/Vahabiler’de ‘dinin aslına(!) dönme’ adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Adama demezlermi “senin ilmin nedir de Imam-ı Azam’ı, Imam Ahmet bin Hanbel’ı, Mevlana’yı, Ustad Bediuzzaman’ı, Imam Rabbani’yi red edip, kendi kendine dini yorumluyorsun?”. Terör gruplarının ilham kaynagı da hep bu Selefi/Vahabi (ve benzeri ultra-ortodoks) akımlardır. Bu yuzden Ehli-sünnet tarikatlardaki ‘icazet’ mefhumunu çok önemsiyorum. Bu sayede ortaya çıkan yeni yetmelere “senin hocan kimdi?” diye sorabiliyor, cevaba gorede bu kişinin dogru bir dini ilim tahsis edip etmedigini ögrenebiliyorsun. Cünkü bu Selefi/Vahabi’lerin yaptıgı bir kişinin tıp kitabı okuyup kendi kendine ameliyat/tedavi yapmak istemesine benziyor. Oysa adama sorarlar “hangi okuldan mezun oldun? Kimin yanında yetiştin?” diye. Kimse bu adamlara çocugunu teslim etmez, etmemeli de!

  • Verdikleri sözlerin hiçbir (ahlaki) degeri yoktur. Size bir söz verirler, sonra başkası (kendilerine göre) sizden daha iyi bir teklif yaparsa yada canları istemezse hemen sözlerinden cayarlar.

Basit bir örnek olarak: Bir tamirciyle saat 5’e anlaşırsın. Fakat saat 5 olur kimse kapınızı çalmaz. Iyi niyetle 5:30’u beklersiniz yine çıt çıkmaz. Bari adamı arayıp bir sorayım dersiniz “başına birşey mi geldi?” diye, bakarsınız ki “Abi ben gelmeyecegim. Başka bir iş aldım, su an ordayım. Siz başka birini bulun” der. Fakat aynı adamı sonradan başka bir mecliste konuşurken duyarsın ve “abiler beni bilirsiniz, hayatımda çocuklarıma haram lokma yedirmedim” diye caka satıyordur. Bu tarz tonlarca örnek verebilirim… Liyakati olmadıgı halde, birilerinin el-etek-ayagını öperek kazanılan makamlar; müşteriyi kazıklayarak kazanılan kazançlar; kamu malını, babasının malı gibi kullanan siyasetçiler/belediye çalışanları; işçisinin hakkına girip, zengin olan tüccarlar; işini dürüst yapmayan işçiler… Acaba onlarda “ben Allah’tan başka kimsenin önünde egilmedim!”, “çok şükür hiç haram lokma yemedim!”, “ne yaptıysam, Allah için yaptım!” diyor mudur? Eminim diyorlardır… Insan işini dürüst yapmalı, bilerek kimsenin hakkına girmemeli ve sözünün eri olmalı! Cünkü verdigin sözde durmamak bir münafıklık alametidir. Münafıklar ise kafirden (yani bile bile Allah’ı ve Efendimiz(s.a.v)’i reddedenlerden) bile daha aşagıdır!

  • Adamlarda ilim sahibi olmanın, gezmiş-görmüş olmanın, tecrübe sahibi olmanın, bilgi sahibi olmanın hiçbir degeri yoktur. Karşısındaki insanın sadece kazandıgı para, ün ve makamının bir degeri vardır… Bunlara göre deger biçerler karşısındakilere… Gıpta ettikleri insanlarda alimler yada bilim adamları degil, ünlüler ve zenginlerdir.

Bir bilim/ilim adamına dahi “ne kadar para kazanıyorsun?” derler ve ona göre deger biçerler gözlerinde! Bu tiplere (müslüman olmasına ragmen) Kuran-ı Kerim’i dahi okutamazsın çünkü karşılıgında cebine birşey girmiyordur! Eğer Kuran okumak sevab hanesi yerine, banka hesabını (direk) arttırsaydı, bütün gün Kuran okurlar, dini ilim öğrenirlerdi!

Oysa paranın kazanamayacagı şeyler vardır: ahlak, adamlık, iman, cesaret, tecrübe, ilim gibi… Bir insanın cebinde az parası olabilir fakat milyar dolarlarla alınamayacak bir ilmi, irfanı ve/yada imanı olabilir!

