Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘ingiltere’

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz.



Az İş Çok Laf – Bölüm 3: ‘Futbol almanağı’ bir dost – Kerem Aydın (07/12/20)

Hostlar: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog) ve Fikri Çiçek (Twitter)

Konuk: Kerem Aydın (Twitter)

Bu bölümde Bilkent Universitesi Endüstri mühendisliği mezunu ve arkadaşları arasında ‘futbol almanağı‘ olarak tanınan Kerem Aydın’ı ağırladık ve hayat hikayesi, futbol izlemenin faydaları ve kendisini en çok etkileyen futbol maçları ve futbolcular hakkında konuştuk

(Not: Mesut’un bu bölümde bahsettiği ‘Futboldan çok şey öğrendim’ (Haziran 2015) yazısını okumak için tıklayın)

Podcast’te kullanılan terminoloji:

1- Fun fact (‘fon feakt’ gibi okunur): Bir konu hakkında ilginç bir bilgi

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Az İş Çok Laf – Bölüm 4: Akademisyen Dr. Fahri Karakaş (Yakında! Podcastimizi Spotify, YouTube, iTunes ya da Google Podcasts’ten takip edin!)


İntro müzikleri:

Altın Gün – Goca Dünya
Umudumuz Şaban’dan bir sahne

Yeni logomuzun dizaynı için Ayşegül Babalı’ya (Instagram ve Twitter) çok teşekkür ediyoruz!

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Tarık Gönen, Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve ‘cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz.



Az İş Çok Laf – Bölüm 2: Joseph Kemal – Hukuğu bırakıp şarkıcı oldu (01/12/20)

Host: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog) ve Fikri Çiçek (Twitter)

Konuk: Yusuf Karadaş (Sahne ismi: Joseph Kemal)

Bu bölümde Yusuf Karadaş’ı (Sahne ismi: Joseph Kemal) ağırladık ve hayat hikayesi, yakında çıkacak şarkıları ve hayalleri hakkında konuştuk


Az İş Çok Laf – Bölüm 3: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeiTunes ya da Google Podcasts‘ten takip edin!


İntro müzikleri:

Altın Gün – Goca Dünya
Umudumuz Şaban’dan bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Tarık Gönen, Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve ‘cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz.



Az İş Çok Laf – Bölüm 1: Mesut’un ‘Karen Öğretmen’ Tweeti ve Maradona’nın vefatının düşündürdükleri (28/11/20)

Host: Fikri Çiçek (Twitter) ve Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog)

Bu bölümde Mesut’un 25 Kasım’da attığı (aşağıdaki) tweetin Türkiye sosyal medyasında en çok ‘like’ alan tweetlerden biri olması ve (Cezmi Kalorifer, Saykodeli paylaşımlar gibi milyon+ takipçili) ünlü Instagram hesapları tarafından da paylaşılmasının muhtemel nedenlerini ve Maradona’nın vefatının bize hatırlattığı diğer üzücü ünlü vefatlarını konuştuk

Not: Metehan’ın (£1.9 milyonluk) Zolgensma tedavisi için gereken para toplandı

Az İş Çok Laf – Bölüm 2: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeiTunes ya da Google Podcasts‘ten takip edin!


İntro müzikleri

Altın Gün – Goca Dünya
Umudumuz Şaban’dan bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Tarık Gönen, Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve ‘cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Bölüm 0: Tarihe meyyal halimiz neden? – Fikri Çiçek (28/11/20)

Host: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog)

Konuk: Fikri Çiçek (Twitter)

Bu bölümde, Minnesota Üniversitesinde Tarih alanında tam burslu doktora yapan Fikri’ye tarihçiler için pandemi döneminin nasıl geçtiğini, neden (ÖSS’de derece yapmasına rağmen) tarih seçtiğini ve gençlere tavsiyelerini sordum. En sonda da podcast tavsiyelerimizi paylaştık. (Not: Bölümün başlığını Fikri seçti – ‘meyyal’in ne olduğunu bile bilmiyordum ben 😀 )


Next:

Az İş Çok Laf – Bölüm 1: Mesut’un ‘Karen Öğretmen’ Tweeti ve Maradona’nın vefatının düşündürdükleri (28/11/20)

Host: Fikri Çiçek ve Mesut Erzurumluoğlu

Bu bölümde Mesut’un 25 Kasım’da attığı (aşağıdaki) tweetin Türkiye sosyal medyasında en çok like alan tweetlerden biri olmasının nedenlerini ve Maradona’nın vefatının bize hatırlattığı diğer üzücü ünlü vefatlarını konuştuk



İntro müzikleri:

Altın Gün – Goca Dünya
Umudumuz Şaban’dan bir sahne

Podcast tavsiyeleri (Mesut):

Anlatsam Roman Olur (Nida Dinçtürk)

Açık Bilim

Düşünen Patates (Dr Burcu Tepekule)

Evrim Ağacı

Filmli Efecast (Efe Aydal)

Fularsız Entellik

In Our Time: History (BBC)

In Our Time: Philosophy (BBC)

In Our Time: Science (BBC)

That Peter Crouch Podcast (BBC Radio 5)

Philosophize This!

Nasıl Olunur

NeHaber UK (‘Dr Mesut Erzurumluoğlu/Genetik Epidemiyolog’ bölümü için tıklayın)

Numberphile (Matematik severler için)

Odadaki Fil

Socrates Dergi (Spor severler için)

Steve Allen – The Whole Show (Ingiltere’deki ‘hafif’ haberleri merak edenler için)

The Joe Rogan Experience

Podcast tavsiyeleri (Fikri):

A Biography Podcast

Cold Case Files

This American Life


Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Tarık Gönen, Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Podcast Trailer

Hostlar: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog) ve Fikri Çiçek (Twitter)

Tanıtımdaki bölümler: Sırayla Bölüm 3 (Kerem Aydın), 2 (Yusuf Karadaş) ve 4 (Fahri Karakaş)

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Podcast tavsiyelerimiz için: ‘Bölüm 0’ı dinleyiniz (sonunu) ya da detayları okuyunuz

İntro müzikleri:

Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Altın Gün – Goca Dünya


Yeni logomuzun dizaynı için Ayşegül Babalı’ya (Instagram|Twitter) çok teşekkür ediyoruz!

Read Full Post »

Önemli not (Ocak 2021): Yazıyı yazdığımda uzmanlar aşıların 1.5-2 seneden önce gelmeyeceğini söylüyordu. Fakat 9-10 ay gibi sürede BioNtech (Pfizer), Moderna, AstraZeneca (Oxford), Sinovac (Çin) aşıları gibi efektif aşılar geliştirildi ve milyonlarca doz üretildi. Boyle bir durumda da yapılacak tek şey öncelikle risk grubundakiler, sonra da (ıya alerjisi olanlar ve kemoterapi tedavisi görenler dışında) tüm halkın aşılanması.

Ek (27/02/2021): ‘Pandemide İngiltere ve sağlık sistemi (NHS)’ üzerine söyleşimiz yayınlanmış. 43. dakikadan sonra son bir senede İngiliz Hükümetinin aldığı kararlar ve İngiltere-bazlı bilim insanlarının pandemi sürecine katkıları hakkında konuşuyorum.

Bir Epidemiyolog olduğum için bana da COVID-19’la ilgili çok soru geliyor. Bu blog yazısıyla gözden devamlı kaçırılan birkaç şeyin altını çizmek ve bazı bariz yanlışları* düzeltmek istiyorum:

Herkesin COVID-19 konusunda fikrini beyan etmeden (ya da mantıksız bir soru sormadan) önce aşağıdakileri göz önünde bulundurması lazım. Bunlar artık çoğumuzun bildiği şeyler ama ben yine de tekrar edeyim çünkü hala durumu tam anlamayan insanların sayısı hiç de az değil:

