PDF versiyonu için tıklayın:
Önemli not (13/04/20): Evrim teorisine inanan, daha doğrusu, çok kuvvetli delillerin olduğunu gören/ögrenen/bilen, bir müslüman (ilgilenenler için ‘Neden ve nasıl bir müslümanım?’ bölümü en altta) ve bilim insanı olarak bu yazıyı Şubat 2018’de (bugün yazsam biraz farklı bir dil kullanırdım ama) evrime ve evrim teorisine inanmayan müslümanlar için paylaştım. Fazla genetik terim kullanmadan, herşeyi kendimce basitleştirdim (önerilere açığım)… Teknik bilgi ve detay isteyenler en yeni evrimsel biyoloji kitap ve makalelerini okumalı. İngilizce bilenler zaten benim yazımdan ziyade direkt Richard Dawkins’in ‘The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution’ kitabını okusun.
Baştan sona (dipnotlar da dahil) okumayanlar lütfen cevap yazmasın çünkü özellikle giriş kısmı fazla basitleştirildiğinden yanlış anlaşılabilir.

Nerede okudum hatırlamıyorum fakat “bir soru sana üç kez sorulduysa artık blog yazısı yazma vakti gelmiştir” gibi birşey okumuştum birkaç ay önce. Hoşuma gitmişti ve “ben de zamanım oldukça böyle yapmaya çalışacağım” diye kendi kendime karar vermiştim.
Genetik mezunu olduğum ve şimdiki araştırmalarımda da insan genetiğiyle* ilgilendiğim için neredeyse her tanıştığım (özellikle islami camiadan) insan bana evrimden bahsediyor ve fikrimi soruyor. Belki de 30-40 defa aşağı-yukarı aynı şeyleri söyledim son birkaç sene içinde. Birçoğu cevabımı beğenmeyip bir daha yanıma yaklaşmadı ama olsun 😊 Önemli değil. Insanlara kendimi beğendirmeye çalışmayı yıllar önce bıraktım. Insanların da biraz başka fikirlere açık olması, “benim bildiklerim de belki yanlış olabilir” diyebilmesi lazım ama neyse; konumuz bu değil…
Evrim teorisi ve İslam dini/Tanrı inancı konusunda söylenecek çok şey olsa da kısaca fikirlerimi buraya dökmek istiyorum. Önce bilim dunyasındaki gözlemlerimi sıralayacağım, sonra da kendi fikirlerimi ekleyeceğim:
Gözlemlerime göre Avrupa’da biyoloji ve fizikle ilgilenen bilim insanları arasında evrim teorisine hiç inanmayanların sayısı belki de binde bir. Bunların hemen hemen hepsi evrim teorisini çok mantıklı buluyor ve (benim gibi) aralarında Tanrı’ya inananları dahi Tanrı’nın ilk canlıyı yarattıktan sonra diğer milyonlarca türü evrim mekanizmasını kullanarak yaratmış olabileceğine inanıyorlar. Evrim teorisini mantıklı bulmalarının sebebi ise “İslami” kesimden birçok kez duyduğum “vicdanlarında doğruyu biliyorlar ama nefislerine yenilmişler” gibi saçma-sapan bir sebepten dolayı değil, farklı metotlarla elde edilmiş tonlarca datayı analiz ettikten sonra (bir ’empiricist’ olarak) teorinin doğruluğuna gerçekten inanmalarıdır.
Bilimsel bir teoriyi yıkmanın yolları belli – yine bilimle. Ve korkmayın sizden, benden daha akıllı insanlar da bu teoriyi yıkmak ya da geliştirmek adına her tür soruyu sordular ve deneyi yaptılar. Fakat Evrim teorisi bu bilimsel ‘saldırılardan’ daha da güçlü çıktı.

(Not: ‘Harun Yahya’ grubunun ‘Atlas of Creation/Yaratılış atlası’ adlı bir kitabı vardı ve daha 20’nci sayfada fecaat bir evrimsel ‘ara form’ tanımı vardı orada – tabi yanlış olduğunu genetik okuduktan sonra anladım: evrim varsa, sözde bir denizyıldızı başka bir balık türüne dönüşmeliydi. Ondan esinlenerek ekledim bu figürü çünkü gençken benim de tüm bilim insanlarına karşı güvenimi sarstı bu tarz kitaplar)
Bu konudaki fikirlerime gelince; öncelikle bilim öğrendikçe bize çocukluktan dayatılan (8., 9. ve 10. yüzyıldan kalma ortodoks Sünni) din anlayışının hayat ve hakikatin karşısında bayağı basit kaldığını daha net görüyor insan. Basit bir örnek olarak: itikadi olarak Ehl-i Sünnet mezheplerden biri sayılan Eşariliğin ilk ortaya çıktığı 10. yüzyıl Irak’ına gelecekten bir (müslüman) bilim insanı gelip “Hocam aslında doğmadan çocuğun cinsiyetini öğrenebiliriz, çünkü Y-kromozomu belirliyor bir çocuğun erkek ya da kız olacağını (Allah’ın yarattığı bir mekanizma bu!)” dese ve buna karşılık “sus kafir! sadece Allah bilir ve belirler herşeyi!” cevabı verilse (ve sonra da “itikadi bozuk!” ya da “fitne yayıyor!” diye taşlansa) herhalde şaşırmayız birçoğumuz. Başka (basit ve yukarıdakinden farklı) bir örnek de ‘dünyanın ve içindekilerinin sadece bizim için yaratılmış olması’. ‘Dünya’ (biyolojik manada) kesinlikle sadece ‘bizim için’ yaratılmamış, biz dünyaya adapte olmuşuz: oksijenin az olduğu dönemde dünyada insan yoktu mesela (sonradan ortaya çıktık); ormanda iki gece yalnız kalsak bizi parçalayacak veya zehirleyecek hayvan ve böcek dolu etraf – bakteri/virus/mantar türlerini saymaya bile gerek yok; kulaklarımız bile ses dalgalarını toplayabilmek için çanak anten şeklinde; örnekleri uzatmaya gerek yok… Demek istediğim, o dönemlerde (mezhep imamları gibi) ameli ve itikadi mezhepleri/sistemleri ortaya atan/geliştiren insanlar çok değerli olsalar da bugün artık ‘mızrak çuvala sığmaz oldu’. Bilimin bulduğu-bulacağı şeylere gözümüzü kapatarak bir yere varamayız – bu mantık nihai olarak Allah’ı ve sünnetini daha iyi anlamamıza engel olacaktır.
Evrim teorisi de (ortodoks Sünni) din anlayışımızı temelden sarsan buluşlardan birisi. Bilmeyenler için biraz açıklamaya çalışacağım bu blog yazımda: öncelikle “mikro” evrimin (tırnak içerisinde yazıyorum çünkü ‘mikro/makro’ diye bir ayrım yapılmıyor bilim çevrelerinde – ama insanlar böyle ikiye ayırınca daha iyi anlıyorlar) gözle dahi görülebilen bir olgu olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Görsek de görmesek de (görmek istemesek de) her tür genetik olarak evrilir ve nihai olarak yaşadığı ortama adapte olur – adapte olmak zorunda yoksa tür zamanla yok olur. Basit bir örnek olarak insanlarda cilt rengi kullanılabilir: Siyahi insanlar nasıl yaşadıkları ortamlara (Afrika’nın güneşine) adapte olmuşlarsa, beyaz insanlar da kendi (az güneşli) ortamlarına adapte olmuşlardır. Bu basit şekliyle evrimdir. Örnek olsun diye: ilk atamız (bizim inancımıza göre Hz. Adem**) belki de siyahiydi. Fakat zamanla (belki binlerce sene sonra) soyundan gelen insanların genlerinde doğuştan cilt renklerini değiştiren mütasyonlar oluştu ve on binlerce yıllık zamandan sonra bembeyaz, simsiyah ve arası tonlarda insanlar ortaya çıkıverdi dünyanın dört bir yanında (detay). Fakat bu tarz evrim illa başka türlere yol açacak anlamına gelmez. Bu örnekte olduğu gibi siyahisi de, beyazı da (ve arası tonlardakiler de) insan. Başka bir örnek olarak geçen senenin grip aşısının bu sene işe yaramamasının sebebi de ‘mıkro’ evrim (mekanizma: Antigenic drift).
İlk Darwin’in bilimsel bir çerçeveye oturttuğu, sonraki 150 yılda daha da geliştirilen ve güçlenen ‘Evrim teorisi’ ise bu ve buna benzer gözlemleri kullanıp işi birkaç adım öteye taşıyor (“mikro” evrimden “makro” evrime). Çok basitleştirerek (avamca; ‘doğal seleksiyon’, ‘mütasyon’, ‘genetik kayma’, ‘gen akışı’ gibi teknik terimlere girmeden) söylersem, diyorki “nispeten böyle kısa zaman dilimlerinde (binlerce senede) bile evrim kendisini gösterebiliyorsa, milyonlarca (hatta milyarlarca) senede başka türlerin ortaya çıkmasına da sebep olabilir. Öyleyse ilk yaşam formlarının ortaya çıktığı ~3.5 milyar sene öncesinden başlayıp bugünlere doğru gelen hızlandırılmış bir film izleyebilsek, şu anda gözlemlediğimiz her canlı türünün o (bakteri gibi tek hücreli) tek atadan evrimleşerek meydana geldigini görecegiz.” Bu hipotezi desteklemek için sadece bir örnek verecek olursam: Bir kara parçası olarak ~88 milyon sene önce Hindistan altkıtasından fiziki olarak ayrılan Madagaskar adasında bulunan on binden fazla bitki türünün %90‘ından fazlasının dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamasının sebebi (“makro”) evrimdir – yani uzun zaman (milyonlarca yıl) boyunca genetik karışım olmadığı için Madagaskar’a adapte olan bambaşka türler oluşmuş.
Şimdi gördügümüz ya da çoktan yok olmuş milyonlarca tür arasındaki ilişkilerin tartışmaya açık spesifik tarafları olsa da – ki elinize düzgün bir evrimsel biyoloji (evolutionary biology) kitabı/makalesi alsanız bunları sıralarlar – bilimsel bir şekilde evrim teorisine toptan karşı çıkmak imkansız hale gelmiştir. Hatta bir adım öteye gidersem, evrim teorisine artık hakikat gözüyle bakan bilim insanı sayısı böyle bakmayandan kat kat daha fazla (“aslında simülasyonda yaşıyoruz” vs. diyenleri de katıyorum bu ikinci gruba). Batıda üst düzey bilim insanlarıyla hemdem olmamışlar için yazıyorum: Bu insanların çoğu inanılmaz akıllı ve açık görüşlü insanlar – hiçbiri laf olsun diye ‘evrimci’ olmuyor. Yazdıkları makaleleri anlamaya kalksak çoğumuzun ilk paragrafta başı ağrır. Fakat genellersem “Orta Doğulular” (ya da müslümanlar) olarak komplo teorilerini çok seviyoruz ve çok kaliteli insanları dahi karalamayı ve aşağı çekmeyi becerebiliyoruz. İnternette bir sürü komplo teorisi yayan sitelerde görebileceğiniz gibi “aslında Tanrı’nın var olduğunu biliyorlar ama ruhlarını Şeytan’a satmışlar; ondan evrim teorisini insanlara pompalıyorlar” tarzı palavralara inanan çok maalesef.
Bilim insanları ellerindeki bulgulara göre evrim teorisine inanıyorlar ve bu teoriyi bir “bilimsel model” olarak kullanıyorlar. Ayrıca Darwin’in 1859’da ilk defa ortaya attığı ‘Evrim teorisi’ de zamanla tabir-i caizse ‘evrilmiştir’ ve bugüne kadar yapılan genetik, paleontolojik, biyokimyasal çalışmalarla bambaşka bir hal almıştır. Yani ‘Harun Yahya’ ve benzeri sözdebilimci/bilim düşmanı grupların sık yaptıgı gibi “Darwin yerle bir edildi!” deyip bunu “evrim teorisi yerle bir edildi!” anlamına getirenlere kanmayın. İngilizler atalarına büyük saygı gösterirler ve Darwin’in ~150 sene önce söylediği birçok şeyin şimdi yanlış olduğu bilinse de, müthiş bir bilim adamı ve biyolojinin her alanına katkısı çok büyük olduğundan, sonraki bilim insanları saygılarından birçok önemli buluşu hala Darwin’e atfeder. Bu yüzden evrimsel genetik alanındaki gelişmeleri fazla takip edemeyen birisine de evrim teorisi sanki hala Darwin’in söylediği versiyonuyla kalmış gibi görünebilir. Evrim teorisi her zamankinden daha güçlü ve neredeyse yıkılmaz (bilimsel) surlar arkasında. Evrim teorisinin yanlış çıkması bilim tarihinin açık ara farkla en büyük şoku olur – bunun için binlerce makalenin yalan/yanlış cıkması gerekir ki böyle birşey imkansız, çünkü bu araştırmaları yapan sadece bir insan ya da grup degil; onlarca farklı ülkeden, yüzlerce farklı alandan (genetik, paleontoloji, veri bilimi, biyokimya) uzman yayınlıyor bu makaleleri.
Ben de yaklaşık on senedir genetik alanındayım ve genetikle ilgili okuduğum akademik makale/kitap sayısı bini geçmiştir. 18 yaşında, Türk insanının birçoğu gibi, evrime kesinlikle inanmayan birisi olarak çıktığım bu yolda, şimdi otuzuna dayanmış ama evrim teorisinin (çok çok yüksek ihtimalle: %99.999…) doğru olduğuna inanan birisi olarak devam ediyorum. Bunları söylerken de beş vakit namazını kılan ve Allah’ın varlığına tüm kalbiyle inanan birisi olarak söylüyorum. Bu konuda degiştigimi de söylemekten hiç gocunmuyorum. Banal olacak ama insan devamlı öğrenmeli ve inançlarını yeni bilgiler doğrultusunda sorgulamalı. Ama insanların çoğu “benim inançlarım doğru çıkmalı!” gözlügüyle bakıyor olaylara ve yanlış olma ihtimalini dahi düşünmek istemiyor – çünkü “bugüne kadar bildiklerim (büyük ihtimalle) yanlışmış” deme cesareti çok az insanda var. Benim öyle bir derdim yok; olmadı.
Evrim teorisi konusunda neden böyle düşündüğümün sebeplerini de kısaca sayarsam: Birincisi, Allah bizi (bilimle, fosillerle vs.) kandırmaya çalışmaz. Ikincisi, ne Kuran’da ne de hadiste, ilk insanların (Hz. Adem ve Havva’nın) yaratılışıyla ilgili mahiyetini tam olarak bilmediğimiz detaylar bulunsa da, insandan önceki canlılarla ilgili neredeyse hiçbir şey yok. Popülasyon genetiği alanındaki araştırmalara göre (modern) insanlar son 150-200 bin senedir bu dünyadalar. İlk canlıların ~3.5 milyar sene önce ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, insanların dünyada bulunma süreleri bazı türlere nispeten çok kısadır. Eskiden olup da şimdi aramızda bulunmayan bir sürü canlının fosili bulundu (dinazorlar, trilobitler, Neandertallar gibi) – ve eldeki milyonlarca fosile bakıldığında, en geçmiş zamandan şimdiye doğru bir film şeridi gibi canlıları izleyebilsek, ilk canlıların gittikçe daha türlü hale geldiğini ve çogunun kompleksleştiklerini göreceğiz***. Din konusunda uzman değilim fakat bununla ilgili de hiçbir ayet veya hadise rastlamadım (yani “Allah milyarlarca sene önce tek hücreli canlıları yarattı; sonra şunları; sonra da dinazorları…” gibi. Bilen varsa yazsın lütfen). Bütün bunları ve evrim teorisini destekleyen bulguları**** birleştirince Allah’ın bildiğimiz-bilmediğimiz tüm canlı türlerini evrimi kullanarak yaratmış olduğuna inananlardanım.
Benim bir bilim insanı olarak amacım hakikati araştırmaktır – her insanın da böyle olması lazım ama çoğumuz bir şeye inandık mı hakikate dahi gözümüzü kapatıyoruz. Bilime gözünü kapatan, Allah’ın en önemli eserlerinden biri olan ‘kainat kitabı’na da gözünü kapatmıştır. Bilim insanlarının yaptığı gibi sorgulamadan, araştırmadan, diğer uzmanların sordukları sorular üzerine samimane kafa yormadan “benim dediğim doğru!” diyen her insan tam anlamıyla zırcahildir, kibir abidesidir – ve kibir Allah’ın en sevmediği hasletlerden biridir. Allah (kibirsiz) sorgulayan insanları sever; insan sadece sorgulayarak ‘tahkiki iman’a ulaşır.
Ben öğrendiklerim ışığında artık şu noktadayım: Allah tüm türleri (species) evrimle yaratmışsa da şaşırmam; (çok gizemli bir şekilde) direkt yaratmışsa da. Ama (“eviren”in O olduğunu varsayarsak) birinci senaryonun ikincisine nazaran çok daha güzel; akla ve Sünnetullah’a da daha uygun olduğu kanaatindeyim*****. Çünkü ~14 milyar sene önce kainat yaratılıp, bundan ~10 milyar sene sonra dünyadaki ilk canlıya hayat “üflendikten” ve (DNA, metabolizma, algılama gibi) gerekli biyolojik mekanizmalar verildikten sonra evrimle herşey yine Allah’ın akıl sır erdiremediğimiz yüce planı ve koyduğu kurallar içinde/sebep-sonuç dairesinde işlemeye devam ediyor.



Uzadı… Kısaca özetlemek gerekirse söylemek istediğim haddini bilen ve gerçeğin peşinde olan bir insan, bilim insanlarının saf olmadığını, çoğumuzdan daha akıllı olduklarını, (bundan bahsetmek bile utanç verici ama) komplo teoricilerin bize anlattığı gibi “aslında biliyorlar ama Şeytan’a hizmet ediyorlar” gibi bir durumun olmadığını bilmesi gerekir. Bilim modellerle ilerler ve biyoloji alanında şu andaki en iyi ‘bilimsel model’ de evrim teorisidir. Ben dahi evrim teorisini kullanarak ilk defa ya da az görülen mutasyonların proteinler üzerindeki etkilerini tahmin etmeye çalışıyorum ve kullandığım algoritmaların başarı oranı %80’lerin üzerinde.