  • Bu insanlar ibadetlerini dahi kendilerine makam-mansıp yolunda yardımcı olacaksa yaparlar… Yoksa terk etmekte hiçbir mahzur görmezler…

Menfaatlerine dogru orantılı görürlerse, cemaat-tarikat-dini STK’lara dahi katılırlar. Namazı kaçırırlar fakat hiçbir dini programı kaçırmazlar! Hemde en ön sıradadırlar çogu zaman… Menfaatleri geregince ‘Rabia’cı, ‘ümmet’çi olurlar; en yüksek seste “Kahrolsun Israil-Amerika-Avrupa!” diye b(öğü)ağırmaya özen gösterirler!

Fakat ne zaman menfaatleri ters düşer (mesela kişisel menfaatinden daha fazla zekat-sadaka-himmet isterler) hemen ayrılırlar, hatta bu grupları/hocaları Seytan’laştırmakta bir mahzur görmezler. Cünkü amaçları hiçbir zaman Allah dostlarının yanında bulunmak ve nasihat almak olmadı.

  • “Dün dündür, bugün bugündür”cüdürler… Dün soylediklerini bugün yalanlamak onların yüzünü kızartmaz.

Yalan söylemeyi çok önemsemezler… Oysa Ustad Said Nursi “Yalan bir lâfz-ı kafirdir!” der.

“Bal tutan, parmagını yalar”cıdırlar… Bu yüzden yolsuzlugu, kamu malından hırsızlıgı, rüşvet yemeyi çok anormal birşey olarak karşılamazlar.

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”cıdır! Kendi menfaatine dokunulmadıgı sürece, etrafında olup bitenler umrunda degildir!

“Once dünyamızı kazanalım, ahireti zaten ne yapar eder kazanırız”cıdırlar! Bu yüzden yukarıda da birçok kez saydıgım yada ima ettigim gibi yalan söylemeyi, rüşvet yemeyi, torpille adam kayırmayı, menfaatleri dogrultusunda diger büyük-küçük günahları işlemeyi, ve bunlardan dolayı Allah tarafından hesaba çekileceklerini fazla önemsemezler! Bir sevap işleseler, onu gözlerinde büyütürler; ve daha fazla günah işlemeye ruhsat bilirler…

Yukarıda birçok şey sıraladım. Belki dahada uzatabilirdim… Fakat yazımdan bir ders alacaksanız oda şu olsun: Hayallerinin birinci sırasında ‘Allah rızası’nın dısında başka şeyler varsa, sende bu hastalıga tutulmuşsun! Bir an evvel (samimi bir şekilde) tövbe etmeli ve Allah’a kalbini dogru yolda mutmain etmesi dogrultusunda dua etmeli insan…

PS: Bu yazıma “Allahsız/Peygambersiz/Kitapsız/içi boş müslümanlık” gibi isimlerin de uygun oldugunu düşündüm fakat hem bazılarının orijinal olmadıgını gördüm, hem de (kendi karakterim ve yazımın seviyesine göre) fazla sansasyonel buldum. Rahmetli Ömer Lütfi Mete’nin ‘Allah’sız Müslümanlık’ kitabını da okumanızı tavsiye ederim.

PPS: Müslüman geçinen birisi ahiretini berbat ederek (hiçe sayarak!), dünyada mutlu olamaz! Olacagını sanıyorsa yanılıyor! “Müslüman tereyagı gibidir; bozuldu mu yenmez, hatta zehir gibi olur” der Ustad… Katılmamak elde degil! Dünya namına mal-mülk-makam edinecegim diye gavur gibi (e.g. kamu/kul hakkı yiyerek, torpil için el-etek-ayak öperek) yaşayamaz! Allah belli bir süreden sonra verdigi mal-mülk-makamın hepsini geri alır ondan, kişi yüklendigi günahları ve ahiretini berbat ettigiyle kalır! Gayri-müslimler en azından dunyasını yaşıyor, Allah izin veriyor buna… Fakat gavurca yaşayan müslümana Allah (belli bir mühletden sonra) ne dunyada ne de ahiretde mutluluk nasip eder! Müslüman aleminin (her anlamda) perişan haline bir de bu perspektiften bakmalı…

Read Full Post »

Zamanında Hz. Öme­r(r.a.)’­le Hz. Ebubekir(r.a.) ara­sın­da bir tar­tış­ma ol­uyor, ve bilindigi kadarıyla da bu tartışmada Hz. Ebubekir az da olsa haksız olan tarafta. Fakat Hz. Ömer bu tar­tış­ma­dan piş­man­lık du­ya­rak Hz. Ebû Be­ki­r’­in evi­ne git­miş, onu ev­de bu­la­ma­yın­ca der­hal Efen­di­mi­z(s.a.v)’­in hu­zu­ru­na ge­lmiş.