  1. Öncelikle ortada daha önce görülmemiş bir virüs var. Kuluçka süresi iki haftaya kadar çıkabiliyor ve (Çin dışında) diğer ülkeler – özellikle çok turist alan ülkeler – daha farkına varmadan pandemik seviyelere ulaşmış. Yani İngiltere, İtalya, İspanya, Türkiye ya da ABD hükümetlerinin kendi ülkelerindeki salgını engellemesi neredeyse imkansızdı. Ama bu demek değil ki hükümetlerin herhangi bir sorumluluğu yok. (6’ncı bölümde sıraladım bazılarını)
  2. Hastalanmadan atlatmamızı sağlayacak bir aşı ya da hastalanırsak bizi iyileştirecek kanıtlanmış bir tedavi henüz yok. Böyle bir ortamda, özellikle büyük şehirlerde yaşayanların artık şunu anlaması gerekiyor: Bugün değilse yarın, yarın değilse bir sene içinde SARS-CoV-2 çoğumuza bulaşacak (Not: Boris Johnson ve Prince Charles’a bile bulaştı!). 
  3. Bu saatten sonra toplum olarak elimizi yıkayarak, insanlardan uzak durarak, sokağa çıkma yasaklarına riayet ederek toplum bazında sadece yayılma hızını yavaşlatabiliriz – ki hükümetlerin şu anda aldığı her kararın altındaki mantık da bu olmalı. Büyük şehirlerde yayılmasını engellememiz neredeyse imkansız. Bütün ülkeyi karantinaya alıp, hayatı tamamen durdurmanız gerekir ki bunu hiçbir ülke ve toplum uzun süre kaldıramaz. Hayatın minimum seviyede işlemesi için bile kritik işlerde çalışan doktor/hemşireler, bazı çocuk bakıcıları ve öğretmenler, polis, fırıncılar, market çalışanları, çöpçüler, postacılar, sosyal hizmet görevlileri, hatta gazeteciler (liste uzun) sokağa inmek ve çalışmak zorunda.
  4. Maalesef neredeyse her ülke bu salgına hazırlıksız yakalandı. Bu konuda hükümetleri eleştirmeliyiz. Örneğin İngiltere gibi gelişmiş bir ülkede yoğun bakım yatak sayısı OECD averajlarının bile altındaydı. Haklı olarak bu konuda çok eleştirildi
  5. Şimdi ise işin en yanlış anlaşıldığını düşündüğüm konuya gelmek istiyorum: İngiltere’nin başta sunduğu “sürü bağışıklığı” stratejisini birçok bilim insanı dahi yanlış anladı. Yayınlanan raporları İngiliz gazetecilerin ve bilim insanlarının dahi tam okuduğuna inanmıyorum. Bizim medya ise orada yazılanları çevirip yayınlıyor genelde. Bir de İngiltere Hükümetinde kararları Boris Johnson’ın kafasına göre verdiğini sanıyordu birçok insan – hala böyle sananların sayısı az değil. Kendisine ve partisine hiç oy vermedim fakat hakkını vermek lazım bu sürecin en başında İngiltere’nin en iyi üniversitelerinden viroloji, epidemiyoloji, tıp, genetik ve medikal istatistik uzmanlarını topladı ve bu kurulun yayınladığı raporlara göre stratejisini belirledi hep. Bu raporlar diğer ülkeler için de örnek oldu; olmalı

Bilmeyenler için İngiliz Hükümetinin stratejisi başta kısaca şuydu: Madem bu virüs artık durdurulamaz (doğru!) ve çok büyük oranda yaşlılara zarar veriyor (doğru!) – ilginç bir şekilde cocuklara da fazla zarar vermiyor, o zaman yaşlılara biz “evde durun!” diyelim (doğru karar!). Bu süreçte de kontrollü bir sekilde gençlere bulaşsın ve toplum bağışıklığı (herd immunity) oluşsun (o zamanki verilere göre mantıklı – doğru demiyorum – bir karar). Bu sayede “hem halk sağlığı açısından, hem de ekonomik açıdan nispeten az zararla bu işten sıyrılabiliriz” diye düşündüler ki birçok epidemiyoloji uzmanı dahi bu “stratified lockdown” (kısaca, toplumun “yüksek riskte olan” kısmının evde durması) stratejisini mantıklı ve sürdürebilir buldu**. Ben de Türkiye medyası ve Twitter’ında “Ingilizlerin stratejisi ‘ölen ölsün, kalan sağlar bizimdir!’” tarzı yüzlerce (gereksiz ve yanlış ama) popüler tweet/haber görünce – çok tweet atmamaya özen göstermeme rağmen – birkaç kez bunu yazdım.

Her ne kadar bu ilk strateji mantıklı olsa da işler hükümetin ümit ettiği ‘en güzel’ senaryoya göre gitmedi. Örneğin sonradan ortaya çıkan veriler İngiltere’de yaşlılara da beklenenden fazla bulaşmış olduğunu gösterdi – çünkü o zaman bilinen COVID-19 belirtilerine bakılarak yayılmasını engelleme adına “öksürüğü ya da ateşi olanlar evde kalsın” dendi ama semptomsuz ya da çok hafif şekilde atlatan bir sürü insan olduğu ortaya çıktı. Ayrıca KOAH, astım, diyabet, obezite gibi kronik hastalığı olanlar, immün sistemi zayıf olanlar ve ya hipertansiyonu olanlar da “riskli” grubuna dahil edildi – çünkü bu insanlar da nispeten genç olsa dahi hastanelik olmaya başladılar. Bu da hem ‘yüksek riskte olanlar’ grubunun bir anda ~2 kat büyümesi, hem de zaten çok fazla yaşlı ve kronik hastanın tedavi gördüğü hastanelerin dolup-taşması anlamına gelecekti. Yani COVID-19 yüzünden hastanelik olanlar için düzgün bir tedavi süreci geçirse averajda ölme ihtimali belki %1 iken (gençler için çok daha düşük) bu ihtimali %5-10’lara çıkaracaktı. Bu yüzden – bu insanların hayatını gereksiz riske sokmamak için – daha sert politikalar uygulamak zorunda kaldılar. Ayrıca Londra’da ve Birmingham gibi diğer büyük şehirlerde yoğun bakım yatak sayısını çok kısa sürede iki katına çıkardılar. Insanlar gereksiz yere evden çıkmasınlar diye de geniş çaplı ekonomik paketler açıkladılar. Bu konuda dünya standartlarında bir bilim kurulu topladığı, onları dinlediği ve dinamik bir politika izlediği için İngiliz hükümetini – böyle bir pandemiye hazırlıksız yakalanmanın dışında – başarılı buluyorum***. Bunu söylemek bile abes ama “yaşlılardan, kronik hastalığı olanlardan ne kadar öldürsek kardır” deseler hiçbir önlem almaz, ya da alır gibi yaparlardı biterdi.

  • 6. Umarım buraya kadar kendimi anlatabilmişimdir çünkü işin asıl noktasına gelmek istiyorum: Bir aşı geliştirilmesi ~1.5 seneyi bulacak, tedavilerin ise ne zaman geliştirileceği belli değil. Hiçbir ülkenin kendini dış dünyaya 1.5 sene kapatamayacağı aşikar. Bu da aslında her ülke – sağlık sistemini hazır hale getirdikten sonra – kontrollü “toplum bağışıklığı” stratejisini yavaştan denemek zorunda demek. Çünkü bu bağışıklık seviyesine (kızamık için bu seviye ~%95; COVID-19 içinse ~%60) erişilene kadar SARS-CoV-2 hükümetlere problem olmaya devam edecek. İstediğiniz kadar ülkede sokağa çıkma yasağı getirin, gevşetildiği an büyük şehirlerde 2’nci, 3’ncü dalgalar gelecek. Çoğu salgın hastalık (kızamık, çiçek hastalığı, grip) gibi SARS-CoV-2 için de er ya da geç toplum bağışıklığı geliştirmek zorundayız.

Bir daha yazmak istiyorum: Er ya da geç toplum bağışıklığı geliştirmek zorundayız!

Bu bir pandemi; hem de hazırlıksız yakalanılan bir pandemi. Maalesef bu >1 yıllık süreçte insanlar öldü; ölecek. Ama hastanelik olanlar düzgün bir tedavi süreci geçirirse bu sayılar minimumda kalacak (bu ‘minimum’ ülkeden ülkeye degişen bir sayı****). Bizler birey olarak hükümetler sağlık sistemi olsun, açıklanan ekonomik paketler olsun “yapabileceklerini yaptılar mı?” buna bakmamız lazım. Ülkelerin hasta ya da ölüm sayılarını vs. karşılaştırmaktan ziyade örneğin “hastanelik olanlar düzgün bir tedavi süreci geçiriyorlar mı?”, “evden çıkmaması gerekenleri destek için ne yapılıyor?”, “şu anda yapılan PCR-bazlı testler yeterli/güvenilir mi?”, “serolojik***** testlere ne zaman ulaşabileceğiz ve ücreti ne olacak?” gibi soruların cevabını aramalı ve bu konularda hükümetlere baskı kurmalıyız. Bu da toplumun ve özellikle de medyanın hesap sorması ve doğru soruları sormasının önemini gösteriyor.

  • 7. Son olarak şunu da belirtmek istiyorum: SARS-CoV-2 yeni bir virüs olduğu için bu işin direk uzmanı sayılacak insan çok çok az (yok demiyorum!) ama uzmana en yakın sayılabilecekler (Marc Lipsitch, Christian Drosten, Rachel Roper, Michael Farzan gibi) koronavirüs ‘ailesi’ üzerine çalışmış insanlardır. Sonra bulaşıcı hastalıklar üzerine çalışan epidemiyologlardır (infectious disease epidemiology). “Konuşabilecekler” listesinin en sonunda ise belki benim gibi eline bir epidemiyoloji makalesi aldığında okuduğunu anlayanlar gelir (belki bulaşıcı olmayan hastalık epidemiyolojisi, moleküler biyoloji, genetik gibi alanlarda çalışan tecrübeli bilim insanları). Bu listenin dışındakilerin COVID-19’la ilgili yazdıklarının – kendi alanlarıyla ilgili değilse – bir değeri yoktur.

Bu arada amacım kimsenin fikrini değiştirmek değil, sadece fikrini beyan etmeden önce biraz daha araştırma yapmaya ve olayın ne kadar kompleks (sadece halk sağlığı değil, ekonomik, psikolojik, lojistik ve sosyolojik taraflarının da) olduğunu gözden kaçırmama konusunda tavsiyede bulunmaktır.

Okuduğunuz için teşekkürler. Umarım faydalı olmuştur.

SARS-CoV-2’yi çok ‘sinsi’ yapan özelliklerinden birisi ‘kuluçka’ (Incubation) döneminin uzunluğunun yanı sıra ‘gizli’ (Latent) döneminin de nispeten kısa olması. Bu sayede ‘Belirtisiz bulaştırma’ (Subclinical infectious) dönemi uzuyor ve birçok insan daha semptomları bile başlamadan bulaştırmaya başlıyor. Image adapted from: Arzt et al (2019)

Dipnotlar (önemli!)