Umarım kendimi anlatabilmişimdir. Bu konu/hamur daha çok su götürür; bu yüzden burada bırakıyorum. Bu arada insanların evrime inanıp-inanmaması beni çok ilgilendirmiyor – yazıyı entelektüel bir sorumluluk olarak gordügüm için yazdım – fakat evrim teorisi düşmanlıgı insanları bilim insanı düşmanlığına, sonra da tamamen bilim karşıtı olmaya doğru ittiğini gözümle gördüm kaç defa (ben de gençken kısmen bu gruptaydım). Böyle insanlar sonra aşı karşıtı, ve ya homeopati ve ‘düz dünya’ gibi saçmalıkların savunucusu oluyorlar. Bunu engellemek için ben de kendi çapımda bana düşeni yapmak istedim******.
Belki ilginç gelmiştir ama yazımda ateizm’den hiç bahsetmedim. Çünkü evrim teorisiyle ateizm farklı şeyler. Ateizm, tanrının olmadığına dair bir inanış, evrim teorisi ise – yukarıda bahsettiğim gibi “tüm canlıların ilk atası”nın ortaya çıkmasından sonra – şu anda dünyada bulunan milyarlarca türün neden ve nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan bilimsel bir teori/model/mekanizmadır. Her evrim teorisine inanan ateist değildir çünkü evrim teorisinin dogru olup-olmamasının Allah’ın varlığıyla bir alakası yoktur – aynı dünyanın küre olup-olmamasının da bir alakası olmaması gibi*******. Ayrıca, ateizm evrim teorisinden önce de vardı. Yarın birgün (sanmıyorum ama) evrim teorisi yanlış çıkarsa – örneğin 3.5 milyar senelik bir hayvan fosili bulunursa – ateizm yine var olacak – çünkü ateistlerin Tanrı’nın varlığına inanmamalarının en önemli sebepleri bilimselden ziyade felsefidir (birkaç örnek: neden bu kadar çok kötülük/hastalık/şiddet var? Tanrı varsa, neden saklanıyor? dinler/dindarlarda bulunan bazı hurafeler; mutlak kadir, ezeli ve ebedi bir Tanrı anlayışını “mantıksız” bulmaları). Evet; bugün ateistlerin çoğu evrim teorisine inanıyor ve bunu inanışlarını desteklemek için kullanıyorlar gibi görünüyor ama hepsi değil. Örneğin Çin’de neredeyse ülkenin tamamı ateist/Budist ama evrim teorisini gerçekten anlayanların sayısı nispeten çok azdır. Ateistlerin bakış açısını çok önemli bir ateistin perspektifinden öğrenmek isterseniz Prof. Richard Dawkins’in ‘God Delusion’ kitabını tavsiye ederim. Müslümanlar olarak bizlerin Allah’ın varlığına dair kullandığı her argümana (kendilerine göre) mantıklı cevapları var ama hepsi tartışmalı tabi.
Son olarak, benim müslüman olarak kalmamın sebebi bilim değil, Efendimiz (Sav)’in hayatı ve Kuran-ı Kerim’dir. Bugünün (her dinden) dindarlarının paçozluk ve cehaletini görünce, Efendimiz’i doğru bir şekilde tanımayan bir insanın ateist veya din düşmanı olmasını da kesinlikle yadırgamıyorum.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarınızı bekliyorum…
Dipnotlar
*Şu anda Leicester Üniversitesinde (İngiltere) bir Genetik Epidemiyolog olarak çalışıyorum ve grup olarak insanlarda akciger fonksiyonunu ve kronik obstrüktif akciger hastalığını (KOAH) genetik olarak araştırıyoruz. Elimize yüzbinlerce insanın genetik ve fenotipik (yaş, cinsiyet, sigara içiyor mu?) datası geçiyor ve bu bilgileri “süper bilgisayarlar” aracılığıyla istatistiki modellere tabi tutarak (“fit” ederek) hangi genlerin iyi bir akciğer fonksiyonu veya KOAH için önemli olabileceğini bulmaya çalışıyoruz. Umuyoruz ki yaptığımız buluşlar ileride insanlara faydalı bir ilaçla sonuçlansın. Detaylari bu iki yazimda okuyabilirsiniz: Bir bilim ve genetik reklamı & Searching for “Breathtaking” genes. Literally!
**Allah, (150-200 bin sene önce dünyada yaşayan) Homo sapiens‘lerin (modern insanların) arasından ikisine Hz. Adem ve Havva’nın ruhunu ‘üflemiş’ olabilir. Bu benim için şaşırtıcı olmaz. Çünkü, objektif olarak karşılaştırdığımızda, modern insanları Neandertaller (Homo neanderthalensis) ve Denisovalılar (Denisova hominins) gibi diğer insan türlerinden, ve şempanze gibi genetik olarak yakın hayvanlardan ayıran faktörün genler ve biyolojiden çok aradaki ilim farkı olduğunu görüyoruz. Meleklerin Allah’a “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” sözü bu şekilde de manidar oluyor – çünkü modern insana (Homo sapiens) benzer yaratıklar da birbirlerinin kanını dökmüşlerdi.
***Dünyada yaşadığı bilinen canlı türlerinin tarih cetveline (timeline) bakabilirsiniz: https://en.wikipedia.org/wiki/Timeline_of_the_evolutionary_history_of_life
****İngilizce bilenlere Richard Dawkins’in “The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution” kitabını ve yukarıdaki “What is the evidence for evolution?” videosunu tavsiye ederim.
*****Allah bir insanı bile yaratmaya karar verdiğinde o insanı dünyaya ‘ışınlamıyor’. Anne rahminde ~9 ay geçiriyor; sonrasında da belki 20-25 yaşına kadar kendi başına bir ‘birey’ olmuyor o insan. Herşey bir süreç sonucunda yaratılıyor.
******Uydurma bir senaryo çizmek istiyorum: Örneğin, 1920’lerde yaşıyoruz… Bilim fazla ilerlememiş ve büyük bir veba salgını var. Milyonlarca insan ölüyor ve bütün imamlar hutbelerinde: “Bu işlediğiniz günahlardan dolayı Allah’ın bize gönderdiği bir beladır; çekeceksiniz başka çaresi yok!” diyor. Bir bilim insanı da çıkıp “Hayır; benim gözlemlerime göre büyük ihtimal bunun sebebi farelerden bulaşan gözle göremediğimiz birşey. Araştırmam lazım!” dese ve karşılıgında da “Ne demek yani; Allah göndermedi mi bunu? Bu adam Allah’a şirk koşan sapık bir kafirdir!” damgası yese kaçımız – “kafir” damgası yeme ve toplumdan dışlanma pahasına – o bilim insanının tarafında yer alırdık? Evrim’deki gibi ortada herkesin gözle dahi görebildiği birşey var: veba hastalığı. Fakat mekanizma olarak biri “Allah istedi; oldu“, diğeri ise “(Allah istedi/istemiş olabilir – bunu objektif olarak bilemem/kanıtlayamam – fakat) bunun biyolojik sebebi bir bakteridir” diyor.
*******Fakat ‘din anlayışımız’la bir alakası vardır. Eğer din anlayışın “dünya düzdür” diyorsa, tonlarca somut bilimsel delille küre olduğu ıspatlanmış dünyanın küre olup-olmadığını değil, din anlayışını gözden geçirmen/sorgulaman lazım.

PS: Yıllar önce evrim teorisi ve ateizmle ilgili görüşlerimi 2009’da önce Leicester Üniversitesi öğrencilerinin hazırladığı bir gazetede, sonra da (daha uzun bir şekilde) “God of Science” adlı yazımda paylaşmıştım. O günler ateizm’le ilgili söylediklerimin çoğuna hala katılsam da, evrim teorisi konusunda tamamen değişmişim 🙂 Bunu da gururla söylüyorum. Maalesef sorgulayanların sevilmediği, dogmatik bir milletiz. Hakikatin peşinde koşmanın ve bilimin önemini anlarsak, Allah’ı daha iyi tanıyacağımızı düşünüyorum.
PPS: Yazıyı paylaştığım günün (bugün 12 Şubat’ın) dünyada “Darwin günü” olması da ayrı bir tesadüf/tevafuk.
Ek 1 (18/05/2019): Konuyla ilgili bir Twitter zinciri (thread)
Ek 2 (03/12/19): Evrim Ağacı’ndan konuyla ilgili eğitici bir video
Ek 3 (30/04/20): Makale tavsiyesi
Kısaca ‘Neden ve nasıl bir müslümanım?’ (ama >%10 da agnostiğim) (Not: önem sırasına göre sıralanmadı)
1- (Tek) Tanrının varlığını (biliyormuş gibi) ‘hissediyor’ olmam
Özellikle baba olduktan sonra bu duygu çok arttı. Oğlumun geçtiği her aşamayı izledim ve bir insanın/canlının nasıl açıklanamaz bir mucize olduğunu gözlerimle gördüm.
(Not: Bu sebep bazen – karşılaştığım olaylar sonrasında az ya da çok – sarsılıyor ama hala önemli bir sebep benim için)
2- İslam dininin özünde çok güzel ve (alternatiflerine göre) özel bir din olması: a) Öncelikle, senin bir yaratıcın var; ona karşı mütevazı ol (Allah’a şirk koşma!) – herşeyi ondan iste (aciz bir mahluk olduğun için de mütevazı ol). b) Kısa ömrünüzde güzel işler yapmaya çalışın; sorumluluk sahibi olun (emri bil maruf, nehyi anil munker); imtihan dünyasındasın: yaptıklarından da yapmadıklarından da sorguya çekileceksin. c) Kesinlikle başkalarının hakkına girme; Allah affedicidir ama her kuluna (fakir-zengin, ünlü-ünsüz farketmiyor) çok değer veriyor – bu yüzden kendi hakkını affetse bile onların hakkını senden alacak. d) Sorgulamaya (tahkiki iman taklidi imandan daha efdal) ve ilim/bilim öğrenmeye (Kıyamet günü, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir – Hadis) teşvik ediyor. e) Allah’ın “esma-ül hüsnası” (Halim, Rahman, Rahim, Selam gibi) sadece iyilik, sevgi ve affetme temelli değil, (Adil, Kahhar, Kabıd gibi) adalet, zorluk ve ceza temelli isimlerden de oluşuyor. Ayrıca, Batın ve Hakim isimleri de evren ve hayatın – bazı kısımları hoşumuza gitse de gitmese de – neden böyle gizemli, hatta anlaşılmaz ve hakikatinin araştırmaya değer olduğunun bir emaresi…
3- Kuran’daki bazı – bana göre direkt ilahi olduğu belli olan – ayetler: Peygamberi eleştiren/ikaz eden ayetler; “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı gerektiği tarzda tazim ederler” (Fatir, 28); “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez” (Necm, 39); “O, insanı bir damladan yarattı. Fakat bir de bakarsın ki Rabbine apaçık bir hasım oluvermiş!” (Nahl, 4); “Allah size, emanetleri/işi ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hüküm vermenizi emreder” (Nisa, 58); “O insana kalemle yazmayı öğretendir” (Alak, 4) gibi ayetler…

4- Birçok duygusal ya da mantıksal sebep: örneğin, a) İslam’ın yok olmamış ya da Afrika’da birkaç kabilenin inandığı bir din olmaması önemli; b) önceki büyük dinleri ve peygamberleri tasdikliyor (ya da tamamen yalanlamıyor) olması – onların da “ileride gelecek bir peygambere” işaret etmesi (örnek); c) İslamı, Hz. Muhammed gibi doğruluğu (örneğin – Duha suresinde de bahsedildiği üzere – bir süre vahiylerin kesilmesini hiçbir menfi sebeple açıklayamam) ve adaletiyle bilinen ve davasına tüm kalbiyle inanmış bir peygamberin (örneğin, günde en az 5 vakit namaz ve her yıl en az bir ay oruç tutmayı hiçbir menfi sebeple açıklayamam), Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Halid bin Velid gibi ‘kimseye eyvallahı olmayan’, zamanının çok önünde ve (kendi alanlarında) başarılı figürlerin temsil etmesi de inancımın güçlenmesine katkıda bulunuyor. d) Ayrıca, Hz. Muhammed’in ‘veda hutbesi’ni verdikten ve Kuran tamamlandıktan kısa bir süre sonra vefat etmesi de önemli bir delil benim için.
5- Ateizm’in temeli olan Materyalizm’in – bana göre – bazı olguları hiçbir zaman açıklayamayacak olması: Örneğin felsefede ‘Emergent properties’ (ortaya çıkan yeni özellikler) diye bilinen olgu – mesela Hamlet, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler gibi şaheserlerin yazılmasını hangi fizik kuralı ile açıklayabilirsiniz? Futbolun kuralları nereden geldi? Ortada ‘kreatif’ (ve bana göre Doğa bilimleriyle hiçbir zaman anlayamayacağımız) birşey var. İnsan şuurunun – her ne kadar fiziki alemle (beyin aracılığıyla) bağlantısı olsa da – hiçbir zaman nöroloji, kimya, algoritmalarla vs. tamamen açıklanamayacağına (ve kontrol edilemeyeceğine) inanıyorum. Yani Determinizm’e inanmıyorum; bir yöne meyilli olsak da özgür bir irademizin olduğuna inanıyorum. Ayrıca, şuurun – mahiyetini anlamadığım bir şekilde – ‘tanrısal/metafiziksel’ bir olgu olduğuna inanıyorum.
6- Herkes söylediği için artık banal oldu fakat (bizim ilmimize kıyasen, fizik, matematik, biyoloji, kimya bilgisi) sonsuz bir ilim sahibi bir zaatın anca bu kainatı yaratabileceğine inanıyorum. Bu da Islam’daki (herşeyi bilen, herşeye kadir) ‘Allah’ (‘The God’) tanımına uyuyor.
Fakat gördüğünüz gibi yukarıda saydığım nedenlerin bazıları duygusal, bazıları da mantıksal – ama hiçbiri bilimsel değil! Bunu da kabul ediyorum; agnostik kısmım da buradan geliyor. Kafamdaki birçok sorunun** cevabını bilmiyorum; çok araştırdım; sordum; bildiğini iddia edenlerin de bilmediğini üzülerek gördüm. Şunu da belirtmem lazım: insan hayatın gizemleri karşısında bazen sadece ‘bakakalıyor’. Her zaman yeni şeyler öğreniyor, gözlemliyor ve hayretler içerisinde kalıyorum. Aklımın almadığı konularda haddimi bilip, susuyorum – asla kesin konuşmamaya dikkat ediyorum ama sorgulamaya ve araştırmaya devam ediyorum.
Ayrıca – yazının başında da belirttiğim gibi – eskiden kalma İslam anlayışının da yeni bilgiler karşısında yetersiz kaldığını görüyorum*. ‘Yeni’ fikirlere ve – daha da önemlisi – cesur ilim/bilim insanlarına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Son birkaç haftada rahmetli dedemi, Isaac Newton, Cem Karaca, Barış Manço, Sokrat, Muhammad Ali, Robin Williams, Steve Irwin (liste uzun…) gibi farklı insanları da düşündüm – belki saatlerce… Görüşmelerim ve kişisel araştırmalarım sonuçsuz kaldı – tatmin edici birşey çıkmadı. Ondan bir de buradan yazmak istedim – ulaşanlara şimdiden teşekkürler
Dipnot (Kısaca neden müslümanım?)
*İslam, bugünkü (ve belki de son 600-700 yıldır) yaşandığı haliyle (kadınlara, gayrimüslimlere, azınlıklara, bilim ve felsefeye bakışıyla) evrensel bir din değil. Fakat bazı ayetlerin bile sonradan neshedildiğini göz önünde bulundurursak, fanatikler/bağnazlar tarafından sık kullanılan birçok (sahih) hadisin de sonraki hadis/sünnetlerle neshedildiğine inanıyorum. Bu yüzden bir hadis ya da ayeti kullanıp, evrensel değerlere ya da bugünkü bilime ters argümanlar üretenlere:
1- “Bu ayetin sebeb-i nüzulü neydi?” ya da “bu hadis söylendiği dönemdeki/esnadaki şartlar/kontekst neydi?”, ve
2- “O ayet/hadisten sonra bu ayet/hadisle çelişen başka bir ayet/hadis indi mi?”
diye soruyorum. Cevap veremeyenleri de kâle almıyorum…
Özellikle veda hutbesi benim için birçok konuda mihenk taşıdır, çünkü, Efendimizin (sav) en son sözlerindendir ve bugün için bile (cinsiyet ve ırk eşitliği, sosyal ve hukuki adalet, barış içinde yaşama gibi konularda) evrensel mesajlarla doludur.
Fakat şunu da unutmamak lazım: Peygamber dahi ‘zamanının çocuğuydu‘; bu yüzden insanlığın ondan alacağı çok önemli ahlaki, sosyal ve siyasi ders ve ilhamlar olsa da genetik/moleküler biyoloji, paleontoloji, kuantum fizik, kimya, astronomi, elektronik, programlama gibi alanlardaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere “Kur’an ve Peygamber bu konularda fazla birşey söylemedi” diye göz kapamak veya önemsememek büyük bir cehalet ve insana verilen potansiyele ihanettir.
**Bazı örnekler: ‘Kader’ nedir? ‘Özgür’ irademiz var mı? Cevap ‘hayır’sa, imtihanın mantığı nedir? Cevap evetse, psikolojik sorunları olan veya (demanslı insanlar gibi) beyninde hasar oluşan insanları nasıl açıklarız? Çocuk ölümleri? Elektrik, insulin, internet, evrim teorisi (ve fosiller), quantum fiziği, aşılar (liste uzun…) gibi çok büyük buluşları peygamberlerin yapmaması ya da tartışmamasındaki hikmet nedir?

Hz Adem hakkında: Belkide tüm genler bakımından melezdi ve bu yüzden sonraki insanlar çok fazla çeşitliliğe sahip oldular.