Hz. Ebubekir’de orada… Tam Hz. Ömer sö­ze baş­la­ya­cak­tı ki Efen­di­mi­z’­in si­ma­sı­nın ren­gi degişiyor. Bu­nu fark eden Hz. Ebûbe­kir, Hz. Öme­r’­in azar­lan­ma­sın­dan en­di­şe ede­rek di­zleri üze­ri­ne çök­müş va­zi­yet­te bu iş­te ken­di­si­nin Hz. Öme­r’­den da­ha ile­ri git­ti­ği­ni söy­le­mi­­­­­ş. Fakat beklenenin aksine Efendimiz ora­da bu­lu­nan diger sahabi efendilerimize de hi­tap ede­rek, pey­gam­ber­lik­le gö­rev­len­di­ril­di­ği ilk gün­ler­de ki­mi da­vet et­tiy­se te­red­düt, şüp­he ve iti­raz ile kar­şı­lan­dı­ğı­nı, fakat te­red­düt et­mek­si­zin he­men ina­nan tek ki­şi­nin ise Hz. Ebube­kir ol­du­ğu­nu söy­lemiş. Ardın­dan da şöy­le bu­yur­du: “Şim­di as­hâ­bım! Siz bu aziz dos­tu­mu, ba­na bı­ra­kır­sı­nız de­ğil mi?”

Bu­hâ­rî, Fe­dâ­ilü As­hâ­bi­’n-Ne­bî, 5

Efendimiz(s.a.v) nasıl hayatın her alanında bize örnek olmalıysa, vefa konusunda da bize en güzel örnektir. Efendimiz kendisine en zor günlerinde (ozellikle ilk peygamberlik geldigi zamanlarda) sahip çıkmış olan Hz. Ebubekir’i hep en ön sırada tutmuş ve ona hep vefalı davranmıştır. Sonradan (çok sevdigi amcası ve ilk zamanlardaki en güçlü koruyucusu) Hz. Hamza, (“benden sonra peygamber gelseydi o olurdu” dedigi) Hz. Omer, (çok sevdigi damadı, aşere-i mübeşşere’den) Hz. Osman, (ilk müslümanlardan, çok sevdigi damadı) Hz. Ali, (“Allah’ın kılıcı” ünvanlı) Hz. Halid gibi insanlıgın zirvesi olan sahabeler huzur halkasına katılsada, o ilk dostunu hiçbir zaman unutmamıştı ve kendisini onlardan dahi üstün tutmuştu*.

Vefa konusunda zorlandıgım zamanlar çok oluyor. Uzun zamandır gormedigim/konuşmadıgım bir büyügümün bana karşı kötü düşünceler besledigi konusunda (dogru ya da yanlış farketmez! açıkca soylemedikçe böyle düşünmemeliydim – bana yakışan bu degil) vesveseye kapılıp, ona karşı içimdeki sevgi/saygının bir anda azaldıgını hissettim. Sosyal medyadan bir-iki paylaşımıda hoşuma gitmedi, içimden kötü şeyler geçirdim onun hakkında. Fakat biraz zaman geçtikten sonra benim için yaptıgı (ufakta olsa) bir iyilik/nazikligi gördüm bir foto albümümde – ve bu hatırayı aklıma getirerek vesveseyi uzaklaştırdım. O kişi hakkındaki kötü düşünceler aklımda oldukça, kalbimin de kirlendigini hisseder gibi oldum. Allah korusun, O(c.c.) korumazsa çok çabuk kayarız bu kaygan imtihan dunyasında.

Bunun için ben herkese bir ‘iyilik’ günlügü (benevolence diary) yazmayı tavsiye ediyorum. ‘Günlük’ derken dizilerde gördügümüz ergen kızların yazdıgı saçma-sapan ‘aşk’ günlükleri degil tabi. Gün-gün kısa notların oldugu bir günlük; ve bu günlükte arkadaşlarınızın, anne-babanızın, abi-abla-kardeşlerinizin, ögretmenlerinizin sizlere yaptıkları iyilikleri not edeceksiniz. Kendi yaptigınız iyilikleri degil**.

Boyle bir günlügün amacı da insanların bizlere yaptıgı iyilikleri hatırlamaktır. Maalesef insan olarak çok unutkanız. Hatta üstad Bediuzzaman gibi büyük alimler ‘insan’ kelimesinin kökünün ‘nisyan’dan geldigini söylerler, yani ‘unutmak’tan. Dolayısıyla unutmak dogamızda var. Hepimiz birşeyleri unutuyoruz. Ozelliklede bize yapılan iyilikleri… Buda bizi bazı insanlara karşı kötü düşünceler beslememize yol açabiliyor. “Benim uzerimde emegi olmayan bir insan nasıl oluyorda bana boyle davranabiliyor” diyebiliyoruz, oysa o kişi belkide bize zor günümüzde yardım etmiştirde biz unutmuşuzdur. Dolayısıyla da bizim ona karşı kötü hisler beslememiz vefasızlıktır!