*Bu konuda fikrini paylaşan birçok insan SARS-CoV-2 (virüsün ismi) ve COVID-19 (hastalığın ismi) arasındaki farkı bile bilmiyor!

**Çin’in ‘full lockdown’ stratejisini övenler (ben bu gruba katılmıyorum çünkü bu konuda sağlıklı haberler aldığımızı düşünmüyorum – bir başarıdan söz etmek için önce transparan olunmalı. Çin’i öven ama Batılı ülkelerde yaşayan akademisyenlerin de uzmanlıgı ve olaylara onyargısız bakabildiginden şüphe ediyorum), Çin gibi bir ülkede yaşamayı göze alıyorlar mı? Batı toplumlarında herkesin her adımının takip edildiği bir sisteme – kısa süreliğine dahi – sivil toplum izin vermez. Çocugunuzun (kanser, diyabet gibi) kronik bir hastalıgı olsaydı da “Çin gibi ülkeyi tamamen kapatın hemen!” der miydiniz? Çünkü bu işler plansız-projesiz yapıldıgı zaman belki COVID-19’dan ölmeyeceksiniz ama sizin ya da hasta çocugunuzun başka bir hastalıktan ölme ihtimali yükselecek. Çin ve benzeri ülkelerin kullandıgı taktiklerin birey ve toplum için kısa ve uzun vadede (varsa!) faydalarından çok zararı olduğu aşikar ama burada özgürlükçü, liberal “Batı” insanıyla, devletçi, milliyetçi “Doğu” insanı arasında anlaşmazlıklar var. Ülkemizde her iki mentaliteden de insan çok – bu yüzden çatışma da çok.

***Tabi ki şu ana (7 Nisan) kadar – yoksa süreç neyi gösterir bilemem. Özellikle hala doktor ve hemşireler icin maske ve test yetersizliğinden bahsediliyor. Bunların tedariki daha da uzarsa bu konuda fikrim değişecektir.

Ek (20/05/20): Yukarıda söylediklerimin/övgülerimin >%95 arkasında olmakla beraber, artık İngiliz Hükümetini pandemiden sonraki hamlelerinden dolayı genelde başarısız buluyorum. Özellikle halka iletişim ve sağlık personeline güvenilir ve yeterli düzeyde koruyucu malzeme tedariki konusunda sınıfta kaldıklarını düşünüyorum – ki bu iki faktör kritikti.

****Bu da 2020 sonundaki toplam ölüm sayılarıyla 2019’un ölüm sayıları kıyaslandığında anca ortaya çıkacaktır.

*****(Güvenilir) Serolojik testlerle birey olarak “bağışıklık kazanmış mıyız?” bunu öğrenebilir ve normal hayata geri dönüp, mahallemizde bize düşen maddi-manevi işleri yerine getirebiliriz – özellikle evden dışarı çıkmaması gereken yaşlılar, kronik hastalara vs. yardımcı olabiliriz.


Konuyla ilgili ekstra detaylar/Tweetler:

1- Gazete duvaR’dan Nida Dinçtürk’e verdiğim röportaj

2- ‘Herd immunity’nin teorisi ile ilgili kapsamlı (ingilizce) bir makale – okumayan/anlamayan bence bu konuda en azından kesin konuşmasın

3- Röportajlar

4- Muthiş başarılı (ve Türkiye doğumlu) iki bilim insanı

5- SARS-CoV-2: Bir yağ topçuğunun içine saklanmış bir RNA molekülü

6- Istanbul’da haftalık ölum sayıları – her hafta yayınlanacak:

7- Çok karıştırılan 4 farklı terim:

8- 10 Nisan teoriyle pratiğin çatıştığı bir gün oldu Türkiye için: İnsanların kontrolsüz bir şekilde enfekte edilmesi hem variolizasyon (kontrollü enfekte etmek), hem de vaksinasyona (güvenilirliği test edilmiş bir aşı kullanmak) göre çok daha riskli

Read Full Post »

Nida Dinçtürk’ün (i) Ingiltere’nin SARS-CoV-2 (COVID-19’a yol açan virüsün ismi) salgını politikası, (ii) çalıştığım alan olan Genetik Epidemiyoloji ve (iii) akademik kariyerim hakkındaki sorularını kısaca yanıtladım. Habere ulaşmak için tıklayın. (Not: ‘Marbour’, ‘Marburg’ olacaktı – herhalde editlenirken yanlış kaleme alındı. Başlıkdaki ‘Pandemik olmasını’ yerine de ‘SARS-CoV-2 salgınını’ yazmak daha doğru)

Son dönemlerde (Genetik) Epidemiyolog olduğum için onlarca Türkiye-bazlı TV kanalı ve online medya kuruluşundan yayına çıkma teklifi aldım. Fakat (i) Türkiye’yle ilgili benden daha bilgili ve ilgili insanlar olduğu için ve (ii) diyabet, obezite gibi salgın olmayan hastalıkların epidemiyolojisi üzerine çalıştığım için SARS-CoV-2 salgını hakkında söyleyebileceğim en fazla 3-5 şey olabilir. Onları da blogum ve Twitter’dan paylaşıyorum zaten. Aynı şeyleri devamlı söylemeyi de sevmediğimden (ve ünlü olma derdim olmadığından) kanallara çıkmayı reddettim.

Aşağıdaki iki ropörtajı kabul etmemin sebebi ise biri zaten benim başarılarım ve hayat hikayemle ilgili bir ropörtajdı (tabi koronavirusünden de sorular sordular); diğerinde ise Londra’da yaşayan Türk/Kürt’ler arasında çok fazla yanlış anlama ve korku olduğunu söylediler. Ben de görev bilinciyle kabul ettim. Yoksa dediğim gibi işi ehline bırakmayı tercih ediyorum böyle halk sağlığını etkileyebilecek konularda. Yüzbinlerce insanın izleyebileceği kanallara çıkıp potansiyel olarak gereksiz yanlış anlaşılmaya sebep vermek istemedim; istemem.

Roportajları okumak isteyenler için ilgili tweetler/linkler:

Linkten röportaja ulaşabilirsiniz

Podcast:


Ekleme (05/04/20): DAY-MER’e verdiğim röportaj

Read Full Post »

Ne en güçlü, ne de en zeki olanlar hayatta kalır… Hayatta kalanlar değişime en çok adapte olabilenlerdir.” – Charles Darwin’in söylediği iddia edilir


Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?

Twitter’da gördüm sanırım: “Aynı soru sana üç defa sorulduysa bir blog yazısı yazma vakti gelmiştir”e benzer bir cümleydi. Ben de “Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?” ve benzeri sorularla pek çok defa karşılaştıktan sonra birşeyler karalamaya karar verdim. Leicester Üniversitesi’nde çalışırken bunun onda biri dahi sorulmamıştı 😉

Doktora öğrencilerine, doktorayı yeni bitirenlere ve akademik kariyer düşünen gençlere yönelik uzun bir doküman hazırladım. Az da olsa ingilizce terimler kullandım ama merak eden herkes okuyabilsin diye elimden geldikçe azaltmaya çalıştım (Not: iyi derecede ingilizce bilmeyenlerin iyi üniversitelere girmesi, hasbel-kader girdiyse de oralarda tutunması zor).

Okuyacağınız herşey benim şahsi düşüncelerim ve hiçbirine katılmak zorunda değilsiniz. Eminim yazdıklarımda hatalar ve eksikler olacaktır; bunları da bana bildirirseniz dökümanı hep beraber geliştirmiş oluruz. Katkıda bulunanlara da bir şekilde değineceğim. Şimdiden teşekkürler!

Darwin’e atfedilen yukarıda paylaştığım hakikat dolu sözle bir bağlantı kuracak olursam, evet, bir akademisyen için çok akıllı/zeki olmak bir avantajdır. Ama oyunun kurallarını (örneğin ‘arkadaşlarım/hocalarımla aramı nasıl iyi tutarım?‘, ‘iyi makale nasıl yazılır?‘, ‘nasıl fon getiririm?‘i) öğrenmek ve onlara göre adapte olmak da en az o kadar önemli – özellikle akademide oldugu gibi ‘oyun’un kuralları devamlı degişiyorsa… İşin bu kısımlarına da vakit harcayın.

Aşağıdaki dökümanda “Doktora sürecinde nelere dikkat etmeliyim?”, İngiltere’de akademik kariyer opsiyonları, “CV ve ‘Personal statement’ nasıl hazırlanır?“, ‘mülakat anı, öncesi ve sonrası neler yapmalıyım?‘, tez yazarken dikkat edilecekler, makale yazarken dikkat edilecekler ve prosedür, “Hocanızla ilişkiniz nasıl olmalı?” gibi konularda bilgiler ve tavsiyelerim bulunuyor. Umarım yardımcı olur. İlgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınıza da yollarsanız sevinirim.

Ek olarak ilgili video ve tweetler:

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Biyomühendislik ve Elektronik Mühendisliği lisans öğrencilerine sunum (13 Mayıs 2020)
Brit-Iş TV’den Ergin Balabeyoğlu’na verdiğim kısa roportaj
Rafşan Çelik’le Cambridge Üniversitesinde Akademisyen Olmak ve İngiltere’de Yaşam, Kültür ve Akademik Hayat uzerine (Instagram üzerinden*) söyleşi yaptık (3:38’de başlıyor).