Bir insanda bu kadar mutasyon olamaz – boyle birseyi destekleyen bir bulus da yok. Ayni zamanda su anda insan populasyonlarinda bulunan cogu varyant/mutasyon, son 5-10 bin senede ortaya cikma (Ornek haber: https://www.wired.com/2012/11/recent-human-evolution-2/). Yani (inananlar icin) Hz. Adem’den cok cok sonra. Cok fazla mutasyon olusuyor jenerasyonlar gectikce ve toplumlar buyudukce.
Imkansiz demem hicbir seye fakat hem yesil goz, hem renkli sac, ayni zamanda melez/siyahi ten, biraz cekik goz vs. (anlasildi sanirim) biraz ucuk bir insan tipi gibi geliyor.
size bir kaç soru sora bilirmiyim?
size bir kaç soru sora bilirmiyim?
Teşekkürler Mesut Bey,
Yazınızı büyük bir ilgi ve zevkle okudum.
“Yeryüzünü dolaşınız ve, O’nun yaratmayı nasıl başlatmış olduğunu iyice düşününüz” (Ankebût, 20).
“Allah, her canlı varlığı sudan yarattı” (Nur, 45).
“Gökleri ve yeri yoktan var eden O’dur. Her şeyi yaratan O’dur (En’am, 101).
Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, bütün canlıların kökeni ortak olup, geçen zaman içerisinde farklı evrimsel süreçlerden de geçirilerek bugünkü hallerini almış olabilirler. Tüm canlıların evrimsel süreçlerden geçmiş olması; Allah’ın olmadığı, Allah’ın evrimin yönünü belirlemediği veya müdahale etmediği anlamına gelmez.
Belli ki Big Bang’dan itibaren, kainattaki her oluşun arkasında görünmez bir el, süper bir akıl, dizayn ve kudret daima gelişimin mahiyetini ve yönünü belirlemiştir. İlim de bize Allah’ın “düşünün, araştırın” dediği konuların cevabını buluyor. Bu şekli ile bilme şaşı bakmak, Allah’ın kanattaki sünnetine şaşı bakmaktır. Bütün bilimler bizlere Allah’ın ilmi, kudreti ve kainatta, iş yapma usül ve yöntemleri hakkında bilgi vermektedir. Hepi güzeldir, faydalıdır. Doğmatik düşünce İslami de değildir, insani de…
Tüm insanların atasının Hz Adem olduğu pek çok sahih hadiste geçiyor. Bu durum evrimle nasıl yorumlanabilir
Yazımın son kısmında da (yarım-yamalak) belirttigim gibi Allah, (150-200 bin sene önce dünyada yaşayan) Homo sapiens‘lerin (modern insanların) arasından ikisine, Hz. Adem ve Havva’nın ruhunu (tabiri caizse) uflemiş olabilir…
Peki iki kişinin yani Hz adem ve Havva soyundan bütün insanların dünyaya gelmesinin bilimle çeliştiğini söyleyenler var 2 kişiden değil de en az birkaç bin atadan insanlar türemiştir diyorlar bu görüş hakkında ne dersiniz
Soruyu en iyi sekilde cevaplamak icin ‘insan’ ve ‘ata’ kavramlarini tanimlamak lazim once. Bu da bir tez konusu olur.
Bunlari duzgunce tanimladiktan sonra kisaca sunu gorecegiz: BUGUNKU* 7 milyar insanin aile agacina baksak belki birkac atadan gelmis olabilir ama TARIH BOYUNCA gelmis-gecmis butun insanlar (~100 milyar Homo sapiens) tek bir atadan gelmistir.
*tarih boyunca yok olmus bir suru insan (Homo sapiens) toplulugu/kabilesi var ve bugun onlardan eser yok
Aynen bende bunu düşünüyorum nisa suresi ( biz insanlari evire evire yarattik).
“Ve yalnız onun soyunu(Nuh) kalıcı kıldık.”saffat77
“Ey Nuh’la beraber gemiye bindirip kurtardığımız insanların soyundan gelenler” isra 3
Bu ayetleri beraber değerlendirdiğimizde 2.atamız sayılan hz.nuh soyundandan gelenler ifadesini ,Nuh ve çevresindeki insanlar diye algılayabiliriz.Yani o toplulukta kafirler degil ,nuh ve etrafındaki inananlar kazandı ve dünyadaki insanların atası oldular…
Hz adem ile ilgili hadislerde Adem ve etrafındakilerin soyu olanlar anlamına gelebilir.
Peki örneğin memelilerin atası nasıl ve neden oluştu? Omurgalılar hayatlarından memnun değillerdi de Bebeklerini artık karınlarında taşımaya mı karar verdiler? Karnında beslenme sorununu da dahiyane bir fikirle bebeğin göbeğinde bir kanal açıp arada kusursuz bir göbek bağı kurarak halletmeyi mi düşündüler? Şimdiki bilim bile bu kadar gelişmemişken birkaç milyon yıl önce Bu kadar komplike bir sistem neyin, kimin aklına geldi ve oluştu? Yavru doğarken de beslenme olayının artık bu göbek bağıyla sağlanamayacağını, yavruya uygun büyüklükte içinde besin barındıran bir organın oluşması gerektiğini kim biliyordu? Bu sistem milyon yılda evrimleştiyse İlk yavru ne zaman annesinin karnında yerini aldı? Bu kadar uzun bir süreçte başarısız denemeler sonucu binlerce türün yok olması gerekmez miydi?
Küçük bir bilim kurgu yapalım o halde.. Bir omurgalı canlı grubunu alıp ideal bir ortamda nesiller boyu yaşatsak yüzbinlerce yıl, belki birkaç milyon yıl sonra yine içinden besin çıkan memeler oluşup, yavrularını göbeğinden besleyecek şekilde bir karnında taşıma mekanizması üretebilir mi bu evrim? Ve birkaç milyon yıl daha bekleyince de bu evrimin sonu, bilim yapan bir insana kadar varır mı yine? Hep aynı şey mi oluyor, hep aynı senaryo mu?
Yazdiklarimin tam olarak hangi kismiyla ilgili sorunuz anlamadim fakat bu sorulari daha spesifik ve ‘test edilebilir’ hale getirip (bu haliyle fazla teorik ve daginik), arastirma konusunda herkes serbest – cevaplari oturdugumuz yerden bulamayacagimiz kesin. Ayrica bu sorularin bazilarinin cevabini bugun bilmiyor olmamiz, bu sorularin bilimsel/mekanistik bir cevabinin oldugu gercegini degistirmiyor.
Bu sorularin cevabini ilmihalde de bulamayacagiz… O zaman bilim yapmamiz ya da bu ise omrunu harcayan bilim insanlarina itimat etmek lazim. Ama “bu konuda bilim insanlarina guvenmiyorum” diyorsaniz, siz kendinizi (ya da cocuklarinizi, sevdiklerinizi) evrimsel biyolog olarak yetistirin ve sordugunuz sorularin cevaplarini arastirin.
Yazimda da genel mesaji anlattigimi umuyorum. Evrim veya evrim teorisini kabul etmeyenlerin farkli bir hipotez uretmesi lazim. Ben de aklima gelen iki ‘muhtemel’ hipotezi yazdim ve bunlarin eldeki bulgularla catistigindan bahsettim. Fakat evrim teorisinin on yillardir her tur alandan (biyokimya, paleontoloji, hatta biyofizik) ‘saldirilarina’ ragmen daha da guclu ciktigi asikar.
Tesekkur ederim okudugunuz ve fikrinizi paylastiginiz icin. Kolayliklar dilerim!
Mesut
Bunların test edilebilir olmadığını siz de kabul ediyorsunuz. Tek hücreliden bu kadar çeşitlilik nasıl oluştu. İddia çok çok çok büyük ama delililler çok az ve test edilebilir değil. Evrimde bi konsensus oluşması umrumda değil. Hem evrimi yerçekimi gibi kabul edeceksin hem de Hz havva Hz ademin oluşmunda bilmediğimiz birtakım diye millete şüphe vereceksin. Statik evren modelinde de bilimde bir konsensus vardı ve dindarlara ağız açtırmıyolardı. Nitekim evrimi kabul etmeyen bilim adamlarının bilimsel olmamakla hatta şarlatanlıkla suçlanıp dışlandığını biliyoruz. Bkz Behe. Süper bir pcyle gerekli evrim mekanizmları madem labartuarda test edilemiyor(türleşmeyi kastediyorum. Zaten ortamda hem antibiyotik dirençli hem antibiyotik dirençsiz bakterilerin var olup da antibiyotik verilip sadece antibiyotik dirençlilerin ortamda kalmasıyla çeşitliiliğin!!! artması gibi türiçi olay değil. Ya da mitokondiri önceden bakteriydi bak ispatı bakteriye benziyor kendi dnası var ve halkasal demek ökaryotun içine sonradan girmiş işte evrim bu diyip subjektif yorumları kastetmiyorum.) adam gibi türleşme labaratuarda ya da en kötü ihtimalle bilgisayarda ispatlanırsa o yorumlar kabul edilebilir. Yine oyle konsesnsus var diye hakikakat bu denilemez. Yanlışlanabilir diye kabul edilebilr sadece. Ortada bu kadar sahte fosil faciası ve üstün ırk safsatası yüzünden milyonlar ölmüşken bunu hakikat kabul eden bilim adamlarının itlik yapmadığını(ya da bir takım para babası siyonistlerin baskısıyla) ikna olamayız. Evet teknolojilerini ilaçlarını da babalarının hayrına bilime katkı sunmak için deüil gayet para kazanmak ve ajanlık faaaliyetleri ve insanların bilinçaltı bilinçüstü manüpile ermek için kullandıklarını biliyoruz. Yani gayet de bilimi ve teknolojiyiitlik yapmak için kullananlar var. Bu adamların hatrına adem ve havvayı bilmediğimiz mekanizmalarla diye söze başlayıp kurana şüphe verdirmeye hakkın yok. Şüphe verdireveksen önce evrime şüphe verdirmlisin bikere hakikat hakikat aynı yerçekimi diyeceğine yanlışlanabilir diye söze başlaman gerekirdi. Bilimin kendi koyduğu kural bu.
Ali Burak Gündüz Bey, son cevabiniza (12/12/2020; 10:01) cevap opsiyonunu (yanlislikla ya da bilerek) kapatmissiniz; ben de kendime cevap yaziyorum.
Yazdiginiz seyler bir 20 sene onceki literaturde kalmis gibi gorunuyor. Son 20 senede genetik bilimi tamamen degisti desek yeridir: insan genomu sekanslandi, bircok eski insan/hominin genomu sekanslandi, CRISPR-Cas9 sistemi bulundu, neredeyse her hastalikla ilgili genetik bir altyapi arastirmasi yapildi… Benim yazim sizi tatmin etmediyse ve bu konuda ciddi sekilde gercegi arastiriyorsaniz Dawkins’in blogumda tavsiye ettigim kitabini okuyun derim – Turkcesi de var.
[…] Müslüman bir genetikçi olarak evrim teorisi hakkında görüşlerim (Mesut Erzurumluoğlu –… […]
Merhaba değerli meslektaşım Mesut Bey,
Ben Dr. Mustafa Şenol. Emekli Dermatoloji öğretim üyesiyim. “İnsana Dair” başlıklı bir çalışma yapıyorum. Ana konuları; mebde (başlangıç) ve mead (son) olarak belirledim. İnsanın yaratılışı konusunu araştırırken; Kur’an-ı Kerimde geçen “Nefs-i Vahide” konusuna açıklık getirilmesi gerektiğini gördüm.
İçinde “Nefs-i Vahide” geçen ayetler ve “Diyanet İşleri” mealinden alınmış mealleri:
1. Nisa Suresi 1. ayet:
Yâ eyyuhâ-nnâsu-ttekû rabbekumu-lleżî ḣalekakum min nefsin vâhidetin veḣaleka minhâ zevcehâ vebeśśe minhumâ ricâlen keśîran venisâ-â(en)(c) vettekû(A)llâhe-lleżî tesâelûne bihi vel-erhâm(e)(c) inna(A)llâhe kâne ‘aleykum rakîbe(n),
“Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabb’inize hürmetsizlikten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten de sakının. Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir”.
2. Enam Suresi 98. Ayet:
Vehuve-lleżî enşeekum min nefsin vâhidetin femustekarrun ve mustevde’(un)(k) kad fessalnâ-l-âyâti likavmin yefkahûn(e).
“O, sizi bir tek nefisten, babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta olarak yaratandır. Anlayan millet için ayetleri uzun uzadıya açıkladık”.
3. Araf Suresi 189 ayet:
Huve-lleżî ḣalekakum min nefsin vâhidetin vece’ale minhâ zevcehâ liyeskune ileyhâ(s) felemmâ teġaşşâhâ hamelet hamlen ḣafîfen femerrat bih(i)(s) felemmâ eśkalet de’ava(A)llâhe rabbehumâ le-in âteytenâ sâlihan lenekûnenne mine-şşâkirîn(e).
“Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır. Eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve bu halde bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı-koca, Rableri olan Allah’a: “Bize kusursuz bir çocuk verirsen, and olsun ki şükredenlerden oluruz” diye yalvardılar”.
4. Zümer Suresi 6. ayet:
Ḣalekakum min nefsin vâhidetin śümme ce’ale minhâ zevcehâ ve enzele lekum mine-l-en’âmi śemâniyete ezvâc(in)(c) yaḣlukukum fî butûni ummehâtikum ḣalkan min ba’di ḣalkin fî zulumâtin śelâś(in)(c) żâlikumu(A)llâhu rabbukum lehu-lmulk(u)(s) lâ ilâhe illâ hu(ve)(s) feennâ tusrafûn(e).
“Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah’tır. Hükümranlık O’nundur, O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyken nasıl olur da O’nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?”
AÇIKLAMA:
Klasik kaynaklarımızda “nefs-i vahide” Hz. Adem olarak yorumlanmış, Hz. Havva’nın da Adem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı kabul edilmiştir. Bu kabulün kaçınılmaz uzantısı olarak, ilk insanın kendi parçasıyla evlenmesi ve Hz. Adem ve Havva’nın çocuklarının birbiriyle evlenmesi şeklinde “ensest” olarak yorumlanabilecek değerlendirme ve ithamlara kapı aralanmaktadır. Halbuki İslam, bırakın kardeş evliliğini, sütkardeş evliliğini bile haram kabul ediyor.
Son zamanlarda, bilimsel verileri de dikkate alan bazı müfessirler ve araştırmacılar, bu klasik yorumun Tevrat kaynaklı olduğunu ve bu şekilde kabul edilmesinin kadınlar hakkında bir takım yanlış kanaatler oluşturabileceğini ileri sürmektedir.
Bunlara göre “nefs-i vahide” tamlaması; ilk kadın ve ilk erkeği oluşturacak, henüz cinsiyeti oluşmamış ilk canı, ilk maddeyi, ilk ana hücreyi kastetmektedir. Bu ana hücre, birisi kız, diğeri erkeği oluşturmak üzere ikiye bölünüyor. Bu iki hücreden, defalarca tekrarlanan bölünmeler sonucunda ilk erkek ve ilk kadın meydana geliyor. Bu şekilde, aynı anda çok sayıda erkek ve kadın yaratılmış oluyor. Bunların içinden seçilen ve Allah tarafında muhatap alınan bir çift insan “Adem ve Eşi” adıyla insanlığın temsilcisi oluyor.
Sizden iki konuda yardım talep ediyorum:
1. Hayatın tekamül sürecinde; tek hücreli canlıdan çok hücreli canlıya ve eşeysiz üremeden eşeyli üremeye geçiş konusundaki son bilgiler nelerdir?
2. Yukarıda meallerini verdiğim 4 ayet ve bilimsel veriler ışığında “Nefs-i Vahide” konusunda neler söylenebilir?
Katkılarınız için şimdiden çok teşekkür eder, selam ve mutluluk dileklerimi sunarım!
Dr. Mustafa Şenol
0 537 666 46 17
drmustafasenol.net
mstfsenol@hotmail.com
Merhaba Mustafa Hocam,
Cevabiniz icin tesekkur ederim.
Burada yazdiklarinizi emailim m.erz@hotmail.com‘a toplu bir sekilde yollayabilirseniz benim de daha iyi okuma ve yanit yazma firsatim olur.
Iyi gunler dilerim. Emailinizi bekliyorum.
Mesut
Teşekkürler Mesut Bey!
e-mail’inizi bilmediğim için buradan göndermiştim.
Şimdi bütün materyali e-mailinize gönderiyorum, selamlar, teşekkürler!
İNSANA DAİR
GİRİŞ
Yeryüzünde pek çok şeyin sırrını öğrenebilen insan, ruh (can) karşısında suskunluğunu sürdürmektedir. Tıbba Dair isimli çalışmamın Ruh-Nefs bölümünü hazırlarken, konunun genişletilmeye ve yeni açıklamalara muhtaç olduğunu farketmiştim. Muhtemelen, “Sana ruhtan soruyorlar! De ki: ruh Rabbimin emrindendir. Bu konuda size çok az bilgi verilmiştir (İsra: 85) ayetine yapılan bazı yorumların etkisiyle, bu alanda fazla söz söylemeye cesaret edilemediğini hissetmiştim. Diğer taraftan, hadis-i şerif, Hz. Ali’nin bir sözü veya kelam-ı kibar olarak çokça zikredilen “Nefsini bilen Rabbini bilir” sözünden de, sanki bu konunun araştırılmasına bir nevi teşvik olduğu sonucu çıkıyordu.