Bu tarz bir senaryoya örnek olacak gerçek bir hikaye: Zamanın Sevilla Emiri El-Mutamid (Muhammad ibn Abbad al-Mu’tamid)’in eşi Prenses Rümeykiye (Romeykiyyah) ile arasında geçen bir olay… Prenses bir gün sokakta yürürken süt satan kadınların bileklerine kadar çamurda çıplak ayaklarıyla dolaştıgını gorüyor ve çok hoşuna gidiyor (eski günlerini hatırlatıyor kendisine). Saraylarına döndüklerinde “keşke bizde o kadınlar gibi olabilsek” diyor kocasına. Emir’de kölelerine saray hareminin dışarısında amber, misk, kafur agacı yagı (camphor) vs. ile camuru karıştırmalarını emrediyor, ve Prenses ve kölelerinin orada istedikleri gibi oynamalarına izin veriyor.

Bir zaman sonra, Rümeykiye ile Emir arasında sert bir tartışma oluyor. O an ki sinirinden Rümeykiye: “Vallahi ömrüm boyunca senden iyilik gördügüm bir gün olmadı” diyor. O an beyninden vurulmuşa donen Emir, eşinin bu lafı karşısında kısık ve hayal kırıklıgına ugramış bir tonla: “çamur gününü de mi görmedin Rumeykiye?” diyor.

Rumeykiye bu cevap karşısında eşine yaptıgı haksızlıgı (ve vefasızlıgı) anlıyor ve susuyor; ve eşine ufak bir gülümsemeyle kendisinin haklı oldugunu belirtiyor…

Hatasından dönmeyi bilmeli insan! Maalesef bir kaç kere eşler arasında bu tarz lafları (sokakta yanlışlıkla) duydugum oldu. Ozellikle bayanlar sinirlenince, (belkide yıllarca evli oldugu) eşine “ben senin için saçımı süpürge ettim, sen benim için hiç birşey yapmadın” diyebiliyor. Böyle şeyleri iki tarafta birbirine dememeli. Cünkü 100% yanlış bir söylem, söyleyen tartışmada haklıyken bile haksız duruma düşer. Vefasızlık yapmamalı! Kulların hoşuna gitmeyen, Allah’ında hoşuna gitmez!

Burda aklıma bir menkıbe geldi: Zamanın birinde önemli bir evliya varmış. Gencin biri bu mübarek zatla tanışmak icin evinden çıkmış ve uzun bir yol almış. Eve varınca kapıyı çalmış ve kapıyı evliyanın eşi açmış. “Teyzecim ben üstadı aramıştım” deyince, kızgın bir tonla “Gitti yine ormana beni yalnız bıraktı burda, neymiş agaç kesecekmiş” demiş. Teyze hep kötü şekilde bahsediyormuş eşinden. Biraz bekleyince ormandan eve dogru gelen evliyayı görmüşler. Bir aslanın üzerine yüklemiş odunları, digerinede kendisi oturmuş şekilde… Genç, evliyanın elini öpüp nasihatını almış ve evine dogru yola koyulmuş. Yolda dönerken de evliya için dua etmiş: “Ya Rabbi böyle mübarek bir zata daha uygun bir eş ver, şimdikinden kurtar onu”.

Genç bir-kac sene sonra yine evliyayı ziyarete geldiginde, yine kapıyı bir bayan açmış fakat bu seferki degişik bir teyzeymiş. Teyze, evliyanın yeni eşiymis. Eski eşi vefat etmiş. Genç evliyanın nerede oldugunu sordugunda, teyze “Ah ne desem boş evladım. Efendi yine kendini yoruyor, ormana agac kesmeye gitti. O kadar söyledim yorma kendini, ben yaparım diye fakat dinlemiyor” demiş. Genç duasının kabul oldugunu anlamış. Teyze efendiye daha layık bir insanmış kendisine gore. Biraz zaman geçince evliya ormandan belirmiş. Fakat bu sefer aslanlar yok, evliya sırtına almış kestigi odunları… Genç durumu sorunca, “A be evladım ne yaptın sen? Allah bana eski eşimin bazı huylarına sabrettigimden ve vefalı davrandıgımdan dolayı benim seviyemi arttırmıştı”.