Ingiltere’de üniversiteler – genel kurallara uyma dışında – devletten bağımsızdır. Örneğin hepsi kendi fonunu kendi bulur, yani büyük bir şirket gibi işlerler. Fakat en büyük fon 7 senede bir devletten gelir – üniversitelerin başarı seviyesine göre. Bu da onunla ilgili bir Tweet zinciri
Kıymetli Prof. Hikmet Geçkil Hocamın da bu dokümanı tavsiye ettiğini gördüm ve mutlu oldum. Umarım faydalı olmuştur

Read Full Post »

logical-fallacies

Millet olarak tartışırken çok sık işledigimiz mantık hataları (logical fallacies). Benim de başımdan sık geçen üç-beş tanesini bu yazımda kaleme alacağım

Asıl olaya geçmeden, kısa bir giriş yapalım: İngiltere’de büyüdüm ve buralarda her türden, her milletten insanla tanıştım. Nispeten, buradaki akademik camiada da kendime bir yer edindim ve birçok yabancı akademisyen/araştırmacı arkadaş edindim. Burada yaşadığım süreç içerisindeki gözlemlerimle de şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: bizim insanımız kadar ‘bir tartışma nasıl yapılmalı?’ hiç bilmeyen ve karşısındaki insanı aşağı çekme/itibarsızlaştırma konusunda maharetli ikinci bir millet bulmak zor – sadece, bize çok benzeyen diğer Orta Doğulularla yarışıyoruz bu konuda. Normal halkı geçtim; “mürekkep yalamış” insanımız da aynı problemden muzdarip.

Bu konuda birçok trajikomik anekdot paylaşabilecek akademisyen arkadaşım var. Benim de başıma çok sık gelen bir-iki örneği burada paylaşmak istiyorum: İngiliz eğitim sisteminde (nispeten, yaşıma göre) başarılı olmuş, 28 yaşında bir akademisyenim. Genç olmamın, benden daha başarılı, tecrübeli ve makamı yüksek olan Ingiliz meslektaşlarım ve/ya da hocalarım arasında hiç bir önemi yok. Söylediklerim/sorularım mantıklıysa (mantıksız konuşmamaya calışıyorum), benim fikrimi/sorumu bir Profesörün fikrinden/sorusundan ayrı tutmuyorlar. Lakin, Türkiye’de yetişip, buralara gelmiş meslektaşlarımın çoğu için aynısını söyleyemeyeceğim (istisnalar da yok degil Allah’tan. Onları tenzih ediyorum buradaki söylemlerimden). Maalesef çoğu kendilerini hala Türkiye’de sanıyorlar ve oralarda yaptıkları yanlışları ve kurdukları hiyerarşik yapıları buralarda da devam ettirmek istiyorlar – karşısındakini hiç bir şekilde ikna etme ihtiyacı duymadan.

Örneğin:

1- Bir konu üzerine tartışma oluyor ve konuyla ilgili bir-iki hatalarını ve/ya da Ingiltere de bu işlerin böyle olmadığını söylüyorsun:

Biz de biliyoruz bu işleri”, “ben 3 yıldır İngiltere’de yaşıyorum”, “Master/doktoramı Avrupa/Amerika’da yaptım”, “şurada konferansa gittim” gibi sözler sarfedip geçiştiriyorlar. Çünkü kendileri (her) konuyla ilgili herşeyi biliyorlar ve senin gibi “ukala gençler”den öğrenecekleri çok birşey yok.

2- Ortadaki bir sorunu (İngiltere’deki) konjönktüre en uygun ve etkin şekilde çözelim diye fikir beyan ediyoruz:

Her kafadan ses geliyor. Bize bu dönemde sorgulamadan iş yapacak adamlar lazım”ı tekrar tekrar duymaktan insana gına geliyor. Istiyorlarki karşılarındaki “yetenekli ama daha yolun başındaki” gençler “hadlerini bilsin” ve her dediklerini yapsın; hiçbir şekilde “şunu neden böyle yapıyoruz?” diye sorgulamasın.

3- Konuyla ilgili gördüğün bariz hataları, baktın sakince anlatınca anlamıyor/dinlemiyorlar, biraz sert bir dille söylüyorsun:

Samimiyetsiz bir şekilde “Tabi arkadaş genç; onu da anlamak/dinlemek lazım” deyip, kendi aralarında sana “meczup/kanser hücresi” muamelesi yapıyorlar. Daha anlayışsız, cahil ve/ya da görgüsüz olanları ise, söylediklerini kişiselleştirip, direk kişiliginize saldırıyorlar.

4- Önemli bir detaya parmak basıyorsun:

Detaylara takılmamak lazım“, “mükemmeliyetçilikten vazgeçmeli; o zaman hiçbir iş yapamayız” gibi cümleleri yağdırıyorlar üzerine.

5- Yapılmak istenen işe atılmadan “bir ön çalışma başlatmalıyız” diyorsun:

Ya Hu biran evvel başlamalıyız. Kervan yolda düzülür” cevabını alıyorsun. Bir-iki ay sonra herkesin hevesi kaçınca (“gaz bitince”), iş ortada kalıyor ve o kadar emek boşa gidiyor. Oysa başta biraz sabır gösterip, hazır bir şekilde yola çıkılsa daha uzun soluklu projelere imza atılabilir. Maalesef, “dostlar alışverişte görsün” mantığı da hakim birçogumuzda.

6- On tane şeyden bahsediyorsun; aralarından birisi bir tanesine takılıp, onun üzerinden senin tüm soylediklerini heba etmeye çalışıyor. Diğerleri de “dur arkadaş; söyledikleri mantıklıydı” demiyor. Çünkü hakikati bulmaktan çok, herkes kendi fikrini kabul ettirme derdinde. (not: Felsefe’deki mantık hataları/logical fallacies kavramlarına her akademisyen/araştırmacı/yazarın bakması lazım bence)

 

Anlatamıyorsun maalesef. Eğer İngiltere akademik/bilimsel arenada (futbol tabiriyle) ‘Premier League’se, Türkiye maalesef (çok genel olarak konuşursak) ‘3.ncü lig’. Ekstrem bir örnek olsa da, buralarda yetişmiş (son sınıf/ileri seviye) doktora öğrencisi bile bazen alanına Türkiye’deki bir Doçent/Profesör’den daha hakim olabiliyor. İngiltere’de çıkardıkları bir yayının, Türkiye’dekilerin bütün akademik hayatında çıkardığı yayınların toplamından daha fazla impact factor/etki faktörü olabiliyor. Yani bazılarının yaşları (nispeten) genç ve/ya da ünvanları düşük olsa da, Türkiye’den gelen çoğu akademisyenin (akademik çerçevede) onları küçümseyip, “ah bu hayta gençler/delikanlılar yok mu?”, **”kendisi buralarda basit bir Yardımcı Doçent/Assistant Professor” gibi tavırları takınmaları doğru değil. Türkiye’de yetişen gençlerin/insanların aksine kendilerine çok güvenen, araştırdığı konularda kimseye “eyvallah”ı olmayan, belli bir standardın altında (baştan-sağma, amatör) iş yapmaktan kaçınan, aklını duygularının önüne koymayı becermiş kişiliklere sahip oluyorlar.

Yine bizdekinin aksine, İngiltere kültüründe yetişmiş bir akademisyen/araştırmacı bilmediği, araştırmadığı konularda fikir beyan etmez. Bu yüzden bir konu hakkında konuşuyorsa, çoğu kez söylediklerinde bir mantık vardır. Fakat Türkiye’de genel olarak işler liyakatle değil de ünvanlarla ilerlediği için, buralara Türkiye (ya da Orta Dogu)’den gelen akademisyenlerde “ben Doçent/Profesörüm, bu da basit bir araştırma görevlisi” tavrını gözlemlemek çok zor değil. Bundan dolayı kendi fikirleri, eğer kafalarında şekillendirdikleri ‘hiyerarşi’de aşağılardaysan (hele bir de gençsen), senin fikrinden çok daha önemlidir – konunun ne olduğu ya da liyakatinin olup-olmadığı farketmez. Bu (hak edilmemiş*) kibirlerinden (ve bir çoğunun da ekstradan, aşağılık kompleksinden) dolayı ne kadar anlatsan da, bu yazdıklarımı anlamaları zor görünüyor.

Kısaca toparlamak gerekirse: Gençsen, çocuk muamelesi görüyorsun. Kadınsan, “bunun ne işi var bu kadar erkeğin arasında?” bakışları arasında boğuluyorsun. Ünvanın düşükse, adam yerine konmuyorsun (konuyla ilgili bilgi/tecrübenin çok önemi yok). Gurbetçiysen, “tabi kultürümüzden/ülkemizden uzak kalmış” tabirlerine maruz bırakılıyorsun. Bir gruba yeni katılmışsan, “sen giderken biz dönüyorduk oğlum”un muhattabı oluyorsun. Bir sorunun çözümü adına (sakin/aklı selim bir şekilde) fikir beyan ederken ağlayıp-sızlayıp, görmek istedikleri kadar duygusal davranmıyorsan, “sen bu işin ızdırabını çekmiyorsun!”, “sen bilmezsin; biz neler yaşadık!” cevaplarını alıyorsun; sorunu konuşma/çözme yerine, arabesk bir mağduriyet yarışması başlıyor – “’hangimiz daha çok sıkıntı çektik?’ anlatalım da görelim” yarışması… Maalesef, sen de çıldırdığınla kalıyorsun; ve çoğu kez “o kadar işimin arasında bir de sizinle mi ugraşacağım?” deyip aralarından ayrılmak zorunda kalıyorsun.