Maalesef, insanın mahiyeti konusunda dört başı mamur, efradını cami, ağyarını mani bir tanımlama henüz yapılamamıştır. İnsanoğlu, kendini tanımaya ve geçmişiyle ilgili esrar perdesini aralamaya her zaman özel bir merak duymuştur. Kur’an; akıl ve vahiy arasındaki hassas dengeye dikkat çekip vahyin yanında, insan ve kainatın da okunması, araştırılması ve üzerinde derin derin düşünülmesi gereken kitaplar olduğunu vaz’etmektedir. Kainatın ayetlerini anlamayanlar, Kur’an’ın ayetlerini de anlayamazlar. Kainat, tabiat, insan ve zamanı ayrı ayrı düşünmek yerine, bunları içiçe düşünmek ve bir bütünün parçaları gibi algılamak, bizi sağlıklı sonuçlara götürür. İnsan, kendini bilmeye, tanımaya, düşünmeye başladığı andan itibaren var oluşunu incelemiş, geçmişini araştırmış, “mebde ve mead” olarak özetlenen, “nereden gelip, nereye gidiyoruz” sorusuna cevap aramıştır. Bilindiği gibi insan beyni sebep sonuç odaklı çalışır. Gereken gayret gösterildiği takdirde, kainatın içinde olan her şey, zamanı geldiğinde anlaşılabilecektir. İnsanoğlunun dış dünyayı; fizik, kimya, biyoloji, tarih, sosyoloji, antropoloji gibi bilimsel yöntemlerle incelemesi, afaki ayetleri anlamaya çalışmasıdır. Eşyayı ve olayları anlamlandırma çalışmaları (felsefe) ise, enfüsi ayetleri algılama gayretidir. İşte bu bütünsel zihinle düşünen müslümanlar “ilim” denince; akaidden astronomiye, fıkıhtan botaniğe, hadisten zoolojiye, tefsirden arkeolojiye kadar tüm alanları ve araştırmaları anlamışlardır. Batı’nın İslam bilgi mirasını kullanarak kainatı okuması, güçlenmesine ve egemen hale gelmesine yol açtı. Bizde ise, akıl ve naklin ayrıştırılması, tevhidi bütünlüğün parçalanarak ilim ve bilimin birbirine yabancılaşması sonucunu doğurdu. Uzun süredir üzeri küllenen bu tevhidi anlayışa yeniden dönülmesi kaçınılmaz görünmektedir. İlim, bizim birinci meselemizdir. Laik sistemin eğitiminden geçen dindar insanlar, “kalbi mü’min, beyni seküler” bireyler olarak yetişmektedir. İlim meselesini halletmeden yapılacak işler, okunacak şiirler, söylenecek şarkılar, verilecek heyecanlı vaazlar, yapılacak ateşli konuşmalar derdimize çare olmayacaktır.
İnsanın ruh ve beden olarak iki ayrı varlıktan mı, yoksa maddi tek bir cevherden mi oluştuğu hususu, insanlık tarihi kadar eski bir tartışma alanıdır. Kur’an’da ruh; vahiy, Kur’an, Cebrail, bilgi ve bunlarla bağlantılı anlamlarda kullanılmış olup hiç bir şekilde “can, nefis ve insana hayat veren dünya dışı nurani bir varlık” olarak kullanılmamıştır. Kur’an-ı Kerim, bizim can olarak anladığımız ruh kelimesi yerine “nefs” kelimesini kullanmaktadır. Nefs, Arapça gramer kuralları gereğince kadın-erkek bütün insan cinsi için kullanılması gereken bütüncül bir muhtevaya sahiptir. Kur’an’da bu ıstılah, tek boyutlu olarak ne tam olarak olumluya, ne de tam olarak olumsuza işaret etmek için kullanılmıştır. Nefsin olumlu yönleri de vardır, olumsuz yönleri de vardır. Tıpkı insan gibi. İyi insanlar da vardır, kötü insanlar da vardır. Nefsin iyi hasletleri de vardır, kötü hasletleri de vardır.
Yunan felsefesinden ruh kavramı ithal edilince, bu kelime anlam genişlemesine uğramış ve can veya canlılık yerine kullanılır olmuştur. İslam dünyasında, insanın tarifi konusundaki genel eğilim; Yunan felsefesinin etkisi ve yaptıklarından sorumlu tutulacak bir muhatabın belirlenmesi amacıyla, ruh-beden ikiliğinin benimsenmesi yönünde olmuştur. Fakat Yunan kültüründeki insanı parçalı olarak algılama eğiliminden kaynaklanan ruh-beden ikilemi şeklindeki bu tasavvur, müslüman zihinleri parçalamış ve laik sapmalara yol açmıştır.
Üzerinde devirler boyunca genel bir kanaat ve fikir birliğine varılmış konularda yeni bir söz söylemek, farklı bir görüş serdetmek her zaman zor olmuş, çeşitli tartışmaları ve sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. Fakat insan aklının ve bilimin ulaştığı yeni bilgiler ışığında, bazı konuların tekrar gözden geçirilmesi de kaçınılmaz hale gelmektedir. Aksi takdirde bilginin statikleşmesi ve çağın sorularına doyurucu cevaplar verememesi söz konusu olacaktır. İlimden, sağlıklı bilgiden uzak kaldıkça, bilgi üretmeyi dert edinmedikçe, maalesef gelenek ve ezber bataklığına düşmekten başka seçenek kalmıyor. Üretmediğimizi tüketirsek, tükettiğimizin kölesi oluruz. Bir başka deyişle, bilen yönetir! Düşünceler için de bu husus böyledir. Kur’an-ı Kerim, bizden hem iman etmemizi hem de imanımızı bilgiye dayandırmamızı ister. Eğer çevremizdeki sorunlara gözümüzü kapar da, yıllardan beri tekrarlanan basmakalıp bilgileri tekrarlarsak, taassupla suçlanmamıza şaşırmayalım! Din denilince; insanların aklına ve gönlüne hitabeden, berrak, net ve mantıklı bilgiler gelmeli. Din adına kullanılan dil, zamanın ruhunu yansıtmalı. Hayatı ve insanı anlama ve anlamlandırma konusunda, ya kırk katır ya kırk satır misali dayatılan “ya evrimci materyalizm, ya da evrim düşmanı dindarlık” kısır döngüsünden çıkıp farklı, orijinal, daha değişik bir okuma yapabilmeliyiz. Yaratılışı düşünmek, müslümanların vasıflarından bir vasıf olduğu gibi, aynı zamanda formel olmayan bir ibadettir de!
Görünen o ki insan, canlılar dünyasının en karmaşık, anlaşılması ve anlatılması en zor yaratığıdır. Bu çalışmada; İslam’ın tevhidi anlayışı istikametinde varlığa, hayata ve insana dair yeni bir bakış açısı geliştirilmeye gayret edilmektedir. Samimi bir gayretin ürünü olan aşağıdaki görüşler tamamen bana aittir, kendi kanaatlerimdir. Uzun süren araştırmaların, okumaların ve düşünmelerin sonucu olan bu görüş ve açıklamaların doğru olduğu kanaatini taşıyorum. Yanılabilmemiz, yanlış fikirlere ve kanaatlere varabilmemiz, insan olmamızın tabii bir sonucudur. Bunları telafi etmenin yolu da samimi ve yapıcı eleştirilerdir. İkna edici bir şekilde yanlışlığı ispatlanırsa, yanlış fikir ve kanaatlerimi hemen değiştirmeye hazır olduğumu peşinen beyan ediyorum. Sağlam temellere dayanan fikir ve düşünce sahipleri, fikir ve düşüncelerine güvenirler, kınayanın kınamasından da çekinmezler!
Önce Tıbba Dair isimli kitabımızın, “İnsan” ve “Ruh-Nefs” başlıklı kısımlarını bir daha gözden geçirelim. Sonra da konu üzerine söylenebilecek yeni şeylerin izini sürelim!
İNSAN
İnsanın yaşadığı en önemli meselelerden biri, kendini tanımaması veya yanlış tanımasıdır. Günümüzde, insana ait olan her şey gündemimizde olmasına karşılık, insanın kendisi kayıptır. Halen “efradını cami, ağyarını mani” bir insan tarifi bulunmuyor maalesef! Rönesans aydınları, insanı yüceltme hedeflerinin evrilerek, sonunda insanın nesneleştirilmeye bile gerek duyulmadığı bir konuma düşeceğini hesab etmişler miydi acaba? Nesne konumunu elde etmiş olsaydı, hiç olmazsa incelenmeye ve irdelenmeye değer bulunurdu. Modern anlayışa göre insan canlı değildir, sadece maddeden ibarettir. Bizim anlayışımızda ise, otlar ve taşlar bile canlıdır! Yeter ki biraz kulak verelim, inanın o zaman bu âlemde varolan her şeyin nefes alıp verdiğini duyabiliriz!
Tıbbın da, felsefenin de ana konusu, insan ve hayattır. İnsan, yaratılanlar zincirinin en son ve kamil halkasını teşkil etmektedir. Bergson’a göre insan; yaratıcı-dinamik-evrimsel sürecin en nadide ürünüyken, diğer yandan bu sürece katkılar yapabilen ve bu süreci kendi hayatı ve özgür keşifleriyle, icatlarıyla, buluşlarıyla şekillendirip, zenginleştirebilen bir varlıktır. Yeryüzünde ne kadar insan yaşıyorsa, o kadar çeşit hayatın varolduğu söylenebilir. Yeryüzündeki canlı-cansız her şey, yeryüzünün hakimi olacak insan için hazır hale getirilmiştir. İnsanın orijini, diğer canlılarla birlikte hayatın orijinine kadar uzanmaktadır. Hayatın orijinini su, insanın orijinini toprak olarak belirten Kur’an, insanı, toprak ve su karışımı olarak görüyor. İnsanoğlu, belirli aşamalardan geçtikten sonra inorganik (elementer) evreden organik (canlı) evreye geçişini yapmıştır. O artık canıyla (ruhuyla) ve eti-kemiğiyle ayrılmaz, tecezzi kabul etmez bir bütündür. Kur’an-ı Kerim’de geçen tüm yaratılış ayetlerinde, insanın çamurdan, yani dünyevi bir hammaddeden yaratıldığı, zaman içinde şekillendirildiği ve en güzel bir kıvama getirildiği belirtilir. Bir kabuk olan bedenimiz; milyarlarca yıl içinde şekillendirilmiş ve en sonunda insana ev sahipliği yapacak kıvama geldiğinde, içine üflenen bir özellik (ruh) sayesinde insan olmakla şereflendirilmiştir.
Râgıb el-İsfahânî’ye göre; varlıklar sıralamasında en üst sırada ruh taşıyan canlılar yer alır, bunlar içerisinde en üstün olanlar ise irade ve tercih sahipleridir. Tercih sahipleri içinde de en üstün olan canlı, geleceği düşünen ve gelecekte olacaklar hakkında fikir yürütebilen insandır.
Kainatta ilim yapan, bilmediğini öğrenen, öğrenmeye iştiyakı olan ve bu amaçla teşebbüslerde bulunan yegane varlık insandır. İnsan, bilmesi gereken her şeyi bilmesini sağlayacak özel melekeler ile donatılmıştır. İnsan, bildiğini bilir, bilmediğini de bilir ve bilmediklerini öğrenerek bilgisini artırır. Bunlar içinde en çok ta; kendisini, ne olduğunu, özünü, zatını ve ben dediği varlığını tanımaya özen gösterir.
İnsan, sadece ânı yaşayan ve onun bilincine sahip bir varlık olmayıp, kendisini diğer varlıklardan ayıran, benlik, kendilik, bireylik ve kişi olmaklık özelliklerine de sahip bir varlıktır. Her birimiz, kainatın kendini arayan birer parçasıyız. Diğer bir deyişle insanoğlu, evrenin öz-farkındalığa, yani bilince ulaşan bir parçasıdır. Her seviyedeki tüm hususiyetlerini cem edecek bir insan tarifi çok mümkün görünmemekle birlikte, insanı insan yapan özelliklerin başında; kendisini, hayatı, yaratılanları sorgulayabilme ve cevaba ulaşabilme özelliği vardır. Fiziksel ihtiyaçlarımız karşılandıktan sonra dahi bir şeylerin eksik olduğunu hissederiz. Eksikliği duyulan şey “anlam”dır! Anlamlı bir hayat tecrübesine sahip olamayan insan, devamlı bir suçluluk duygusu taşır. Gerek Antik çağda, gerek İslam düşünce sisteminde, kozmozun kendi içinde bir anlamı vardır. Bu anlam, insanın kendisine bir ideal koyabilmesidir. Çağımızda eksikliği en fazla hissedilen konu da, bu ideal yokluğudur. Kendimizi dünyanın merkezi olarak görmek kadar, benliğimizi hiçe saymak, değersiz görmek de hastalıklı bir ruh halidir. Zira anlaşılmıştır ki, anlamsız bir hayatta mutluluğu elde etmek mümkün değildir.
Bütün canlılar gibi, organlardan, dokulardan, hücrelerden, proteinlerden ve çok çeşitli organik bileşiklerden meydana geliyoruz. Vücudumuzun yapısı, bedenimizi oluşturan sistem ve organlar, hücrelerimizin bileşimleri diğer canlılarla ortak özellikler taşıyor. Ama, insanın evrensel varoluşta bir farklılığı var! İnsanı diğer canlılardan ayıran önemli konulardan birisi de, beynin frontal bölgesinde tespit edilen metakognisyon genleridir (anlamlılık, zaman algısı, yeniliği arama, varoluşun ve ölümün farkında olma). Bu dört genin insanda bulunması, tesadüfi varoluşla açıklanamayacak kadar karmaşık ve girift bir husustur.
İnsan; nefes almak, yemek, içmek, bunların artıklarını dışarı atmak, uyumak, örtünmek gibi birtakım fiziksel ihtiyaçlar yanında, ebediyet arzusu, neslini devam ettirme, mülkiyet sahibi olma, kendinden daha güçlü bir varlığa sığınma (tapınma) gibi içgüdülerle hareket eden bir varlıktır. İnsanın bütün davranışları; bu ihtiyaçlarını ve içgüdülerini karşılamaya dönüktür. Bu davranışlar; ya kendisi ile, ya diğer insanlarla, ya da sığındığı varlıkla ilişkili olmaktadır. İhtiyaçlarının karşılanmaması durumunda hayatın devamı imkansızdır, yanlış bir şekilde karşılanması ise çeşitli fiziksel bozukluklara yol açar. İçgüdülerin karşılanamaması veya yanlış karşılanması halinde ise; hayat sona ermemekle birlikte birtakım psikolojik sıkıntılar ortaya çıkmaktadır.
İnsandan söz edilince hatıra ilk gelen, onun bedensel varlığıdır, mahiyeti, psikolojik özellikleri ve ahlaki yapısı ise ikinci planda kalmaktadır. Modern tıbbın temel sorunu, spiritüel bir varlık olan insanın, fiziksel bir bedende yaşadığını anlayamaması veya unutmasından kaynaklanıyor. İnsan, o fiziksel bedenin içinde düşünen, hisseden, hislenen, inanan, hayal kuran, rüya gören, tesadüflerden anlamlar çıkaran, mavi boncuk takan, şarkı söyleyen, gülen bir varlıktır.
İnsanı insan yapan şey; ruhuna ve manevi yapısına özen göstermesidir. Aksi takdirde manevi tabiatına aykırı davrandığı için, mutsuz ve eksik olacaktır. Meşhur siyahi tenisçi Arthur Ashe: “Mutluluk insanı tatlı, zorluklar güçlü, başarı ışıltılı, yenilgi mütevazı yapar. Hüzün ise insanı insan yapar” derken ne kadar haklı!
İnsan ruh ve bedenden oluşan bir varlıktır, ruhu ile yukarı âleme, bedeniyle aşağı âleme bağlıdır. Yemek, içmek, düşmanlık etmek, dövüşmek gibi fiillerde diğer canlılarla, özellikle de hayvanlarla ortak iken, ilim ve bilgi tahsili, iyilikleri hedeflemek gibi ruha özgü ayırt etme (temyiz) ve düşünme (fikir) güçlerine ihtiyaç duyulan fiillerde ise, meleklerle ortaktır. Bu özelliklerini hangi yönde geliştirebileceği ve kullanabileceği hususu, insanın iradesine bırakılmıştır. Böylelikle, meleklerden üste çıkabilecek veya hayvanlardan da aşağılara inebilecektir. Bu durum, geleneğimizde; yücelerin yücesi (âlâ-yı ılliyyin) ve aşağıların aşağısı (esfel-i sâfilin) olarak tanımlanmaktadır.
İslam kültürü içinde yaşayan insanlarız. Bizim kozmolojimizde varlık hiyerarşisi tastamam olarak, bilebileceğimiz en mükemmel şekliyle kurulmuştur. İnsan da bunun değerini bilecek bir kabiliyette inşa edilmiştir. Kalu bela, Allah’ı idrak edecek şekilde yaratılmış olmamızın sembolik anlatımıdır ve her doğan çocukla bu ayet tekrar tekrar yaşanmaya devam eder. İslam kozmolojisinde; insana bir haysiyet, diğer varlıklara bir değer verildiği, her varlığın bir sınırı olduğu görülmektedir. İnsan yeryüzünün halifesi, kainatın incisidir. Tam 14 milyar yıldır beklenen çok nazlı misafirdir. Bütün müştemilatı ile birlikte bu muazzam kainat insan için yaratılmıştır. Biz gelmeden önce kömürümüz, petrolümüz, doğal gazımız yerin altına istiflenmiş, dinozorlar kaldırılmış, depremler seyreltilmiş ve güçleri de hafifletilmiş! Güneş en uygun uzaklığa yerleştirilmiş, ayın büyüklüğü, uzaklığı tam olması gereken yerde, atmosferdeki oksijen oranı tam istediğimiz gibi!
Allah insanı, kendi güzel isimlerinin manalarıyla var etmek suretiyle yeryüzünde kendisine vekil (halife) kılmıştır. Hiç kuşkusuz, böylesine şerefli bir emaneti yüklenmiş olmanın idrakini her an zinde tutabilmek, insana büyük sorumluluklar yüklemektedir. Her insan potansiyel olarak; eşref-i mahlukat olma şerefine sahiptir ve Allah’ın yeryüzündeki potansiyel halifesidir. Ama bunu fiilen gerçekleştirebilmek herkesin kârı değildir. Aydınlanma çağı ile birlikte, insan-ı kamil düşüncesinden, yeni insan düşüncesine dönülmüştür. Artık insanın mutluluğu; fazilete, erdeme, insanın yaratılışına uygun davranmasına değil, sağlıklı olmasına bağlanmış durumdadır. Ama insan ne sadece moleküler ve biyolojik, ne de sadece psikolojik ve sosyolojik bir varlık. İnsan yükselebilen, düşebilen, güçlü ve zayıf hissedebilen bir varlık. İnsan aynı zamanda ve hepsinden önemlisi müteal bir varlık!