Insanlar yaptıgı iyilikler karşılıgında rıza-yı ilahi dışında birşey beklememeli. Fakat hiçbirimiz (haşa!) Peygamber (seviyesinde) degiliz! Insan olarak bazılarımız birazcıkta olsa vefa bekleyebilir yaptıkları iyilikler karşılıgında. Bunuda onlara çok görmemek lazım. Hatta ben insanların daha çok onurlandırılması taraftarıyım. Birbirimizi (haddi aşmadan) onore etmek bu kadar zormu da, çok az yapıyoruz? Karsındakini onurlandırmak seni yükseltir, alçaltmaz… Allah Vefiyy’dir, vefalıları sever!

Ornek olarak güzel haber alınca o kişilerle paylaşmak, “seninde payın var, Allah razı olsun” demek onları da memnun edecektir. Sevgi ve başarılar paylaşarak çogalacaktır…

Maalesef ego-santrik bir zamanda yaşıyoruz. Bir çogumuz kendimizi başkalarıyla kıyaslıyor ve onların bizden bazı konularda yuksek olmasını kıskanıyoruz. Maalesef içimizde onlara karşı haset besliyoruz… Bilmiyoruz ki haset insanın içini tüketir, birazcık mutlulugu varsa onu da alır goturur. Insanları sevmeyi ögrenmeliyiz, bu da bize emegi geçenlere vefalı olmakla başlayacaktır. Onları sevmeyen, kimseyi sevemez!

Zor gününde yardım etmişlere hep vefalı ol, onların yaptıgı ufak iyilikleri bile gözünde büyüt. Hiç unutma! Onları hep hayırla yad et, dualarından eksik etme. Kötü gün dostları çogu zaman ‘iyi’ gününde senin gözüne pek görünmezler. Kesinlikle ‘iyi’ gününde (insanın nefsine hoş gelse de) yalakalık yapmıyor diye onları unutup, sırf ‘iyi’ gün dostlarını onların önüne koyma. Bence insan anne-babasına, kendi uzerinde emegi geçenlere ve ‘kötü gun’ dostlarına karşı (alenen kotülük yapmıyorlarsa) her zaman haksızdır! Boyle bilirse, hiç bir zaman araları bozulmaz bu insanlarla…

Son bir menkıbeyle bitireyim: Adamın biri nehir kenarında yürürken bogulan bir adamı goruyor. Hemen atlayıp adamı güç bela kurtarıyor fakat bogulmak uzere olan adamın çok sevdigi şapkası nehirde sürüklenip gidiyor. Bogulan adam: “Allah razı olsun kardeşim, sen olmasan bogulacaktım” diyor.

Fakat yıllar geciyor, aynı mahallede yaşayan bu iki adam arasında ufak-tefek olaylar yaşanıyor. Bu ceviz kabugunu doldurmayacak olaylar yıllar geçtikce (zamanında bogulmaktan kurtarılan) adamın gözünde birikiyor ve en sonunda agzından şu sozler çıkıyor: “Bu adamın kimseye bir faydasını görmedim. Hatta çok sevdigim şapkamı da bunun yüzünden kaybettim bir zamanlar”.

Evet, tiksindik bu adamın yaptıgına… Fakat bu duruma “biz de düşüyor muyuz acaba?” diye düşünmeliyiz…

Sözlerim önce nefsimedir…

——————————

PS: Sevdigin/saydıgın/sana emegi geçen iki kişinin arasının bozuk oldugunu gördükten sonra aralarını yapmaya çalışmamakta vefasızlıktır! Fakat tartışmada (kendimize gore) haksız gördügümüz tarafı da bozmamak gerekir, “abi/abla oyle şeyler soyleme, sana yakışmaz” gibi laflarla – tam agızlarından kırıcı birşey çıkacakken, laflarını keserek – ortamı yumuşatmaya calışmalıyız.

PPS: Kişisel olarak kimsenin kalbini kırmak ya da nefsine hoş gelmeyecek şeyleri yuzlerine söylemek istemem. Fakat sevdigim ve/veya saydıgım insanların (kendime gore) hatalarını görüyorsam uyarmayı gorev bilirim. Karşımdaki anlar yada anlamaz. Ben karakterimin geregini sergilemek zorundayım. Allah şahit kimseye şirin gözükme gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı, inş. bundan sonrada olmayacak!

—————————–

^Kaynak: ‘The History of the Mohammedan Dynasties in Spain’ by Aḥmad ibn Muḥammad Maqqarī ve Ibn al-Khaṭīb

*Fakat Efendimiz o kadar da dengeliydi ki, bütün sahabeler yinede içten içe Efendimizin en çok kendilerini sevdigini sanardı.

**Iyilik yap denize at misali… Balık bilmese de Halık bilir. O’nun (c.c.) bilmesi yeterdir!

Read Full Post »