Artık “akıl yaşta degil, baştadır” gibi atasözlerimiz sadece lafta kalmamalı; her işi ehline bırakmayı (daha doğrusu bırakabilmeyi) öğrenmeliyiz. Ehil olan kim olursa olsun…

 

*”Hak edilmemiş” tabirini kullandım çünkü alanlarında çok büyük başarılara imza atmış ve/ya da dünyaca ünlü olsalar, yine yakışık almasa da, bir nispet anlayacağım kibirli davranmalarını.

**Bir defasında misafir akademisyen olarak ugradıgım bir Türk üniversitesinde dekan olan bir Hocaya, benim hakkımda telefondan “önemli biri mi?” diye soruldugunda “yok ya; asistan” dedigini duydum. (Soranda da, cevap verende de) Seviye bu işte – ki asistan da degildim. Ayrıca o yaşımda kendisinden daha fazla yayınım ve atfım vardı.


Istişare kuralları

PS: Ingiliz kültürüyle ilgili gözlemlerimi karaladığım Ingiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazıma da göz atabilirsiniz.

PPS: Bazı şeyleri söylerken, onları iyi/halis bir niyetle, “kendini begenmiş/ukala”ca davranmadan söyledigini ispat etmen çok zor. Karşındakinin ne düşündügünü kontrol edemiyorsun. Ama insan böyle görünme pahasına dahi bilgi ve tecrübesinin hakkını vermeli. Ben de çapım yettigince her girdigim ortamda “kötü olma” pahasına dahi olsa yanlış ya da daha iyi yapılabilecegini düşündügüm konularda fikrimi beyan ediyorum. Fakat en çok kızdıgım/kendimi tutamadıgım zamanlar, ortalıkta liyakatli insanlar varken, “onun gözünün üzerinde kaşı var“, “bizden degil“, “o da kim? daha çömez o“, “biz ne yaptıgımızı biliyoruz, kendisine ihtiyaç yok“, “ama üslubu kötü” gibi sebeplerle işin ehline verilmedigini gördügüm zamanlar (hatta bence insanlara devamlı “üslubun kötü” diyen insanları hayatınızdan çıkartın – hiçbir şey kaybetmezsiniz). Maalesef ne zaman “bu konuda işe başlamadan önce, şurada şoyle bir hocamız/arkadaşımız var; ona da bir fikir danışalım” dedigimde bizim insanımız tarafından çok sallanmadıgımı gördüm. Oysa o insanlar, Ingiltere gibi dünyada en üste oynayan ve inanılmaz bir rekabet ortamı olan bir ülkede bir akademisyen/araştırmacı olarak çok başarılı olmuşlar. Başarılı olmalarını saglayan en önemli faktörler de, tipik Türk insanının aksine, (i) bir işe başlamadan önce ön-çalışma/araştırmaları yapmaları ve gerekli rapor/makaleleri okumaları, (ii) kendilerine en iyi şekilde yardımcı olabilecek insanları tespit etmeleri, ve (iii) kendilerini devamlı geliştirme ve yenileme adına sistematik bir yaklaşım/metot geliştirmeleri. Bu sayede hem başarılı oluyorlar, hem de uzun vadeli projeler üretebiliyorlar. Yani kendilerinden ögrenecegimiz çok şey var.

Ozellikle bizim insanımızın “ben yapayım” hastalıgı, birçok işin yarım-yamalak ve/ya da kısa vadeli bir vizyonla yapılmasına sebep oluyor. Sadece işler sarpa sardıgında çıkıp sana geliyorlar; sen de, içinden kızsan da, yine insaniyet namına kendilerine yardımcı oluyorsun. Aslında onlara da bu sayede kötülük yapıyoruz çünkü sen işi düzeltince, yaptıkları hatalardan ders almıyorlar ve bir süre sonra yine eski hallerine geri dönüyorlar. Yine ne arayan var, ne de bir fikrini soran.

Read Full Post »

eiMX9R6in
“Union Jack” Birleşik Krallık (United Kingdom; Ingiltere, Galler, Iskoçya ve Kuzey Irlanda)’ın bayragıdır. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler; Not 2: ‘Ünlü Ingiliz Atasözleri’ en aşagıda)

Sıkıcı bir giriş olacak ama öncelikle bir-iki şeyden bahsetmeliyim: hayatının çogunu Ingiltere’de geçirmiş*, ingilizlerin arasına nispeten karışmış ve Britanya egitim sisteminde (nispeten) başarılı olmuş biri olarak, ingiliz kültürü hakkında gözlem yapma fırsatım oldu. En sonda söylecegimi başta söylecek olursam: Kanaatimce, genellersem, birçok güzel hasletlere sahipler ve bana kalırsa (banal olacak ama) “Anadolu insanı” ve “müslüman halklar” olarak ingilizlerden ögrenecegimiz çok ama çok şey var. Ufak bir ülke olmasına, popülasyonu da çok yüksek olmamasına ragmen (~65 milyon), neredeyse hayatın her alanında en üst düzeyde insan(lar) yetiştirmişler – eski bir anket olsa da, Wikipedia’da 100 Great Britons listesine bakmanızı tavsiye ederim. Kanaatimce, millet olarak ulaştıkları seviyelere ulaşmalarında kurdukları sistemler kadar, (‘sivil toplum’ olarak güçlü olmalarında) kültürlerinin de büyük önemi var.

Aşagıda sıraladıgım, bize/size göre “yanlış” olan, bazı hasletlerinde ise “kendi bilecekleri iş!” demek lazım; malum din, dil ve kültür farklılıkları var. Bu yüzden bize göre “saygısızlık/edebsizlik/ahlaksızlık” olarak görünen şey, onlara göre degil.

Bu gözlemlerimin bazılarını, (sıralama yapmadan) çok genelleyici bir şekilde, üç başlık altında sizlere sunmak isterim. Lütfen her gözlemin yanında, bizim kültürümüz/alışkanlıklarımızın o konuda onların gözünde nasıl durdugunu düşünelim ve hangisi iyiyse onu hayatımıza örnek alalım. Ben böyle yapmaya çalıştım hep. Umarım Ingiliz kültürünü merak edenler/ögrenmek isteyenlere bir nebze yardımcı olur. Bir ülkenin kültürünü bilmeyince, insan dili iyi bilse/konuşsa dahi, çok pot kırabiliyor.

Burada yazdıklarım genelde orta-sınıf ingilizler için. Ingilizlerin sahip oldukları sosyo-ekonomik statüye göre karakter/hasletleri, hatta diyetleri (yöresel aksanları bile; dinlemek için tıklayın) dahi çok degişiyor . Bu da anca tecrübeyle gözlemlenebilir ancak işçi sınıfı ingilizlerin hayatını hızlıca – tabi dramatize edilmiş halde – ögrenmek için Eastenders ya da Coronation Street dizilerine bakabilirsiniz. Ingilizler kesinlikle homojen bir toplum degiller; ve bireysel olarak çok fazla ‘degisik/unique’ tipten insanı gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca, genel olarak, sivil toplum anlayışları da çok gelişmiştir. Son olarak, sosyo-ekonomik statü yükseldikce aşagıda bahsettigim ‘British value‘lara daha sadık yetişiyorlar

english-culture-3-16-638
Cok bilinen Ingiliz ikonları. Kralice, Anglikan kilisesinin başı ve “dinin koruyucusu”dur. Ingiltere’nin Hristiyan kesiminin çogu Protestan’dır, fakat Katolik olanlar da az degildir (~4 milyon civarı)