Mükemmel çalışan bir beş duyu, insanın bedeni avantajlarını oluştururken, akıl, irade, hayal gücü, düşünme kabiliyeti gibi hususiyetler, onun ruhi özelliklerini meydana getirmektedir. Şu önemli bir husustur ki, tek başına bedeni özellikleri veya yalnızca ruhi avantajları insana yeterli değildir. Bunlar bir bütün olarak düşünüldüğünde ise, insan mükemmel bir varlık olmaktadır. Bunların birbirinden ayrılması insanın, insan olmaktan çıkması demektir. Tüm acıların ve telaşın nedeni insanın kim olduğunu bilmemesidir. İnsan kendisini salt bedenden ve hayatı sadece doğum-ölüm arasındaki süreden ibaret sandığı için yaşadığı olumsuzlukları büyük acılara çevirmekte ve hiç bitmeyen hayallerine kavuşmak için sürekli stres içinde koşuşturmakta ve an’ı kaçırmaktadır. İnsan herşeyi öyle hızlı yapmaya şartlandırılmıştır ki, bu hız içinde yaptığı işten keyif alması mümkün değildir.
İbn-i Sînâ’ya göre; “İnsan madde ve ruhtan müteşekkil bir bütündür. Esas yapı (öz) ruh, beden ise araz’dır. İnsanı diğer canlılardan ayırt eden özellikler; akıl yürütme, kıyas ve temyiz yetenekleridir. İnsan, ruhuyla ve ruhun özellikleri olan aklı, vicdanı ve iradesiyle insandır. İnsan, duyu organlarıyla elde ettiği bilgileri değerlendirip davranışlarını değiştirebilen bir canlıdır. Yüce Yaratıcı, her canlıya ve onun her bir organına, en uygun ve onun tabiatıyla, işleviyle ve şartlarıyla en uyumlu mizacı bahşetmiştir.”
İnsanı araştırmayı üstlenen özel bilimlerin durmadan çoğalması, insana ilişkin düşüncelerimizi aydınlatmaktan çok karıştırmış ve belirsizleştirmiştir. Alexis Carrel’in deyişiyle, “insan, kendi dışındaki dünyaya yöneldiği ve orada kaydettiği gelişme ölçüsünde kendisinden uzaklaşmış ve kendi gerçekliğini unutmuştur.”
Tüm diğer alanlarda olduğu gibi, tıp sahasında da yaşanan aşırı uzmanlaşma yüzünden hekim, bazen insanın bir organizma olduğunu unutacak kadar derinlere dalmış ve insanın bütünlüğü ile bağını kesmiştir. Vücudumuzdaki enzim ve proteinlerin yüzde 80’inin ne işe yaradığını halen bilmiyoruz. Bilmediğimiz bir şeyle uğraşıyoruz ve biliyormuşuz gibi davranıyoruz. Bu, fazla kibirli bir bakış! Bir sürü şeyi aslında çok da iyi bilmediğimizi, bilinmediğini itiraf etmek durumundayız. Belki de insan vücudunu tam olarak anlamamız hiçbir zaman mümkün olmayacak.
Evrimci biyoloji, insanla hayvan arasındaki farkı ortadan kaldırmıştı. Bugün biyoteknoloji ve gen mühendisliğinin yaptığı ise, insanla makine arasındaki sınırı belirsiz hale getirmek olmuştur. Biyoteknoloji, insanı bir parçası bozulduğunda yedeği takılabilen makinelere çevirmeye hizmet ediyor ve insanı insan yapan varlığı, yani ruhu, diğer bir deyişle insanın kudsiyetini göz ardı ediyor.
Etrafımızdaki mükemmellikler ile ilgilenmeye ne vakit bulabildik, ne de onlara hak ettikleri biçimde değer verebildik. Oysaki, farkında olmadığımız ancak maddi hiçbir değer ile kıyas edilemeyecek sayısız güzellik ve özelliğe sahibiz. Aldığımız her nefes, hayata dair bize bahşedilen ikinci bir şanstır! Biri çıkıp; “Bence dünyanın yedi harikası: Bedenimizin kontrol merkezi beynimiz, vücudumuza kan pompalayan kalbimiz, görebilen gözlerimiz, işitebilen kulaklarımız, dokunabilen ellerimiz, hareket eden ayaklarımız, konuşabilmemizi ve tat almamızı sağlayan dilimiz” dese, herhalde çoğu kimse şaşırırdı. Oysaki, dünyanın gerçek harikaları, çoğu zaman önemsizleştirdiğimiz, ama her biri birbirinden değerli mükemmelliklerimizdir.
İnsan hakkında doğru olduğuna inanılan bilgilerin çoğu, ruhun hamallığını yapan vücut hakkındadır. Ruh hakkında ise, çok az bilgiye sahibiz. Esas unutulan ve gözden kaçırılan nokta burası! Ruhun varlığı bilinmeden veya kabul edilmeden, hiçbir iyileştirici müdahale olamayacağı gibi, kendi kendine iyileşmeden ve denge kurulmasından da söz edilemez.
Ruh soyut bir kavramdır. Bu özelliğine binaen her devirde farklı düşünürler tarafından tanım, mahiyet ve fonksiyonel açıdan tartışılmış ve bugün de tartışılmaya devam etmektedir. Acaba ruh, herhangi bir şekilde bilgimizin konusu olabilir mi, yoksa o, beşeri bilgi ve idrak vasıtalarıyla mahiyetini bilemeyeceğimiz metafizik bir problem olarak mı görülmelidir?
RUH-NEFS
İnsanın; biri maddi cevher olan beden, diğeri madde dışı cevher olan ruh olmak üzere iki ayrı cevherden mi, yoksa sadece maddi cevherden mi oluştuğu sorusu, zihin felsefesi ve din felsefesi gibi felsefe dalları açısından önemli bir tartışma konusudur. Ruh ve beden ayırımı eski Yunan felsefesine, Eflatun ve talebesi Aristoteles’e dayanır. Aristoteles: “Ruh formdur, bedeni hareket ettiren bir güçtür. O, cisim değil, bedenin içinde taşıdığı bir cevherdir. İnsanın özü, ruhun bir fonksiyonu olan akletme gücüdür. Tabiat hiçbir şeyi amaçsız yapmaz” demektedir.
Bu konuyu sistematik bir şekilde ele alan ve ruhun ezelden beri varolan bir cevher olduğunu iddia eden Eflatun ve öğrencisi Aristoteles’in, özellikle Hıristiyan ve İslam teolojileri üzerinde önemli etkileri olmuştur. Aristoteles’in ruh ve beden kavramıyla ifade etmek istediği varlıklar birbirinden bağımsız gerçeklikler değil, aynı varlığın iki farklı boyutuna verilen adlardır. Modern dönemde ise, ruh-beden dualizmi konusunda Fransız filozof Descartes’ın öne çıktığı görülmektedir. Kant’ın, ruhun ölümsüzlüğü üzerine kurduğu pratik akıl nazariyesi de, Hıristiyan dünyasında epeyce etkili olmuştur.
İslâm kelamında ve felsefesinde nefs ve ruh kavramları, insanın dünyada ilk yaratılışının ve ahirette yeniden diriltilişinin açıklanmasında etkin rol oynamışlardır. Kelamcıların ruh konusundaki düşüncelerinin temelini; dünya hayatında ve ahirette, Allah’ın hitabından ve kitabından sorumlu varlığın kim olduğunu tespit etmeye yönelik açıklamaların oluşturduğu görülmektedir. Bazı kelamcılara göre; insanda, bedenden ayrı ve farklı mahiyete sahip bir cevher olarak, ruh diye bağımsız bir varlık yoktur. Bu yaklaşımın ana amacının, somut ve bütüncül bir insan tarifine ulaşmak olduğu anlaşılmaktadır.
İkinci grupta ise; ruhun manevi bir varlık olduğu görüşünü benimseyen kelamcılar ve filozoflar yer almaktadır. Bu görüş sahipleri, ruhu, bedenden ayrı ve müstakil bir şekilde varlığını sürdürebilen bir cevher olarak kabul etmektedirler. Bu görüşü benimseyenler, ruhun bedenden önce de, kendi başına varlığını sürdürebildiğini savunmuşlardır. İbn-i Sînâ, ruhun bedenden bağımsız bir cevher olduğunu kabul eder ve bunu ispatlamak için çeşitli deliller getirir. İbn-i Sînâ, ahiret hayatının ruhaniliğine inanır ama, bu konudaki açıklamaları, insanı tatmin etmekten bir hayli uzaktır.
Kelamcıların büyük grubuna göre ise ruh; duyu organlarıyla hissedilen, insan bedenine girmiş, gelişebilmek için bir bedene ihtiyaç duyan, latif ve nurani bir cisimdir. İbn-i Hindû’ya göre ruh; insan bedeninde yayılmış latif bir cisim olup, kalpten atardamarlar vasıtasıyla yayılarak hayat ve nefes alıp vermeyi; beyinden ise sinirler vasıtasıyla yayılarak duyu ve iradi hareketleri gerçekleştirmektedir. Bu gruptaki ruh görüşleri, mutedil-maddeci tasavvur diye isimlendirilebilir. Bu anlayışa göre ölüm, ruhun bedeni terk etmesidir; dolayısıyla da ruh, bedenden bağımsız olarak varlığını sürdürebilmektedir.
İnsanın tanımı konusunda, İslam dünyasındaki genel eğilim, dualist yaklaşımın benimsenmesi yönünde olmuştur. Bu fikrin en etkili savunucusunun İmam Gazâlî olduğu söylenebilir. Ayetlerden çıkartılan anlamların, İslam düşünürlerinin dualist veya karşıt düşünceden birini benimsemesinde asıl etkili unsur olmadığı görülmektedir. Kutsal metinlerdeki ifadeler, iki görüşten birinin seçilmesini mecbur etmemektedir. Burada, Kur’an-ı Kerim’den ziyade, önceki kitaplardan, özellikle Tevrat’tan, başka düşüncelerden, felsefelerden veya kendi döneminin hakim anlayışından gelen etkiler, ayrıca ölümden sonraki yaratılışın hangi yaklaşımla daha rahat anlaşılabileceği gibi endişeler, kişilerin tercihini belirlemiştir. Tercihini belirleyen düşünürlerin, daha sonra ayetleri kendi anlayışları doğrultusunda anlamaya çalışmaları, ortaya farklı yorumlar çıkarmıştır.
Bedenin madde dışında ayrı bir cevhere sahip olamayacağı fikrini sistematik olarak ortaya koyan ilk kişinin; atomların ezeli ve ebedi olduğunu iddia eden antik Yunan filozofu Demokritos olduğu kabul edilir.
Bugün, bir elektron, ya da proton bir tanecik midir, yoksa bir dalga mıdır, karar verememekteyiz. Her yanımızı binlerce çeşitli dalga boylarında, ya da enerji düzeylerinde elektromanyetik dalganın kuşattığını biliyoruz. Bu dalgaları ister enerji taşıyan parçacıklar, isterse bilgi taşıyan paketçikler olarak kabul edelim, artık atomlar ve elementler Demokritos zamanındaki atomlar değiller!
Pozitivist dünya görüşü, ruhu beynin kimyasal faaliyetlerine indirgemektedir. Materyalist pozitivizme göre, nasıl karaciğerin salgısı safra ise, beynin salgısı da davranışlardır ve bunlar adeta beyin faaliyetlerinin birer sonucudur. Psikoloji ve psikiyatri, kendilerinin pozitif bir tabiat bilimi olduğunu ispatlamak amacıyla insanın manevi tarafını görmezden gelmiştir. Buna göre beyin, davranış, duygu ve düşüncelerimizin kaynağıdır; bunun üzerinde bir güç ve varlık yoktur. İnsan beyni, yaklaşık olarak 100 milyar kadar nörondan oluşur ve her bir nöron binlerce ayrı nöronla, 100 trilyon kadar sinaps aracılığıyla bağlıdır. Beynimizde ayrıca, sinir hücrelerinin 50 katı kadar yardımcı hücreler (glia hücreleri) bulunmaktadır. Beyin sapı bitkisel, orta beyin hayvani, üst beyin olan korteks ise, insani ve bilinçli hayatımızı yönetmektedir. Bilgi zenginliğine göre bir kişinin, günde ortalama 50.000-100.000 civarında düşünce ürettiği zannedilmektedir. Hafızanın nerede depolandığı bilinmiyor. Beynimizde bir sürü bilgi var, ama yerleri belli değil!
Beyin hakkındaki bilimsel araştırmalar ne kadar ilerlerse ilerlesin, insan zihninin sadece maddi cevherle açıklanabileceğini iddia eden yaklaşımın doğrulanması mümkün görülmemektedir. Şu davranışları, beynimizdeki şu kimyasal moleküller azaldığı veya çoğaldığı için, şuradan şuraya gittikleri için yaparız demek insanın kutsal tarafını, iç dünyasını ve maneviyatını hiçe saymak demektir. Bu, bir bilgisayarın maharetini onun hammaddesi olan demir, plastik ve kablolarda aramak gibi abes bir iştir. Her şeyden önce, zihnin en önemli özelliği olan bilinç, maddi süreçlere indirgenememektedir. Bu problemlerin çözümünde; doğunun hikmet ve irfanı ile batının metodolojisi birleştirilmeye çalışılmalıdır. Beyni sadece hücresel bileşenleri ve bunların arasındaki bağlantılardan ibaret görsek bile (ki öyle değildir), önümüzde yine tahayyül edilemez karmaşıklıkta bir sistem vardır. Kendisini gelen veriye göre tekrar yapılandıran, böylece öğrenebilen, öğrendikçe gelişen, sürekli değişen ve değiştikçe algıladığı dünyayı da değiştiren bir garip arayüzdür beyin. Beyin, kainatın bilinen en karmaşık yapısıdır!
Aslında insan dediğimiz varlığın özü, beden dışına uzanan ruh, ya da başka bir frekans yapısıdır ve beyin, onu algılayacak özelliklere sahip karmaşık bir antendir. Ruh, iyon yükünün dışında, radyo frekansı şeklinde bir sinyaldir. Muhtemelen beyin, insan ruhu denen bu madde ötesi varlığa aracılık etmektedir. Kuantum fizikçileri, kimyasal ve elektrofizyolojik şekilde çalışan beynimizin, sürücü koltuğunda oturan yönetici paralel beyne Psikon beyni ismini vermişlerdir. Psikon beyni, madde olmayan bir zihni ifade eder. Madde olmayan zihinsel birimler, üç boyutlu frekans kodlarından oluşur ve holografik olarak tanımlanabilirler. Bilimsel çalışmaların ilerlemesi, yakın zamanda insanın üç boyutlu görüntüsünü, ekran yerine ortamda izlemenin mümkün olabileceğini düşündürtmektedir.
İnsan beyni 5 farklı beyin dalgası yayar. Bunlar kısadan uzuna doğru: 1- Delta (derin uyku ve bilinçsizlik halinde), 2- Teta (hafif uyku-derin gevşeme halinde), 3- Alfa (uyku öncesinde), 4- Beta (aktif yaşamda), 5- Gama (zihnin zorlanması halinde) şeklinde sıralanır. Her insanın beyin dalgaları ona özgü ve benzersizdir. Modern hayat tarzı, yalnızca yeme alışkanlıklarımızı ya da tedavi tekniklerimizi değiştirmedi, aynı zamanda gergin ve stresli bir dünya yarattı. Beta dalgası, stres beyin dalgasıdır ve saniyede 15 ilâ 40 hz. arasında bir frekansa sahiptir. Günde ortalama 30 dakika civarında kullanılması gereken beta dalgasını, modern hayatta saatlerce kullanıyoruz. Peki kullanınca ne oluyor?
Modern tıbbın, nasıl çalıştığını hâlâ tam olarak keşfedemediği bağışıklık sistemi, her türlü durumda, vücuttaki tüm arızaları tamir etmek üzere programlanmıştır. Beta dalgalarının hakimiyetinde, bu sistem tamamen devre dışı kalmakta ve vücut kendi kendini tamir edememektedir. Bu dalgalar, beyne hayatın tehlikede olduğu mesajını verdiği için beyin, iyileştirici hücreleri, içerideki bir hastalığı tedaviye yöneltmek yerine, bütün gücünü kaslara ve beyne odaklar. Hastalıkları tedavi etme fonksiyonu, artık 2. tercihtir.
Saniyede 9 ile 14 hz. frekanstaki alfa dalgalarının hakimiyetinde ise, immün sistem normal çalışmaya başlar. Yani iyileşmenin sağlanabilmesi için, alfa frekansına geçilmesi gerekmektedir. Modern hayat tarzı, bizi sürekli beta frekansında tutar. Çay, kahve, sigara ve enerji içecekleri de, adrenalini artırarak beta frekansında kalmamıza sebep olur. Öncelikle yapılması gereken, beyin dalga frekans hızlarının düşürülmesidir. Günümüzde, Uzakdoğu kaynaklı bazı tedavi yöntemleriyle bu dönüşüm sağlanmaya çalışılmaktadır.
Virüslerin bilgisayardaki programları sabote etmesi gibi, insanın ruh programını da sabote eden virüsler vardır. Yalan söylemek, hile yapmak, haksızlık yapmak, saldırganlık gibi çevreye ve çevredekilere zarar veren her şey, birer virüstür. İnancı ile hayat tarzı arasında tezatlar olduğunda, kişinin duyarlılığı ile uygun yoğunlukta bir huzursuzluk meydana gelir. Bu huzursuzluk, yaratılış kodlarımızdaki “takva” ile “fücur”un birbiriyle çatışmasına, yani bir bakıma iki ayrı “ben”in kavgasına işarettir. İnsan denen iki uçlu bu varlık, mutlu olduğunda medeniyetin ve her türlü güzelliğin, mutsuz olduğunda ise vahşetin ve her türlü çirkinliğin kaynağı olabilmektedir. İyilikle kötülüğü, güzellikle çirkinliği, merhametle gaddarlığı aynı bünyede barındırabilen garip bir varlıktır insan!