Sosyal hayata dair

  • İngilizler denince aklıma herşeyden önce nezaket (politeness) ve sadelik (simplicity) geliyor. Siz de nazikçe ve sade bir hayat yaşıyorsanız, büyük bir ihtimalle Ingiltere’de ve Ingiliz sisteminde fazla problem yaşamayacaksınız. Bu iki hasletten sonra da pragmatizm denebilir – orta sınıf bir İngiliz kendisine fayda getirmeyecek bir işle fazla uğraşmaz; rahatını bozmaz. Bu yüzden ingiliz ‘fanatik’leri (devletçi/milliyetçi, ırkçıları) bile genelde bizim fanatiklerimize göre daha az şiddetlidir (daha az “dava”sına bağlıdır).
  • Kurallara uyarlar ve üç kagıtçılıga fazla kafa yormazlar. Bir arkadaşım anlatıyor (örnek olsun diye): eskiden tren istasyonlarında çok fazla görevli bulunmuyordu. Bir orta yaşlı kadına “görevliler olmamasına ragmen, neden her defasında bilet alıyorsunuz?” diye sordugumda, kadının verdigi cevap: “üç kagıtçılık/hırsızlık kötü birşeydir!“. Bitti.
  • Hayatın her alanında ama özellikle trafikte çok sakin ve sabırlıdırlar – hatta bizim gibi hep acele iş yapanlar için bazen çıldırtıcı şekilde sabırlı olabiliyorlar. Yol isteyene, en kalabalık saatlerde dahi, yol verirler (sizin de aceleniz varsa, arkada çıldırırsınız; fakat yapacak birşey yok!). Kesinlikle kırmızı ışıkta geçmezler.
  • Ezilen/hakkı yenilen kesimlerin yaşadıkları sıkıntılara karşı duyarlılardır; ondan (bazılarımıza ilginç gelse de) LGBT’ler ve (kültürlerine saygı duyan ve sisteme entegre olan) azınlıklara karşı sempati duyarlar.
  • Insanların kesinlikle din ve ideolojilerini araştırmazlar/ilgilenmezler. O konular hakkında konuşan çok az insan vardır.
  • Cuma ve Cumartesi dışarıda (çogunlukla “pub”larda) içer (eğer evlerine uzak bir yerdeyse, eve taksiyle dönerler – kesinlikle içkili araba sürmezler), Pazarları ise evlerinde dinlenirler. Zengin/kalbur üstü/elit olanlar ise daha çok restoranlara giderler.
  • Cuma geceleri sokaklarda çok sarhoş gezinir fakat çogunlukla (kendilerine verdikleri zarar dışında) zararsızdırlar. Size seslenirlerse duymamış gibi yapıp cevap vermeyin, yoksa peşinize takılabilirler. Aynısı sokaklarda yaşayan evsizler için de geçerli…
  • Cogunluk başka bir dil ögrenmez. Okul yıllarında çogunlukla Fransızca (bazıları da Almanca) ögrenirler; onu da sonradan geliştirmezler.
  • Haftasonu dışarı çıktıklarında önce eglenir (çogunlukla pub/barda içer, cebindeki paranın çogunu harcar), sonra ceplerinde kalan parayla da yemek yerler.
  • Şaşırtıcı şekilde “görmüş/geçirmiş”tirler. Genç yaşta olanlarının dahi, dunyada gormedikleri ülke/kültür, tatmadıkları yemek/içki kalmamıştır.
  • Futbol, Rugby ve Cricket en sevdikleri sporlardır. Halk olarak, Tenisi de Wimbledon turnuvası başladıgında takip ederler. Fakat her alanda önemli sporcular yetiştirmeye calışırlar ve okul çaglarında (her alanda) yetenekli çocukları arar/bulurlar. Yaşlıların arasında yaygın olan sporlar ise Bowls ve Golf’tür.
  • Hava durumu hakkında konuştukları kadar başka bir konu hakkında konuşmazlar.
  • En ufak bir güneş çıktıgında, ailecek cümbür-cemaat parklara akın eder ve güneşlenirler.
  • Kurallı oyunlarda, eskiden kalan en basit protokol/kültürlerini/’centilmenlik kuralı’nı dahi korurlar. Örneğin hakimleri, hala peruk (judge’s wig) giyerler. Genel seçimler, hiçbir hukuki ve hatta mantıki sebebi olmamasına rağmen, hep Perşembe gününe denk getirilir. Cricket’de ‘Ashes’ turnuvasında Avustralya’ya karşı oynadıklarında, kazanan hala ufacık bir kupa olan ‘Ashes urn’ kupasını kaldırır. Wimbledon turnuvası sırasında ‘strawberry and cream’ (krema ve çilek) yerler – onu yemek zorundaymışsın gibi bir ortam oluşur. Rugby maçında rakip oyuncu penaltı çekerken, bütün stat sessiz durur – aynısı Tenis maçı için de geçerlidir. Cornwall bölgesinde tost ekmeği/scone’un üzerine önce reçel sonra kaymak (clotted cream) konur. Hemen yan bölge olan Devon’da ise önce kaymak sonra reçel konur. Bu tarz kurallara uymayanlardan irite olurlar
  • Hukuk herşeyin üstündedir. “Millet”in canı başka birşey istese dahi, hukukun dışına çıkılmaması gerektigini içselleştirmişler.
  • Tarih/kültüre büyük saygı gösterirler; tarihi hiçbir şeyin (bina, yol, yeşil alan) değiştirilmesine izin vermezler. Belediyeden ve komşularınızdan izin almadan evinizin önünde dahi (ciddi) degişiklik yapamazsınız.
  • Doğaya da çok önem verirler. Ülkenin/şehirlerin en pahalı yerlerinde (Londra’daki Hyde Park gibi) çok büyük parklar görmek mümkündür.
  • Degişik/sıradışı insanları severler. Sıradanlıgı/sıradan insanları ise sevmezler; halk nazarında, iş dünyasında veya akademik dünyada önemli yerlere gelmeleri çok zordur bu tip insanların.
  • Insanlar bilmedikleri/araştırmadıkları konularda konuşmaktan sakınırlar.
  • Sadeligi severler; göze batacak lüksten kesinlikle kaçınırlar (pahalı araba, altın bilezik vb.). Evi çok uzakta olmayanların birçogu işe bisikletle ya da yürüyerek gelir – üniversite hocaları ve milletvekilleri arasında da böyleleri az degil.
  • Devlette önemli yerlere gelmiş insanların onlara hizmetkar olması gerektigini bilirler. Onlara bizdeki gibi yalakalık yapmayı bırakın, devamlı eleştirir hatta kafa tutarlar. Milletvekilleri/liderler de bu hali kabullenmişlerdir; ve kesinlikle halka/elestirenlere karşı ters bir hareket yap(a)mazlar.
  • Christmas’a 3-4 ay önceden maddi/manevi (özellikle maddi olarak) hazırlanmaya başlarlar. Eş-dosta bol bol kart alır/gönderirler. Kart sektörü bu dönemde inanılmaz kar yapar, posta servisleri ise inanılmaz yavaşlar bu donemde.
  • Kraliçe (2nci Elizabeth) halk nazarında çok önemli bir yerdedir. Ama onu “eleştirilemez/alay edilemez” görmezler. Onun hakkında saygı sınırlarını fazlasıyla aşan şaka/skeçler yapan komedyenler, (devletin kanalı) BBC’de dahi iş bulur.
  • Okuma alışkanlıkları vardır; otobüs/metrolarda çogunun elinde bir kitap görmek mümkündür.
  • Çocuklarına (kendi kişisel inançlarına ters düşse bile) açık görüşlü olmayı ögretirler ve kendilerine güvendikleri ve çok çalıştıkları takdirde hayatda istedikleri herşeyi başarabileceklerini aşılarlar. Fakat kurallara/kanunlara uymayı da hep tembihlerler. Cocuklarıyla (özellikle küçükken) sokaktan karşıya geçerken, yol boş olsa dahi yayalar için yeşil yanmadıkca geçmezler.
  • Bilim adamları, entellektuelleri, sanatçılarına büyük saygı gösterirler. Brian Cox, Stephen Hawking, Richard Dawkin, David Attenborough, Jim Al-Khalili gibi entellektuel/akademisyenlerin sundugu programlar izlenme rekorları kırar.
  • Churchill, Darwin, Queen Victoria, Shakespeare, Charles Dickens, George Orwell, Oscar Wilde gibi tarihi şahsiyetlere de (biraz eski bir liste de olsa, link de fazlası var) çok önem verirler. Iskoçlar da ise ayrıca William Wallace ve Boudica çok önemli tarihi şahsiyetlerdir.
  • Eleştiriyi (bizim gibi) kişiselleştirmezler. Kendilerini çok ciddiye almazlar. Cok ciddiye alanlardan da irite olurlar. Hatta kendileriyle (belli bir standart/kalitede) alay etmeyi severler. Komedi anlayışları dahi çogunlukla bunun üzerinedir; ondan anlamayız biz. Bu yüzden de kültürlerini tanımadan şakalarına gülmek zorlaşır. Komedi anlayışlarını ögrenmek için, Stewart Lee, Michael McIntyre, Russell Howard, Ricky Gervais, Jimmy Carr, Stephen Fry gibi komedyenlerini izlemenizi tavsiye ederim. Ayrıca Twitter’da ‘Very British Problems’ hesabını da takip edebilirsiniz (kitabı da var – “Sorry I’m British“i de tavsiye ederim). Mr Bean (Rowan Atkinson), Monty Python (grubu) ve Charlie Chaplin ise Ingilizler hepsinin bildigi eski komedyenlerdendir.
  • Haftaiçi dışarıdan yemek yerler: her gün farklı bir mutfak denerler (Çin, Italyan, Turk/kebap, Hint mutfagı favorileridir).
  • Polis, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, islamofobi/anti-semitizm ve nefret söylemlerini çok önemser; aradıgınızda anında kapınızda olurlar. Kaza ve hırsızlıga dahi (çok ciddi, ölümlü bir olay degilse) bu kadar önem vermiyorlar.
  • Genel olarak ‘Patriotic’ (vatansever) olsalar da, evlerinin/binalarının önünde fazla asılı bayrak gormezsiniz. Bayrak (Union Jack) kesinlikle bizdeki gibi kutsal birşey degildir. Bayraklarını giysi (hatta iç çamaşırı ve çorap) olarak giyenler de görebilirsiniz. Evinin önünde Ingiltere bayragı (St George’s Cross) asanlar, çogu zaman ırkçı Ingilizlerdir (örnek: English Defense League gibi grupların üyeleri/sempatizanları).
  • Kendi dert/problemini/fikrini anlatmak isteyenler arasında, sadece somut konuşanlara deger verirler; duygusallık onlara işlemez. Özellikle “şöyle uçarım, böyle kaçarım”a kesinlikle deger vermezler.
  • Şikayet kültürleri vardır ve şirketler/devlet daireleri şikayetleri ciddiye alırlar. Bundan dolayı, millet herşeyi şikayet eder. Sikayetlerini kale almayanları, herkese rezil ederler.
  • Komşuluk çok önemli degildir. Senelerce yan yana yaşayıp birbirini tanımayan komşular çoktur.
  • Duygusallıgın hayatlarında çok yeri yoktur. Akıl/mantık hayatlarının her alanında daha önemlidir.
  • Yaptıgı işi tutkulu yapan (passionate) insanları da severler. Ornegin, en sevdikleri futbolculardan birisi olan Gascoigne’ini de bundan dolayı överler hep.
  • “Not bad” (fena degil), “interesting” (ilginç) gibi terimleri çok kullanırlar; ve bu terimleri çogu zaman literal anlamlarının tersi anlamında kullanırlar.
  • Standartları çok yüksektir. Bir Ingilizi yaptıgınız işle memnun etmek için her detayı düşünmüş olmalısınız.
  • “Please”, “Thanks”, “Sorry”, “Allright” gibi tek kelimelik terimleri çok kullanırlar. Özellikle ilk ikisi her cümleden önce ve sonra kullanılıyor desem mubalaga yapmış olmam.
  • Insanlarla samimileşmedikce ve karşıdaki kendisi anlatmadıkça (bu da aylar sürebilir) “nerelisin?” (where are you from?), “ailen nasıl?” gibi kişisel sorular sormazlar. Hele yabancı uyruklu bir insana kesinlikle (yanlış anlayabilir düşüncesiyle) “aslen nerelisin?” (where are you originally from?) gibi soruları kesinlikle sormazlar.
  • Saatlerce uzun bir kuyrukta dahi kimse “kaynak” yapmaz ve sırasını sabırla bekler.
  • Evlerin neredeyse yarısında kedi/köpek gibi evcil hayvan beslenir. Onları (abartısız) evlatları gibi sever, ve yemek ve diger ihtiyaçlarına (saglık, oyuncak vb) ciddi harcamalar yaparlar.
  • “Britain’s Got Talent” (bizim “Yetenek Sizsiniz”) gibi yetenek yarışmaları izlenme rekorları kırar. Bu tür yarışmaların en ünlü versiyonları Ingiltere’de oldugundan, dünyanın her yerinden/milletinden yarışmacılar katılıyor. Fakat ilginçtir, kazananlar halk oylamasıyla seçilmesine ragmen, azımsanmayacak bir oranda bu yarışmayı yabancı gruplar kazanıyor. Bu da Ingiliz halkının ne kadar açık görüşlü ve meritokrat/hakkaniyetli oldugunu gösteriyor.
  • Restoranlarda hesap geldiginde, herkes kendi harcadıgını öder.
  • ‘Posh’ ingilizce (Posh English) konuşabilmek bir iftihar sebebidir.
  • Ingiliz kanallarında akşam 9’dan sonra küfür/şiddet/cinsellik içeren programlara izin var. Fakat bunlarda dahi ölçü kaçınca yüzlerce şikayet gelebiliyor; bu yüzden birçok kanal bu tarz programları akşam 10-11’den sonra yayınlıyor ve birçok sözü ‘bip’liyor.
  • Maalesef, dünyanın neredeyse her ülkesinde oldugu gibi, buralarda da ‘sex sells’. Bu yüzden, kanuni düzenlemelerle yavaş yavaş azalsa da, bazı şirketlerin reklamları gereksiz şekilde cinselleştirilmiş (sexualised) olabiliyor.
  • Işçi sınıfı cogunlukla ‘Full English Breakfast’ yer (bize ters gelse de ham/bacon’ı çok severler). Orta sınıf/üst sınıf ise daha hafif kahvaltı yaparlar (cereal gibi şeyler yerler).
  • Bizde ölülerin hayrına ceşme yapılır; onlar da ise parklara bank konulur
british-culture-38-728
Ingilizler kahvaltıda bizim gibi çok çeşit hazırlamazlar