Son yüzyılda, Hıristiyan düşünürler arasında, ruhun ayrı bir cevher olmadığı inancının, özgür irade ve yeniden yaratılış gibi temel Hıristiyan doktrinlerle çelişkili olmadığını savunanların sayısı artmıştır. Batıda son zamanlarda geliştirilen “kişi teorisi”ne göre kişi; aynı cevherin ruh ve madde olarak farklı görünümlerinden ibarettir. Ruh, bu özneden veya benden ayrı değildir. Bu ben, ne tek başına beden, ne de tek başına ruhtur.
Diğer yandan, dine saygılı bir kişi; ‘Allah isterse her şey mümkündür’ inancından hareketle, Allah’ın, yeniden yaratılış da dahil, iki cevherle yapabileceği her şeyi, tek cevherle de gerçekleştirebileceğine inanır. Bu kabulün anlamı ise, dindar bir teolojinin yeniden yaratılışın imkanı için, dualizme ihtiyaç duymaması demektir. Bir dindar açısından Allah isterse; canlılık, düşünme, hissetme ve ahlaki davranma gibi özellikleri, maddi cevherden bağımsız, ayrı bir cevher olan ruhu yaratarak, tüm bunlara imkan vermiş olabilir. Veya, daha işin başında maddi cevheri, kendisiyle “ruh sahibi insan” oluşturabilmesine imkan tanıyan bir potansiyelle yaratmış da olabilir. İlahi kudret açısından mümkün olan farklı alternatifler varsa ve bu şıklardan birisinin seçilmesinin, İlahi hikmete daha uygun olduğunu belirleyemiyorsak, Allah’ın bunlardan hangisini gerçekleştirdiği ile ilgili sorulara “bilemiyoruz” demek, hem tutarlılık, hem de teolojik tavır açısından en uygunu olacaktır. Mahiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum,” kelimesinde ifadesini bulur. Böylesi bir tavır, hem Allah’ın fiillerindeki bütün hikmetler çözülebilirmiş gibi iddialarda bulunmanın yol açabileceği kibirden sakınılmasına; hem de din ve bilim arasında bu konuda çıkartılan çatışmanın, dinen bu şıklardan birinin tercih edilmesinin zaruri olmadığı gösterilerek, çözümlenmesine vesile olabilir. Şurası çok açıktır ki; İslam düşüncesinde yeniden yaratılış, ruhun ölümsüzlüğü sayesinde değil, Allah’ın ilmi ve kudreti ile gerçekleşecektir. “Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmağa kadir değil midir?” Elbette kadirdir!
İdare edenler âlemine “emir veya gayb âlemi”, idare edilenlere ise “halk veya şehadet âlemi” diyoruz. Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şehadet âlemine hakimiyetini temsil ediyor. Halk âlemi, en mükemmel şeklini insan bedeninde bulduğu gibi, o bedenin idarecisi olan ve emir âleminden olan ruh da, en mükemmel bir kanun olacaktır. Ruh; hayat sahibi, şuurlu, nurani, maddi bir vücut giymiş, kainatta hüküm süren tüm sıfat ve çeşitliliklerle ilişkili ve onların örneklerini kendinde bulunduran bir kanundur. Eşyayı sevk ve idare eden matematik, fizik, kimya kanunları gibi, ruh dahi bir kanundur ki vazifesi, eşyayı canlı tutmaktır. Diğer kanunlardan farkı, şuurlu, yani kendi varlığının farkında olmasıdır.
Aristoteles, ruhu üçe ayırmaktadır: Bitkilerin büyüyen ruhu, hayvanların hareket eden ve hisseden ruhu ve insanların düşünen ruhu. Bitkisel ruh ilk mertebe, hayvansal ruh ikinci mertebe ve insani ruh son mertebedir. Bitkisel ruh tektir. Hayvani ruh kendinden önceki bitkisel ruha ve kendi ruhuna, insani ruh ise, hem bitkisel, hem hayvansal ruha sahiptir. Bundan ortaya çıkan şudur ki; bitkisel ruh, bir basamak yükseltilerek hayvansal ruha ve hayvani ruh da bir basamak daha yükseltilerek insan ruhuna ulaşılmıştır. Büyüyen ve hisseden ruhlar, bedeni idare etmez. Bunlar ayrılmayacak şekilde madde ile bitişmişlerdir ve bunun için madde ile birlikte yok olurlar. İnsan ruhu ise, gerçek anlamda maddeye bağlı değildir ve beden dağıldıktan sonra da var olmaya devam eder. İşte ölümsüz olan ruh, insan ruhunun bu üçüncü boyutudur.
Ruh kelimesinin esas anlamı “can” demektir. Ruh kelimesi, vücuh ifade eden, yani hakikat ve mecaz olarak birçok anlamda kullanılabilen bir kelimedir. Ruhsuz bir canlılık düşünülemez ama, bir bitkiyle hayvandaki ruh ile, insandaki ruh aynı evsafta değildir. İnsandaki ruh, cezai ehliyeti olan ruhtur ki, bunu Allah özellikle yaratmış olup âlim, işitici, görücü gibi birtakım sıfatları vardır. Kendisine iyilik ve kötülük yapma yeteneği verilmiş olduğundan dolayı, sorumluluk ta taşımaktadır. Diğerleri ise, sadece hayat verici bir enerji mahiyetindedir, insandaki ruhun diğer özelliklerine sahip değildir. Hayvanlardaki ruh da bitkilerdeki gibi değildir, daha mütekamildir. Bu sebepten, hayvanların bazı becerileri vardır ve kararlar verip bunları uygulamak üzere harekete geçebilirler.
Ruh; insanın yaratılışı esnasında, melek (Cebrail) tarafından bedene üflenip, ölümü anında meleklerce bedeninden çıkarılıp alınan ve nesneleri algılayıp, insanın yükümlü kılınmasını sağlayan bilici hakikat olarak tanımlanmıştır. İnsanın doğumuyla beraber varlığını gösteren ve yaşanan hayatın içinde tedricen gelişen ruh programı, Yaratıcı İrade’nin insanoğluna ikramıdır. Allah, insanı düzenli bir şekle sokup, içine adeta, kendi sıfatlarından bir miktarcık aksettiren bir program yüklemiştir. Allah tarafından insana üflendiği söylenen ruhu, bir enerji transferi olarak tanımlamak ta mümkündür. Hayy olan Allah; hayatı, hayatiyeti, canlılığı, Ruh yani Cebrail (A.S) aracılığı ile insanlara vermektedir. Can nefesini Cebrail üflemektedir. Yoksa bizzat Allah’ın, kendi Zatı’ndan bir ruh üflemesi söz konusu olamaz. Öyle olursa insan O’ndan olur ve O olur. Bazı mutasavvıfları yanıltan, belki de bu aracı varlığın unutulmasıdır.
İnsan, bedeni ve ruhu ile, varlık âleminde çok özel bir konumdadır. Varlığının özü olarak ruh temel cevher ise de, bu cevherin olgunlaşması bakımından bedene muhtac oluşu da izahtan varestedir. Vücudun her zerresinde ruh mevcuttur. Özellikle beyin üzerinden düşünsel faaliyetlerimizi, kalb üzerinden de duygusal özelliklerimizi oluşturmaktadır. Ruhun, maddi hislerle idrak edilmesi mümkün değildir. O göz ile görülemez, bir şekli ve sureti de yoktur. Mevlana, bu konuda şöyle diyor: “Hakikatte beden ruhtan, ruh ta bedenden gizli değildir. Fakat ruhu görebilmek için hiç kimseye izin verilmemiştir”.
Ruh, zaman ve mekan kavramlarından uzaktır, hacmi yoktur, tam anlamıyla nuranidir; zaman kaydı da dahil, hiçbir maddesel kayda tabi değildir. Ruh, müşahede âlemindeki varlıkları algılamak için, her zaman vücuttaki organları kullanmaya muhtaç değildir. Mesela; insan rüyada, göz olmadan görür, kulak olmadan işitir, el olmadan tutar, ayaksız yürür, hatta kanatları olmadan uçar, hiç görmediği insanlarla konuşur. Ruh vücuttan ayrılıp seyahat edebilir ve aynı anda birkaç değişik yerde belirip görülebilir.
Seven, sevilen, âşık olan, nefret eden, nefret ettiren, gücenen ve gücendiren, kin besleyen ve intikam almak isteyen, güzel şeylerden hoşlanan ve sevinen, kötü ve çirkin şeylerden hoşlanmayan, üzülen ve tasalanan, duygulanan, etkilenen, etkileyen, mutlu ve mutsuz olan ruhumuzdur. Namus, haya, iffet, iman, sevgi, nefret… hep ruha ait özelliklerdir. Bizi hayatta bir anlam ve amaç aramaya iten şey, insan ruhudur. İnsan ruhu, şuurlu, hür ve kendiliğinden faildir.
Ruhsal gerçeklik, insanın bütün kainatla bağlantı kurmasını sağladığı gibi, kişiye evrendeki bütünlüğün bir parçası olduğunu da hissettirir. Bütün kainata tevhid nazarıyla bakmamızı emreden dinimiz, küçük kainat kabul edilen, hülasa-i kainat addedilen insanı, bu tevhidi bakıştan, bütüncül yaklaşımdan hariç tutmaz.
Ruh, yetenekler kümesidir ve bu kümedeki kimi yetenekler, kişinin kendisi tarafından geliştirilmekte ya da yarım kalmaktadır. Ruhun diğer bir özelliği de, beden sürekli değiştiği halde, ruhun değişmemesidir. Ayrıca, vücutlarımızdaki bütün fizyolojik ve biyokimyasal faaliyetler benzer olmasına rağmen, insanlar arasında akıl, irade, şuur, düşünce ve fikir farklılıkları olmaktadır. İnsan vücudundaki bu garip çelişki; insanın akıl, irade, şuur gibi yeteneklerin kaynağının beden değil, ruh olmasıyla ilişkilidir. İnsan “ben” derken, bilerek veya bilmeyerek ruhunu kastetmektedir. Normal apoptotik hücre ölümü ve yerine yeni hücre yapımının günde yaklaşık 100 milyar hücreyi bulduğu hesaplanmaktadır. Bu hızda bir hücre ölümü ve yeniden yapımı yetişkin bir insanın vücut ağırlığının 1,5-2 yılda bir yeniden yapım ve yıkımı anlamına gelir. Her 7 yılda bir bütün hücrelerimiz değiştiği halde, yine bizim biz olarak kalmamız ve benliğimizin korunması da ancak ruhun varlığı ile açıklanabilir.
Bazı alimler, filozoflar ve sufiler, ruh ile nefsi aynı varlığın iki adı olarak açıklamışlar, bazıları ise nefs ile ruhu farklı mahiyetler olarak tanımlamışlardır.
Bizim ruh dediğimize, Kur’an-ı Kerim ‘nefs’ demektedir. Nefs; bir kimsenin kendisi veya özü, kişi, şahıs, beden ve can gibi anlamlara gelir. Kur’an-ı Kerim’de nefs; insan, tüm maddi ve manevi unsurlarıyla insanın kendisi, zatı ve özü olarak geçmektedir. Daha doğrusu; ruh da dahil olmak üzere insanın tamamına nefs demektedir. Açık ve gizli, dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddi ve manevi becerileri, arzu, heves ve ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle, kişinin bizzat kendisi demektir. Nefs; insanın maddi-manevi sahip olduğu her şeyin bütünüdür, etiyle, canıyla, benliğiyle tamamıdır.
Nefs kelimesinin; nefes almaktan türediği ve nefes alan kişi anlamına geldiği kabul edilmektedir. Kelimenin, enfüs (nefisler, canlar) ve nüfus (insanlar) gibi iki adet çoğul hali de mevcuttur. Kur’an’daki ilgili ayetlerden anlıyoruz ki, nefs, insanın kendisi, insanı insan yapan özdür, takva ve fücur ilham edilen öz, benlik. Nefse, isyanı da, takvayı da, hata yapmayı, aşırı istekleri ve Allah’a itaat etmeyi de öğreten Allah’tır.
Nefs, insanın kendisidir ve mükerremdir. İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan, iki yönlü bir varlıktır. İmtihan sırrı mucibince iyiye de eğilimlidir, kötüye de. İnsana dışarıdan gelen telkinler; insanların birbirlerine dostane ve hasmane, sözlü ya da fiili tepkilerinin, insanda makes bulmasıdır. İçimizden gelen telkinler; meleğin iyiye yönlendirici, şeytanınsa saptırıcı telkinleridir. Nefs, tevhid şuuru ve Kur’an ahlakıyla hayat boyu terbiye edilecek, ama buna rağmen, ölüme kadar, imtihan sırrı gereğince fırsat buldukça kötülüğü emretmeye çalışacaktır. Böylece müslüman da, son nefesini verinceye kadar olgunlaşmaya ve derecelerini arttırmaya devam etmiş olacaktır.
Nefs, fiillerinden sorumlu ruh, yani hüküm gününde sorumlu ruh olarak da tanımlanmıştır. Dolayısıyla, insanın, ölünce de ebedi varlığını devam ettiren unsurudur. İslam inancına göre, ruh-beden bütünlüğü bakımından dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında bir fark yoktur. Dünya hayatında nasıl ki, her iki unsur birlikte bir bütün teşkil ediyorsa, ahiret hayatı da aynı şekildedir. Ruhlar, sonradan yaratılmış olmakla birlikte, bedenin ölümü ile yok olan varlıklar değillerdir. Allah’ın emri ve izni ile, ölümden sonra semaya kaldırılmakta ve bazılarınca Berzah denen özel bir boyutta, İlahi kontrol altında tutulmaktadırlar. Ruhların, bu boyutta ya azab, ya da nimetler içerisinde kıyamet gününü bekleyecekleri kabul edilir. Yeniden diriliş gününde, yeni şartlara uygun olarak yaratılmış yeni bedenlerine iade edilip diriltileceklerdir.
“İnsan” ve “Ruh-Nefs” konularını bu şekilde bir daha hatırladıktan sonra yeni bilgi, düşünce ve kanaatlerimizi serdetmeye başlayabiliriz:
Hocam yazınızı hızlıca okudum.
Eski filozof ve alimlerimiz insan ruh ve bedenden oluşur diyor.
Hayvan=can+beden
Insan=Ruh+can+beden den oluşur.
çünkü özellikle insanın imtihanına ,insanlığına vurgu yapılan ayetlerde “ruhumdan üfledim” deniliyor.Eğer hayvanlarda da ruh olsaydı bu kadar vurgulanmazdı.
insana ruh üflenmesi demek; insana akıl,bilinç ve özgür iradenin yüklenmesi demek..
Ayrıca emanet denilen şeyde ruh olsa gerek.Ayette biz emaneti dünyadakiler sunduk, hiçbir varlık emaneti kabul etmedi, insan kabul etti diyor…Emanet veya ruhun fayda ve zararı nedir?
Faydası: insan akıllı oldu, özgür irade sahibi oldu, dünyanın halifesi(kralı) oldu, ölümsüz oldu(sonsuz cennet veya cehennem)
Risk vey zararı: Verilen bu kadar imkanı, aklı, diğer dünyadaki tüm canlıların hizmetine verilmesi(melekler dahil: meleklerin secde etmesi) gibi imkanları kötüye kullanırsa, insanlara, doğaya, diğer canlılara kötü davranır, kendine bu kadar imkanı veren yaratıcısina vefa göstermez bir defa bile teşekkür etmezse sonsuz azaba atılacak.Ama iyi ,erdemli olursa sonsuz mutluluk yeri cennete gidecek.
Ayrıca kornea nakli, böbrek nakli gibi ölmüş kişiden alınan doku ve organlar canlıdır ama ruhu yoktur çünkü organ sahibi olan kişi ölmüştür..Yani nakledilen böbrek ruhuyla gitmiyor.Yani alıcı kişiye gelen böbrekte ruh varsa bu kişi 2 ruh taşımış olur..Yani ruh ile canlılık farklı şeyler.Ayrıca milyonlarca sperm hücresi canlıdır ama ruh taşımaz.Eskiden kabul edildigi gibi ruhu can kelimesinin eşanlamlısi olarak göremeyiz.Saygılarımla
VARLIĞIN MAHİYETİ
Düşünce tarihinde, varlığın mahiyetini açıklama konusunda üç tür bakış açısı görülür: 1) Maddeci bakış, 2) Mitolojik bakış, 3) Fizik ve metafiziği dengeleyen bakış. Varoluşun mahiyetini, aklı ve vahyi dengeleyerek en güzel şekilde açıklayan bakış açısı “Yaratılışcı Tekamül” yaklaşımıdır. Diğer pek çok alanda olduğu gibi, düşünce tarihimiz de maalesef ifrat ve tefritlerle doludur. Bir kesim, düşüncelerinden dolayı bir kişiyi ölçüsüz şekilde yüceltip, Şeyh’ül Ekber makamına layık görürken, başka bir kesim, aynı düşünceleri küfürle eşdeğer kabul edip, sahibini Şeyh’ül Ekfer derekesine yuvarlamıştır. Üzülerek belirtmeliyiz ki, bu iki kutuplu sivri anlayış ve acımasız dil, günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Halbuki bizden beklenen, her alanda mutedil olmak değil midir! Hani meşhur misaldir! Tavşana sormuşlar: “İnişi mi seversin, yokuşu mu?” Tavşanın cevabı çok manidar: “Allah’ın düzlüklerine ne olmuş?”