Iş/Güç/Politika

  • “Health and safety” herşeyin başıdır. Yapılacak olan çok önemli bir iş dahi olsa, insan saglıgını etkileyebilecek herşeye karşı önlemler almadıkça, o işe izin vermezler. Bu yüzden iş kazaları oldukça azdır.
  • Mesai saatlerinde herkes yogundur; bu yüzden ogle arası dışında çok konuşmaya fırsatları olmaz. Bu saatlerde koridorda görürseniz “Hi!” ya da “(Good) Morning!”‘den fazla bir birşey söylememeye çalışın; çünkü büyük ihtimal yetişmesi gereken bir toplantı ya da yetiştirmesi gereken işler vardır. Obür türlü, yanlış anlayıp, “benimle neden konuşmak istemedi acaba?” gibi fikirler kafanızdan geçebilir…
  • Sabah içecekleri çay/kahve günlerinin en önemli parçalarından biridir. Ona özel zaman ayırırlar. Cogu çaylarına (az yaglı) süt koyarlar.
  • Işe alacakları insanlara “işime yarar mı?” gözüyle bakarlar. “Benden mi?” diye degil.
  • (Eski emperyal ziyniyetin de kalıntıları olabilir) Her alanda standartları yüksektir, birinciliğe oynamaları gerektiğine inanırlar. Bundan dolayı da dünyanın en iyilerini, işlerine yarayacak her insanı ülkelerine davet eder, iş verir, kıymet gösterirler – Müslüman/Ateist/LGBT ya da Şaman olmaları birşey degiştirmez.
  • Solcular ve yabancılar Labour’a (Işçi partisi), muhafazakarlar ise cogunlukla Conservative’lere (Muhafazakar parti) oy verirler. Liberal demokratlar da arada sırada kayda deger oylar alırlar.
  • Devlet olarak, dış politikada inanılmaz pragmatik/Makyavelist davranırlar ve hiç bir ülkeyle “Papaz” olmazlar (ama iç basında halkı o liderler/ülkeler/diktatörler hakkında istedigini söylemekte serbesttir).
  • Siddet içermeyen her ideolojiye saygı duyarlar, gerektiginde korurlar. Her konunun (kendi tabularının dahi) konuşulabilmesini, her sorunun (ne kadar aykırı da olsa) sorulabilmesini isterler.
  • Yapıcı eleştiri olmazsa olmazlarıdır. Kesinlikle kişiselleştirmezler. Ogrenci hocasına dahi, kendi fikrine inandıgında, kafa tutar. Hoca da kesinlikle bu konuda komplekse girmez. Sogukkanlı, aklı selim düşünürler. Duygularını işlerine çok karıştırmazlar.
  • Liyakat ve başarı üzerinedir herşey. Cok çalışan, sıradışı işler başaran her insan en üstlere gelebilir.
  • Herkes başarısızlıklarının hesabını vermek zorundadır.
  • Halk olarak politik degiller; apolitik de degiller. Seçim katılım oranları gittikçe yükseliyor.
  • Benim seçtigim partiden olanlar “melek”, rakip partiden olanlar ise “şeytan” mantıgı kesinlikle yoktur.
  • Ortaya bir sorun çıktıgında, aglayıp-sızlamak yerine, “bundan sonra somut neler yapılabilir?” o tartışılır.
  • Yukarıdaki üç noktaya baglı olarak Ingilizler yardım isteyen birisine mutlaka zaman ayırırlar – özellikle bu insan ilticacı ve/ya da mazlum/magdur bir toplumdan ise. Fakat yardım isteyenin toplantıya gelmeden önce dikkat etmesi gereken çok önemli hususlar var: (i) çok ugraştıracak (özellikle kagıt-kürek-legal işler), (ii) kendisine somut birşey kazandırmayacak (para, ün, oy), ve (iii) çok iyi tanımadıgı/güvenmedigi insanlar/işler için çok birşey yapmazlar. Bu üç başlıkla ilgili ciddi düşünmeden gelen kişiler çogu kez eli boş donerler – her ne kadar karşındaki Ingiliz nezaketen yüzüne gülse ve samimi görünse de. Propaganda yapmak ve/ya da bir gruba tamamen yardım istemek yerine kişinin kendi hikayesine odaklanması ve bireysel olarak yardım talep etmesi lazım.
  • Profesyonellige çok önem verirler. Bir iş yapılmadan/tartışılmadan önce ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Sıkı hazırlanmış birisiyle, işkembeden sıkanı hemen anlar, ayırt ederler.
  • Ilk izlenim herşeydir (Ingilizce bir deyim: “First impression is last impression”).
  • Rekabet/yarışmanın oldugu alanlarda, mütevazilik, centilmenlik ve fair-play gösterenleri severler. Ama başarılı olan ukala tipleri de severler. Başarılı insanların bu türden irite edebilecek yönlerini görmezlikten gelebiliyorlar.
  • Işlerinde başarılı olmanın sırrı planlı/projeli olmalarıdır (aylar/yıllar önceden planlara başlayanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur). Toplantılarının başında da ve sonunda da dakiktirler: genelde toplantı başlamadan bir dakika önceden gelirler; toplantı da en geç 5 dakika sonra başlar. Profesyönel ortamda zaman israfını çok önemserler.
  • Iskoçlar Ingilizlerle hep bir çekişme içindedirler; fakat Ingilizler neredeyse her alanda baskın çıkar. Galler’de de yavaş yavaş ‘milli kimlik’ hareketleri başlamış olsa da, Ingilizlerle daha barışıktırlar.
  • ‘British values’ çok önemlidir kendileri için; ve başka medeniyetlerde bu ahlak kurallarını görmeyince irite olurlar.
  • Liberaller, entelektüeller ve akademisyenler daha çok The Independent (liberal) ve The Guardian (orta-sol), isçi sınıfı ise daha çok The Sun (sağcı), Daily Mirror (solcu) gibi gazeteleri okurlar. Sağcılar ise genelde Daily Telegraph (orta-sağ)’ı takip ederler.
culture-of-england-9-728
Ingilizler, iş ve sosyal hayatlarında uyguladıkları etik kuralları, hayatın her alanında koydukları/belirledikleri standartları, kanuni kuralları, ve (‘British values’) ‘ahlak’larından gurur duyarlar