Allah’ın yaratmadaki sünneti; bir şeyi yokluktan yarattıktan sonra, diğer şeyleri o ilk özden, yani var olan bir şeyden yaratmasıdır. “Varlığın özü”, Allah’ın iradesiyle yokluktan yaratılmıştır (ibda). Ancak bu başlangıçtan sonraki süreç; ceale, enşee, fatara, felak, halk kavramlarıyla ifade edilen, halden hale geçiş, bir şeyden başka bir şeyin ortaya çıkması, var olandan başka bir varlığın oluşturulması anlamlarında bir yaratılıştır. Allah’ın, her şeyi bir anda yaratabilecek güçte olmasına rağmen kademeli olarak yaratmış olmasının hikmetlerinden birisi de, mahlukatına itinalı ve sağlam adımlar atma terbiyesi vermek istemesi olabilir.
Varlıklar vücuda gelmeden önce bütün özellikleriyle Allah tarafından takdir edilmiştir. Kader, her eşyanın yaratılışındaki özellikleri ve mahiyetidir. Bir diğer deyişle, eşyaya takdir olunan işletim kanunlarıdır. Bu alem yaratılmış, yaratıldıktan sonra da kendi kanunlarıyla hareket etmesine imkan veren bir yapıya kavuşturulmuştur. Yaratılmışlık fikri, beraberinde düzen fikrini de içinde barındırır. Varlıklar kendi haline bırakılmamış, varlıklarının devamını sağlamak üzere kanunlarla donatılmıştır. Bu kanunlarda asla bir değişiklik olmaz. Allah sebep-sonuç bağlantısıyla yaratmasına her an devam etmektedir.
Hayatı ve kainatı anlayabilmemizin en doğru yolu, imana ve bilime dayalı bir dünya görüşüdür. Yokluktan varlık alanına çıkan her şey, öncelikle bir takdir ve tasarım gerektirir. Dakik bir saat gibi çalışan bu sistem, çalışmaya başlamadan önce bütün bu ince ayarlarıyla birlikte programlanmıştır. İkinci aşamada varlık, projeye uygun bir şekilde somutlaşıp meydana çıkar. Hidrojen, diğer atomlar, moleküller, evrenimizin içerdiği bütün muazzam sistemler… muhteşem bir plan içinde sırayla meydana gelmişlerdir. Üçüncü aşamada ise, yaratılış amacı doğrultusunda varlık belli bir şekil kazanır, mükemmele doğru değişmeye ve gelişmeye başlar. Yaratılışta ve hayatta daima geçerli olan en dikkate değer kural; tedric, tekamül ve değişmedir.
İslâm düşüncesi; Yüce Yaratıcı’nın afaki ayetleri olan kevni kanunlar ile vahyin uyumu ve dengesi dikkate alınarak inşa edilmelidir ve buna müsaittir. Çağın dili bilimdir, insanın aydınlanabilmesi için, en doğru ve en gerekli olan ikna yöntemi, bilim dili ve bilim yoludur. Bilime gözünü kapatan, Allah’ın en önemli eserlerinden biri olan ‘kainat kitabı’na da gözünü kapatmış olur. Allah sorgulayan insanları sever; sadece sorgulayarak ‘tahkiki iman’a ulaşabiliriz. Önce, bugünkü bilgilerimiz ışığında kainatın ve dünyanın yaratılışını özetlemeye çalışalım:
Bizi insan yapan şeylerin, vücudumuzu oluşturan atomların, etrafımızdaki güzelliklerin, heyecanın, aşkın, hüznün, iyiliğin, kötülüğün, her şeyin temeli bundan yaklaşık 14 milyar yıl önce meydana gelen bir “Oluşum”a dayanıyor. Zaman yokken, mekan yokken, insan yokken, hiçbir şey yokken, “kün” emri gereğince Big Bang (Büyük Oluşum) ile mevcudat, yokluktan, hiçlikten hayat sahnesine çıktı. İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan ‘yokluk’ kavramı ancak ‘nokta’ kelimesi ile ifade edilebilmektedir. Yoğunluğu sonsuz ama hacmi sıfır olan bu noktadan, akıl almaz büyüklükte bir enerji, hesaplanamaz derecede bir sıcaklık, dayanılmaz bir basınç ve idraki mümkün olmayan bir hızla hareket eden maddenin ilk parçacıkları oluştu. Esas itibariyle enerji formunda olan bu varlık, aynı zamanda kütle özellikleri de gösteriyordu. Yani, bir yüzü enerji (ruh), bir yüzü kütle (madde) olan bir varlık! İşte bu ilk çekirdek varlığın tekamül etmesiyle, bir taraftan kainat meydana gelecek, diğer taraftan da bu muazzam sanatın teşhir sahası olacak olan Dünya, içindekiler ve nihayet insan yaratılacaktır. Allah bu ilk varlığı, daha işin başında, başlayan tekamülün zirvesi olacak olan kamil insanı oluşturabilecek bir potansiyelle yaratmıştır.
Evrendeki tüm madde ve enerji, var olmaya milyarlarca yıl önce bir anda başladı ve bu var oluş hala devam ediyor. Hayat, sürekli olarak tekrarlayan bir enerji ve kütle dönüşümünden ibarettir. Her an biz ve çevremizdeki her şey, sürekli olarak yaratılıp durmaktayız! Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur. Madde, bu patlamayla birlikte ortaya çıktığına göre, evreni meydana getiren sebebin zaman ve mekandan bağımsız olması gerekir. Bu gerçek, bize Yüce Yaratıcı’nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir.
Büyük Patlama’nın ardından henüz bir saniye bile geçmeden, bu çekirdek enerjinin dönüşümü sonucu, maddenin temel yapı taşları olan atom altı tanecikler (kuark ve leptonlar), bunların da planlı birleşmeleri sonucunda proton, nötron ve elektronlar oluşmuştur. Çevremizde gördüğümüz her şey, bu temel parçacıklardan ve bunların kontrollü etkileşimlerinden meydana gelmektedir.
Bu parçacıklar arasında dört temel etkileşim şekli mevcut olup, bunlardan ilki, bizi dünyamıza bağlayan “kütle çekim kuvveti”dir. Görünen ve görünmeyen ışık, röntgen ve radyo dalgaları gibi olaylardan sorumlu olan kuvvet ise “elektromanyetik kuvvet”tir. Atomlardan elektron kopmasına yol açan “zayıf nükleer kuvvet” ve atom çekirdeğini bir arada tutan “güçlü nükleer kuvvet”le birlikte bu dört temel kuvvet, bütün fizik olaylarını oluşturmaktadır. Bu temel kuvvetlerin olağanüstü kusursuz dengesi sayesinde, varlığın yaratılmasından 14 saniye sonra, ilk nükleosentez yoluyla en basit atomlar olan hidrojen, helyum ve lityum çekirdekleri oluşmaya başlıyor. Bu sırada evrenin bileşimi %75 hidrojen ve %25 helyum çekirdeklerinden oluşmaktadır.
Evrenin en basit elementi olan hidrojen, helyum ile birlikte evrenin yaklaşık %99’unu oluşturmaktadır. Kainatta en çok bulunan ve nötron içermeyen tek element, yalnızca bir proton ve bir elektrondan oluşan hidrojendir. Evrendeki hidrojenin büyük çoğunluğu, ilk üç dakika içinde oluşmuş ve en yaygın bulunan atom olarak bugüne kadar gelmiştir. Bir tek hidrojen atomu; yüzlerce yeni elementi, yüz binlerce karmaşık molekülü oluşturabilecek bilgiye daha baştan sahiptir. Bir tek elektron ve protondan oluşan bu en basit atomun, bu akıl almaz bilgiye en baştan sahip olması muazzam bir sanat eseridir.
Büyük Oluşumdan 300.000 yıl sonra evren, bir “elektronlar ve atom çekirdekleri plazması”ndan veya çorbasından oluşmaktaydı, ancak 380.000 yıl sonra görünür hale gelebildi. Evrenin yeterince soğuması ve elektronların yavaşlayarak yenilerini oluşturmak üzere atomlara bağlanması gerekiyordu. Bütün hidrojen, helyum ve lityum atomlarının oluşması yaklaşık 30 milyon yıl zaman aldı.
Yaklaşık olarak %75 oranında hidrojen ve %25 oranında helyumdan, yani neredeyse tamamen gazdan oluşan bu evrenin bazı bölgelerinde gazın yoğunluğu daha yüksekti. Kütleçekim nedeniyle bu bölgeler daha fazla maddeyi kendine çekti. Sonuç olarak, büyük ve yoğun gaz topları biçimlendi, kütle çekimleri nedeniyle büzüşüp içten içe ısındılar. Bir noktada, böyle bir topun sıcaklığı nükleer füzyon (kaynaşma) için yeterli bir duruma geldi. Böylece yıldızlar doğdu. Bu gaz bulutlarından yıldızların doğması için 300 milyon yıl gibi bir süre geçmişti.
Büyük Patlama’dan bir milyar yıl sonra ilk galaksiler şekillendi. Takip eden 3 milyar yılda, herbiri 300 milyar kadar yıldız içeren 300 milyar galaksi daha şekil kazandı. Bizim galaksimiz Samanyolu, yörüngelerinde değişik sayıda gezegen bulunan 250 milyarın üzerinde yıldız içermektedir. Galaksilerin merkezlerinde, galaksiyi dengede tutan büyük bir karadeliğin varolduğu tahmin edilmektedir.
Kainat, en az 150 milyar ışık yılı genişliğinde olup %99’u boşluktan oluşmaktadır. Tüm galaksiler, yıldızlar, güneş sistemleri kainatın ancak %1’ni oluşturur. Evren genişlemeye devam ettikçe bu boşluğun oranı da artmaktadır. Benzer şekilde atomlar da %99 boşluktan ibarettir. Yani makro ve mikro evrenler birbirinin değişik ölçekli benzerleridir.
Bir yıldız, ömrünün %90’ında hidrojen yakar, helyum üretir. Geriye kalan ömrünün %90’ında ise helyum yakarak karbon üretir. Küçük yıldızlarda sadece hidrojen-helyum dönüşümü gerçekleşebilirken, kırmızı dev denen devasa yıldızların çekirdeklerindeki füzyon reaksiyonları, helyumun yanısıra, karbon, oksijen, nitrojen ve periyodik cetveldeki demire kadar olan diğer tüm elementleri de üretir. Demirden sonraki elementler ise süpernova patlamaları sonucunda oluşur ve uzaya saçılarak gaz bulutlarına karışır.
Gaz bulutları artık, kendi hidrojen ve helyumlarından başka pek çok element içerdiklerinden, nispeten daha yüksek yoğunluk alanları oluşur, buralar daha çok madde çeker ve yeni yıldızlar doğar. Güneşimiz de, yaklaşık 5 milyar yıl önce, Samanyolu Galaksisi’nin bir kenarında, böyle bir süreç sonucunda doğmuştur. Onun için Güneş’te bütün elementler bulunmaktadır. Bunlar arasında %71’lik oranla hidrojen çoğunlukta olup, %27 oranında helyum ve %2 oranında diğer elementler yer alır. Yaklaşık olarak 5 milyar yıl sonra Güneş’in yakıtı tükendiğinde dünyadaki canlı hayat da sona erecektir. Kainat bir noktadan yaratılmıştır ve yine bir noktada son bulacaktır.
Gezegen oluşumu, yıldız oluşumuna bağlı bir süreç olup, gezegenler yıldızın kendi gaz bulutundan doğar. Güneşimizi oluşturan gaz ve toz bulutunun yaklaşık %99,8 lik kısmı güneşte toplanırken geriye kalan az miktardaki maddeden de güneş sistemi cisimleri ve dünyamız oluşmuştur. Güneş Sistemi’nde 9 adet gezegen ve 54 adet uydu yer alır. Dünya yaklaşık 4.5 milyar yıl yaşındadır. Küçük gezegenlerin, çok hafif elementler olan hidrojen ve helyum atomlarını tutmaya yetecek kütle çekimleri yoktur. Her ne kadar dünyayı doğuran gaz bulutunun %2’si gibi küçük bir oranını oluştursalar da, gezegenimizin yapısını, bize patlayan yıldızlardan bir hediye olarak gelen karbon, oksijen, azot ve demir gibi diğer ağır elementler şekillendirmiştir.
Uzaydaki ilk su molekülleri, hidrojen ve oksijenin yıldız tozlarına tutunmasıyla oluştu. Güneş Sistemi bir milyon yaşına geldiğinde, sayısız yıldız tozu buzla kaplanmıştı. Su içeren bu tozlar zamanla kayalara ve göktaşlarına dönüştü. Dünya ilk oluştuğunda, yüzeyi sürekli patlayan yanardağlarla kaplı, mağmanın aktığı, sürekli kayaların ve göktaşlarının çarptığı bir gezegendi. Dünya’ya kaç gök cisminin çarptığı ve ne kadar su taşıdıkları bilinmiyor. Bu bombardıman dönemi 3,8 milyar yıl öncesine kadar devam etti. Dünya’nın atmosferi ve ısısı 1 milyar yıl önce istikrarlı bir hal aldı ve dışarı sızan su buharı soğuyup yoğunlaştı. Bunun sonucunda yağmur yağmaya başladı, hem de binlerce yıl boyunca. Bu dönem sona erdiğinde artık Dünya, denizler ve okyanuslarla kaplıydı.
Dünya yüzeyinin soğuyup katılaşması, kıtasal levhaların, atmosferin ve okyanusların oluşması, hayatın jeobiyokimyasal süreçler sonucu ortaya çıkması, bakterilerin oluşumu, atmosferin oksijence zenginleşmesi, ökaryotların gelişimi ve ilk hayvanların ortaya çıkması neredeyse 4 milyar yıl aldı ve bu uzun dönem, Kambriyen öncesi olarak adlandırıldı. Zamanımıza kadar, uzun aralıklarla 7 süper kıta (sonuncusu Pangea) oluşmuş ve dağılmıştır. Günümüzden yaklaşık 500 milyon yıl önce Dünya ortamı, çok hücreli hayatı desteklemeye müsait bir hale geldi. Bundan sonra, Kambriyen patlaması denen ve çok hızlı gerçekleşen bir tür çeşitlenmesi oldu. Kambriyen dönemdeki ani canlı çeşitlenmesi için gerekli dört şart: hayatın varlığı; oksidatif metabolizma; tek hücrelilerin mevcudiyeti ve ökaryalarda cinsiyet gelişimidir. Kambriyen patlaması, günümüzde var olan canlıların tüm özelliklerinin aniden ortaya çıktığı bir Big Bang’dir. Bundan önce, yeryüzünde tek hücreli varlıklardan başka bir şey yoktu.
Hayatın muhteşem üçlüsü: karbon, hidrojen, oksijen. Öncelikle karbona ihtiyacımız var. Karbon hayatın temelidir, çünkü bütün temel organik moleküller, karbonun diğer atomlarla birleşmesiyle oluşur. Karbon canlılığın çöpçatanıdır, tabiattaki hemen her şeyle birleşebilir. İkinci olarak suya ihtiyacımız var, çünkü hayat için gereken tüm biyokimyasal reaksiyonların oluşmasını sağlayan sıra dışı sıvı, sudur. Biri yakıcı diğeri yanıcı iki atom birleşiyor, söndürücü su oluyor, ne muhteşem bir terkip! Üçüncü olarak ta suyun sıvı halde bulunabileceği, aynı zamanda karbonun da yaygın olarak kullanılabileceği bir gezegene sahip olmalıyız.
Kur’an-ı Kerim’de insanın yaratılış aşamaları anlatılılırken: Su, toprak, çamur, çamurdan bir öz, yapışkan çamur, kupkuru kara balçık, pişmiş çamur… gibi değişik kelimelerle anlatılan elementer süreç, su ve karbon başta olmak üzere yeryüzünde bulunan diğer elementlerin de katıldığı muhteşem bir senfoni! Bu süreç, nefsi vahide denilen ilk insan hücresinin oluşumuna kadar devam eder ve ondan sonra biyolojik süreç başlar.
Yaşa, cinsiyete, kiloya bağlı farklılıklar olmakla birlike vücut ağırlığının yaklaşık 3’te 2’si sudur. Dünya’nın da kabaca 4’te 3’ünün su olduğu dikkate alınırsa, hem dünyanın hem de insan vücudunun büyük oranda sudan oluştuğu görülür. Bir kısmı hakkında henüz yeterli bilgiye sahip değiliz ama, dünyada mevcut bütün elementlerin, insan vücudunda da bulunması gayet mantıklı bir çıkarımdır! Yani insanın sudan ve topraktan yaratıldığı bilgisi tam yerine oturmaktadır.
Kompleks canlıların oluşmasını sağlayan bu elverişli ortamda atmosferdeki ve sudaki oksijen miktarı yeterli seviyeye ulaştı. Sığ suların tabanından envai çeşit bitkiler yükseldi. Okyanuslar hayat kaynamaya başladı, ilk kompleks canlılar okyanuslarda ortaya çıktı. Karaya ilerleyen bitkisel hayat hızla çeşitlendi ve zenginleşti. Fosfatlı, nitratlı ve demirli besinlerin çoğalmasıyla, omurgalı biyokimyası açısından uygun şartlar oluştu.
Biyolojide iki çeşit üreme vardır: İlkel üreme tarzı olan eşeysiz üremede yavru, iki canlının birleşmesinden değil, ana canlının ikiye bölünmesinden (mitoz) yahut tomurcuklanmasından meydana gelir. Kara şartlarına dayanıklı canlıların meydana gelmesi ise, ancak iki canlının cinsel hücrelerinin birleşmesine, yani eşeyli üremeye bağlı kılınmıştır. Hayat, önce eşeysiz üreme şeklinde, sularda görülen basit canlılarla başlamış, sonra da karaya geçmiş ve eşeyli üreme şeklinde devam etmiştir. Eşeysiz üremeden eşeyli üremeye nasıl geçildiği halen tam olarak anlaşılamamıştır.
Tek hücrelilerden çok hücrelilere geçişin sebebi olan Kambriyen patlamasını tesadüfle açıklamak mümkün değil! Mevcut canlıların her biri, kendilerinin meydana gelmesi için yaratılan ayrı ayrı ana hücrelerden tekamül ederek bugünkü şekline gelmiş olmalıdır. Ortam çok hücreli hayata müsait hale gelince, bu ana tohum hücrelerin bütün sistemleriyle beraber bir anda yaratılması, halen Kambriyen patlaması için geçerli en mantıklı bilimsel açıklamadır. Bu ana hücreler, tıpkı bir tohumun yeşermesi gibi, binlerce, milyonlarca türün başlangıcını oluşturdular.