Kişisel hayat

  • Birçoguna göre “hayat evde degil, dışarıda yaşanır”. Bir evin asıl var olma amacı gece dinlenmektir. Ondan evlerinde çok bir şaşa olmaz.
  • Herkes birey olarak hayatını yaşamaya programlıdır. Ondan bizdeki kadar samimi olmazlar insanlarla; bundan dolayı (olduklarından fazla) soguk gözükürler.
  • Paralarını fazla biriktirmezler (en fazla morgıçla bir ev alırlar) ve tüm paralarını tatil ve eglenceye harcarlar (konser, tiyatro, sinema, kafeler, dans studyoları hep beyaz Ingilizlerle doludur).
  • Dinin hayatlarında çok önemi yoktur. Çogunlukla yaşlılar (60 üstü) kiliseye gider. Gençlerin arasında yılda bir Christmas (onlara göre Hz. Isa’nın dogum günü) ve Easter (Paskalya; onlara göre Hz Isa’nın ölüm günü) ayinine giden dahi azdır.
  • Bireysellik ön plandadır – gençler bir an evvel kendileri hayata atılmak isterler. Buna da teşvik edilirler. Bu yüzden yenilikçi/inovatif/kreatif fikir üreten çok genç vardır.
  • Evlilikler önemini yitirmiştir. Insanlar onlarca yıl beraber yaşadıktan (ve yaparlarsa, 1-2 cocuktan) sonra evleniyorlar. Birçogu da ömür boyu evlenmiyor ve “partner” olarak kalıyorlar. Ayrıca evlenenlerin arasında boşanma oranları da oldukça yüksek. Sosyo-ekonomik statüsü en düşük kesimlerin dışında, çok çocuk yapanların sayısı da oldukça düşük (ikiyi geçen nispeten az).
  • Kariyer sahibi olanlar (yaparlarsa) genellikle geç yaşta çocuk sahibi oluyorlar. Bu yüzden yanında ufak çocuk olan orta yaşı geçmiş insanları dede/nineleri sanmayın. Ayni şekilde, bazı kadınların yanında nispeten yaşlı duran erkekleri de babaları sanmayın – çogu kez ‘partner’leri oluyorlar. Büyük bir pot kırabilirsiniz.
  • Avret temizligi konusunda sıkıntıları var fakat bunu hergün duş yaparak kapatıyorlar. Fakat bu konuda da yavaş yavaş geliştiriyorlar kendilerini – özellikle bidelerin otellerde ve evlerde daha fazla yer bulmasıyla.
Bu fotoğraf ‘ingiliz isçi sınıfının gece hayatının tablosu’ olarak lanse edilmisti – ve birçok kültürel göstergeyi içinde barındırıyor.
© Joel Goodman – 07973 332324 . 01/01/2016 . Manchester , UK . Police detain a man whilst another lies collapsed in the road , as revellers in Manchester enjoy a New Year night out at the bars and clubs of Manchester City Centre . Photo credit : Joel Goodman
english-culture-2-638
Birleşik Krallık’taki ülkeler (Ingiltere, Galler, Iskocya ve K. Irlanda) hakkında genel sembolik/dini bilgiler. (Not: Baska yerden kopyaladıgım bu resimde ‘Great Britain’ yazıyor fakat (tam dogru konuşmak gerekirse) gösterilen ‘United Kingdom’. Ikisinin arasındaki farkı ögrenmek için Britanya’da okumak/yaşamak yazıma göz atabilirsiniz)

Ünlü Ingiliz Atasözleri (ve ingilizce deyimler)

Bizim atasözü ve deyimlerimizle aşagı-yukarı aynı anlama gelen (birebir aynı değiller) Ingiliz atasözü ve deyimleri:

A bird in the hand is worth two in the bush – Eldeki bir kuş, ağaçtaki iki kuştan iyidir

Actions speak louder than words – Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz

A drowning man will clutch at a straw – Denize düşen yılana sarılır

All that glitters is not gold – Her sakallıyı deden sanma

Among the blind the one-eyed man is king – Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler

Don’t throw the baby out with the bathwater – Pireye kızıp yorgan yakma

Don’t count your chickens before they hatch – Dereyi görmeden paçayı sıvama

The grass is always greener on the other side (of the fence) – Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür

A rolling stone gathers no moss – Yuvarlanan taş yosun tutmaz

You reap what you sow (As you sow, so you shall reap) – Ne ekersen onu biçersin

Barking dogs seldom bite – Havlayan köpek ısırmaz

Better late than never – Geç olsun da güç olmasın

Curiosity killed the cat – Arayan Mevlasını da bulur, belasını da

Don’t bite off more than you can chew – Kaldıramayacağın yükün altına girme/Ayağını yorganına göre uzat

Don’t bite the hand that feeds you – Yediğin kaba pisleme

Don’t make a mountain out of a molehill – Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler bunlar

An apple a day keeps the doctor away – Güneş giren eve doktor girmez

Easy come, easy go – Haydan gelen huya gider (orijinali: Hayy’dan gelen Hu’ya gider)

Ignorance is bliss – Cehalet ne güzel şey, her şeyi biliyorsun

Like taking coal to Newcastle – Tereciye tere satmak

Killing two birds with one stone – Bir taşla iki kuş vurmak

You scratch my back and I’ll scratch yours – Sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini

Too many cooks spoil the broth – Nerede çokluk orada b*kluk

Out of sight, out of mind – Gözden ırak olan gönülden de ırak olur

The pot calling the kettle black – Tencere dibin kara seninki benden kara

It’s easy to be wise after the event – Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur

Every cloud has a silver lining – Her işte bir hayır vardır

Look after the pennies, pounds will look after themselves – Damlaya damlaya göl olur

Deyimler

Once in a blue moon – Kırk yılda bir

The last straw (that breaks the camel’s back) – Bardağı taşıran son damla

When pigs fly – Çıkmaz ayın son Çarşambası

I wouldn’t hurt a fly – Ben karıncayı bile incitmem

Speak of the devil – Iti an çomağı hazırla

You hit the nail on the head – Tam üstüne bastın (en doğru cevabı buldun!)

I know this place like the back of my hand – Burayı avucumun içi gibi bilirim

Between the devil and the deep blue sea – İki arada bir derede kalmak

Piece of cake – Çocuk oyuncağı

Adding insult to injury – üzerine tüy dikmek (halihazırda kötü olan bir durumu daha da beter hale getirme olayı)

Damned if you do damned if you don’t – Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık (“İki ucu b**lu değnek” olarak da bilinir)

Take it easy – Kolay gelsin (birebir anlamı aynı olmasa da çalışan bir işçiye söylenebilir)

Cool as a cucumber – Soğuk kanlı

He’s all yours – Eti senin, kemiği benim

My heart was in my mouth – Yüreğim ağzıma geldi

Preaching to the converted – Kendi çalıp, kendi oynuyor

Couch potato – Tembel teneke

Birebir Türkçe karşılığının olmadığını düşündüğüm diğer ünlü Ingiliz atasözleri: Road to Hell is paved with good intentions (Cehenneme gidenlerin çoğunun “kalbi temizdir(!)”); If something seems too good to be true, it probably is (bir şey kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyorsa, büyük ihtimal yalandır/yanlıştır); An idle brain is the devil’s workshop (boş bir beyin şeytanın meskenidir); Don’t judge a book by its cover (kimseyi dış görünüşüne göre yargılama); You can’t have your cake and eat it too (“hem pastam dursun, hem de karnım doysun” diyemezsin); Final nail in the coffin (son darbeyi vurmak); First impression is the last impression (ilk izlenim, son izlenimdir).

*yazıyı kaleme aldıgım bugünde (16 Mayıs 2017) 28 yaşındayım ve hayatımın 23 yılı burada geçti. Ingiltere’ye ilk gelişimde 1-6 yaşları arasında burada yaşadım; sonrasında ise orta okul (secondary school), kolej (bizdeki ‘lise’ denebilir; sistem biraz farklı), üniversite ve doktorayı bu ülkede okudum. Simdi ise Araştırma gorevlisi/Araştırmacı Hoca (Postdoctoral Research Associate) olarak Leicester Universitesi’nde çalışıyorum.

PS: Ingiltere’de okumak/yaşamak isteyenlere, ingiliz egitim, akademik ve emlak sistemi ile ilgili bazı soruları cevapladıgım Britanya’da okumak/yaşamak isimli yazımı okumanızı tavsiye ederim.

Read Full Post »

« Newer Posts - Older Posts »