Dünya, bildiğimiz kadarıyla çeşitli sebeplerle 5-6 defa kitlesel yok oluşlara sahne oldu. Büyük iklim değişmeleri bazı türleri yok ederken, pek çok yeni tür için de yaşama alanı oluşturmaktadır. 250 milyon yıl önce hayatta kalan türlerden hayat tekrar başlıyor. Kambriyen dönemden beri ortadan kaybolmuş türlerin sayısı, yaşayan türlerin binlerce katıdır.
Bugünkü teorilere göre, gerek hayvansal ve gerek bitkisel hayatın başlangıcı son analizde bir ‘sellûl’e yani bir hücreye dayanmaktadır. İnsan, diğer türlerden bağımsız ve müstakil bir tür olup, başka bir canlıdan gelişmiş değildir. Kur’an-ı Kerim, bütün insanlığı tek bir insan gibi görmektedir. Bunu da insanları ilk anda tek bir nefisten, bir hücreden, bir mahiyetten yaratmakla ifade etmiştir. İnsanın basit, bölünerek çoğalan bir ilk canlıdan (ilk insan zigotu, sonra embriyosu, nefs-i vahide) yaratıldığı düşünülebilir. Bu ilk canlı hücrenin programında ve tasarımında tekamül edecek bir insan vardır. O embriyodan, eş olarak hem erkek ve hem de dişi yaratılabilir. Nefs-i vahide, Âdem’i değil, Âdem de dahil tüm insanlığı oluşturacak ana hücreyi temsil etmektedir. Nisa suresi 1. ayetteki nefisten kasıt Âdem değil, insanın aslı olan ilk canlıdır. Bu ayetten, insanı yaratmak üzere oluşturulan ilk canlının, önce eşeysiz üremeyle kendi istikametinde tekamül edip eşeyli üreme aşamasına geldiği ve bundan sonra birçok erkeğin ve kadının yaratıldığı anlaşılabilir. Geleneğimizde genellikle Havva olarak yorumlanan zevcehâ ifadesi hem kadının, hem de kocanın eşini ifade eder. Dünyayı şenlendirecek ilk erkek hangi kaynaktan yaratılmışsa eşi de aynı kaynaktan yaratılmıştır. Kur’an-ı Kerim, kadının herhangi bir surette erkekten eksik olduğu fikrini reddettiğinden, insanlığın tek nefisten var olduğunu vurgulamaktadır. İnsanın aslı olan bu canlı, uzun bir süreç içerisinde ve programlı bir şekilde tekamül ederek akıl, soyut düşünme ve konuşma yeteneklerini kazanan insan şekline gelmiş olmalıdır. Bu ilk insanların, kendileri gibi mütekamil insan düzeyine ulaşmış olan eşleriyle çiftleşmesinden de birçok erkek ve kadın yaratılıp dünyaya yayılmıştır.
Bugünkü bilgilerimiz; insan tekamülünün esas itibariyle Afrika kıtasının çeşitli noktalarında eşzamanlı olarak gerçekleştiği yönündedir. Mevcut antropolojik bulgular ve DNA araştırmaları, ilk insan türlerinin Afrika kökenli ve siyah derili olduğunu gösteriyor. DNA’mızın neredeyse tamamı, yani insan genomunu oluşturan üç milyar kodun yüzde 99.9u her insanda aynıdır. Bu da demek oluyor ki, takvadan başka, birbirimize üstünlük taslayabileceğimiz bir özelliğimiz yok!
Henüz tam olarak anlaşılamayan coğrafi, ekonomik veya sosyolojik sebeplerle buradan ayrılmak zorunda kalan ilk muhacirler, 60 bin yıl kadar önce, Kuzey (Mısır) ve Güney (Yemen) olmak üzere iki ana koldan Ortadoğu’ya geçtiler. Yaklaşık olarak 50 bin yıl önce Ortadoğu’dan çıkan bir grup Orta Asya’ya, bir grup da Güney Asya’ya ulaştı. Orta Asya’dan bir kol Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya, bir kol da Bering Boğazı üzerinden Amerika’ya vasıl oldu. Güney Asya’ya gidenler, zamanla Avustralya ve çevresindeki adaları da iskan ettiler.
Fakat, özellikle Çin’de elde edilen son bulgular bu ön kabulü değiştirecek gibi görünmektedir. Acizane kanaatimiz; insan, yeryüzünde bir noktadan meydana gelip çoğalmamış, uygun şartlar oluştuğunda özellikle tropikal kuşak olmak üzere, her coğrafyada insanlar yaratılmıştır. Bu insanlar o yörenin renklerini almışlar ve o yörenin iklimine uygun karakterler oluşturmuşlardır. Yani, her ırka mahsus bir Âdem olabileceği de düşünülebilir. Bu konuda Afrika’nın öne çıkması muhtemelen dini sebeplere dayanmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de, insanlığa pek çok elçi gönderildiği bildirilmekle beraber, bunların çok azından isim olarak örnekler verilir. Bu isimler, ilk muhatap kitlenin haklarında az çok bilgi sahibi veya aşina olduğu peygamberlerdir. Muhtemelen, Âdem ve Havva kıssasının önemli olaylarının yaşandığı Doğu Afrika Bölgesi ve Ortadoğu da, bu sebeple öncelikle araştırılma şansına sahip olmuş olsa gerek!
İnsan en son ve en seçkin canlı olduğundan, çok uzun bir tekamülün mahsulü olmuştur. İnsanoğlu, 2 milyon yıl önce Homo habilis, 1.8 milyon yıl önce Homo erektus, 200 bin yıl önce Homo sapiens ve 100 bin yıl önce de Homo sapiens sapiens (modern insan) olarak tanımlanmıştır. Ondört milyar yıllık evreni, bir yıllık bir kozmik takvim olarak düşünürsek, böyle bir takvimde insanlığın tarih sahnesine çıkışı son 14 saniye’dir.
Büyük patlama, kainatın temel atma töreni. Galaksi ve yıldızların oluşumu, kaba inşaat. Dünyanın oluşumu, ince işçilik. Bitki ve hayvanların yaratılışı, sarayın tefriş edilmesi. İnsanın yaratılışı ise, beklenen misafirin sarayı teşrifi! Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan!
İLK VARLIK (MEBDE)
Varlığın Büyük bir Oluşum’la başladığını yukarıda genişçe anlatmaya çalışmış ve kainattaki her bir varlığın, bu ilk varlıktan kaynaklandığını, onun değişik tezahürlerinden ibaret olduğunu belirtmiştik. Bazı şeyleri daha iyi kavrayabilmemiz açısından, bu ilk varlık üzerinde biraz daha durmamız gerekiyor.
İlk yaratılan bu varlığa, insanlığın sahip olduğu bilgi ve kavrayış derecesi ile alakalı olarak, tarih boyunca çok çeşitli isimler verilmiştir: Akıl, Arş, Cevher, Esir, Evrensel Şuur, Halife, Hava, Heyula, İlk Madde, İnsan-ı Kamil, İsa, Kalem, Kamış, Kozmik Bilinç, Kozmik Yumurta, Kürsi, Levh-i Mahfuz, Logos, Nefs-i Külli, Nur, Nur-u Âli, Nur-u Muhammedi, Nur ve Zulmet, Prima Materia, Ruh, Ruh-u Azam, Rüzgar, Su, Ümm… Bu varlığın bir yüzü enerjiden (ruh, can), diğer yüzü ise maddeden (beden) oluşuyordu.
Şüphesiz ki kainatı yaratan ve onu başlangıçta koyduğu bir tekamül çizgisi istikametinde geliştiren, belli bir hedefe doğru yürüten Allah’tır. Hayatın ve insanın ilk maddesi ‘ol’ emrini alıyor ve oluş başlıyor. Âlem, bir halden diğerine geçen kesintisiz bir oluş ve akış içindedir. ‘Ol’ emri kainatta her şeye, her an verilmeye devam ediyor. Zaman yolculuğuna Big Bang’le başlayan bu varlık, tekamül etmek üzere programlanmıştır. Tedric, tekamül ve değişim kuralı, Büyük Patlama’dan günümüze kadar geçerliliğini korumuştur ve kıyamete kadar da koruyacaktır. Değişim, daima daha olguna, daha mükemmele doğrudur. Yaratılan her şey, kendine ait kulvarda, amaçlanan bir hedefe doğru akıp gitmektedir.
Madde moleküllerden, moleküller atomlardan, atomlar da elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir. Kısacası, kainat tek bir enerji kütlesidir. Çok kaba bir tabirle, dalgalar âleminde gerçek, mutlak somut maddi varlıktan söz edilemez. Evrenin temelinde enerji vardır. Her şey enerjidir aslında. Var olan her şey gibi insan da bir enerji ve belirli bir dalga boyudur. Atomların özüne, derinliğine inersek, en alt boyutta karşımıza çıkan şey enerjidir. Enerjinin geçtiğimiz asırlardaki adı ‘ruh’tu! Madde ve enerjinin temel yapısı, kuantla tanımlanır. Kuantlar için, maddenin temeli olan enerji birimleri diyebiliriz. Madde, çok yoğun enerji, enerji de seyreltilmiş maddedir. Bütün diğer varlıklarda olduğu gibi, insanın yaratılması, var olması ve hayatını sürdürmesi de tamamen madde ve enerjinin etkileşmesi sonucu meydana gelen karşılıklı dönüşümlerle gerçekleşmektedir. Canlı olmama hali bir görüntüdür. Cansızlık, bilinci derin uykuya dalmış bir canlılık halidir. Diğer bir deyişle, cansız olarak tanımlanabilecek bir varlık alanı yoktur. Günümüzde yeryüzü, bir bütün halinde canlı olarak kabul edilmektedir. Atomdan, organize olmuş bir hücreye kadar herşeyde bilinç vardır. Dolayısıyla, tüm canlılarda bilinç vardır, ancak derecesi farklıdır. Sonuç olarak; madde zannedildiği gibi statik bir şey olmayıp, aktif ve canlıdır. Artık evrene tam bir canlı organizma gözüyle bakılmaktadır.
Etrafımızdaki tüm nesneler molekül adını verdiğimiz mikroskobik birimlerden oluşur. Molekülleri oluşturan birimler ise atomlardır. Gördüğümüz, dokunduğumuz, etkileşimde bulunduğumuz her şey; en basit atom olan hidrojenden meydana gelmiştir. Atomlardan ibaret olan tüm maddeler, dolayısıyla bizler de, o ilk varlık enerjisinden doğan hidrojenden yaratılmış varlıklarız. Astronomik âlemin ve dünyamızın tüm maddi hal ve şekilleri, bu ilk hidrojen atomunun tekamül etmesiyle oluşmuş çeşitli kombinezonlardan ibarettir. Hayatımız boyunca karşılaştığımız tüm atomlar, topraktakiler, havadakiler, yemeğimizdekiler, biz dahil her canlıyı oluşturanlar milyarlarca yıldır var olagelmiştir. Bizi oluşturan elementlerin bir bölümünün Büyük Patlama sırasında, bir bölümünün yıldızlarda, geri kalanının da güneşimizin yerinde bulunan eski bir süpernovanın patlaması sonucunda oluştuğunu söyleyebiliriz. Kainattaki bütün varlıklar ile; galaksilerle, yıldızlarla, gezegenlerle, bulutlarla, dağlarla, kuşlarla, yılanlarla, çiçeklerle, tozla, çamurla… velhasıl bütün mevcudatla öyle veya böyle akrabayız!
Evren (universe) kelimesi, birlik (vahdet)’ten gelmektedir! Evren bir bütündür, bütün parçalar birbirlerinin kardeşidir. Hepsi birbirleriyle ilişki, iletişim ve etkileşim içindedir. Yapılan her türlü hareket ve üretilen bütün düşünceler, evrenin tamamı tarafından anında algılanır ve kayda geçirilir (kelebek etkisi). Kamil insan, resmin bütününü görebilen, evrene bütünsel bir gözle bakabilen, mutlu, kimseye kızmayan, korkmayan ve şükreden insandır.
Bu anlayış, bizi bütün mevcudata karşı çok yüksek bir değer atfetmeye, saygı duymaya ve onları ciddiye almaya sevk eder. Bu bakış açısı, insanlığın barış ve kardeşlik içinde yaşaması için, çıtayı yükseltecek bir zemin teşkil edebilir. Böylelikle savaşlara, kardeş kavgalarına son verilebilecek, çatışma siyaseti daha mutedil zeminlere taşınabilecek, daha insani bir dünyada yaşama umutları yeşerebilecektir.
Kainatı, hayatı ve insanı anlamlandırmaya çalışan; İbn-i Miskeveyh, İbn-i Arabi, İbn-i Sina, Gazali, Mevlana, Yunus, İbrahim Hakkı, Said-i Nursi, Elmalılı… gibi kadim ulema ve ariflerimiz, çağlarını aşan bir tefekkür düzeyine ulaşmışlar ve bütün mevcudata canlı gözüyle bakmışlardır. Bu tevhidi bakış açısını özetleyen şu tespit ne kadar doğru ve yerinde: “Kainat bir ağaçtır; maddeler onun dalları, bitkiler yaprakları, hayvanlar çiçekleri, insanlar ise meyveleridir”. Bu alimler, insan ile diğer varlıklar arasında mahiyet değil, sadece derece farkı olduğunu his ve tespit etmişlerdir. Bilim ve felsefe, ancak son zamanlarda hakikatin en derin seviyesinin, “tek”lik olduğu görüşüne ulaşabilmiştir. Ufak tefek nüanslarla birlikte, pek çok mütefekkirimiz tarafından yapılan ve genel kabul gören ruh (can) tasnifi şöylece sıralanmıştır: 1. Ruh-u Cemadi, 2. Ruh-u Nebati, 3. Ruh-u Hayvani, 4. Ruh-u İnsani, 5. Ruh-u Meleki.
Nebati ruh, beslenme, büyüme ve çoğalma gibi temel fonksiyonlara sahiptir. Hayvani ruh, ilaveten iradi hareketler, hissetme, kendine faydalı olana yönelme, zararlı olandan kaçınma, beş duyu, hayal, hafıza ve vehim gibi yetenekleri haizdir. İnsani ruh ise bunların yanında, akıl, düşünme, bilme, yapma, idrak, irade, istidlal gibi özellikleriyle temayüz eder. Bu ruh çeşitleri, tekamül yoluyla bir üst kategoriye terfi etmekte, bir diğer deyişle seyr-ü süluk yapmaktadır. Bir üst kategorideki varlık, alt kategorideki varlığın sahip olduğu özelliklere peşinen sahip olmaktadır. Çoğu ulemanın aksine İbn-i Sina, ruhun ezeliyetini kabul etmez. Nazzam’a göre de nefs, bedenle birlikte ortaya çıkan canlılıktır, insan, bedenle birlikte var olan bu hayattan ibarettir.
Görüldüğü gibi, bizim bugün sahip olduğumuz pek çok bilgiye sahip olmamalarına rağmen, geçmiş alimlerimiz ruh ve canlılık konusunda gayet makul ve mantıklı açıklamalar yapabilmişlerdir. Medeniyetimiz adına hepsine bir şeyler borçluyuz. Maalesef zaman içinde çeşitli yanlış anlamalar ve yorumlar sonucunda “mevcudat Allah’tır; Allah, kainatta ne görüyorsan hepsinin toplamıdır” şeklinde gerçek ötesi bir anlayış (vahdet-i vücud) oluşmuştur. Âlemdeki her şeyin canlı olduğu fikrini ileri süren İbn-i Arabî’nin Pisagorcu mektepten etkilendiği anlaşılmaktadır. Vahdet-i vücudun ana yanılgısı, varlığın zorunlu ve mümkün diye bölünmeden ele alınmasıdır. Halbuki, vücudu Vacib olanın, vücudu mümkün olanla ittihadı imkansızdır. Bütün bu tartışmalara rağmen, bu alanda söz söyleyen geçmiş ulemamızı aşırı derecede yüceltmek veya ölçüsüz bir şekilde tenkit etmek ifrat ve tefrittir. Eğer bir eksiklik veya kusur aranacaksa, onlarda değil, ulaştıkları tefekkür noktasını bir adım daha ileriye götüremeyen sonraki kuşaklarda ve bizlerde aranmalıdır.
Bütün mevcudata tevhid nazarıyla bakılmasını emreden dinimiz, insanı da bu tevhidi bakışın dışında tutmaz. Bu tevhidi bakış açısına göre; insan ruhu, külli kainat enerjisinin insana yansımış halidir, şahsa özel bir kainat ruhudur. İnsan ruhu, kainat ruhu ile iç içe faaliyet gösterir. Kaynaklarımızda geçen “ruh üflenmesi” ifadesini, az miktarda bilgi ve yetenek verilmesi, yeterli olgunluk düzeyine ulaştırma olarak yorumlamak mümkündür. Ruh üfürülmesinin diğer bir anlamı da, insanın artık beşer düzeyinden, vahyi alabilecek insan seviyesine çıkmasıdır. Bu tabir Kuran’da iki kez kullanılır ve İlahi bilgi aktarımı ve insan DNA’sının yeni bilgilerle kodlanması anlamına da gelebilir. Ölmeyen kimselerin ruhlarının uykuda alınmasını da ‘küçük ölüm, ölü gibi uyutmak’ şeklinde anlayabiliriz. Uyku bir tür geçici ölüm, uyanmak ise bir çeşit diriliş provası olarak tanımlanabilir. Her gece ölür ve diriliriz. Ölümden sonraki dirilişin, her gün tecrübe ettiğimiz provası uykudur.
Bu âlemde birbirine her hususta denk olan iki mahluk yoktur, her şey tektir ve müstakil olarak yaratılmıştır. Bitkiler, ağaçlar, hayvanlar, insanlar cins ve tür olarak birlik mührü taşıdıkları gibi, bu tür içindeki fertler de tek tek, yine birlik mührüne mazhardırlar. Onun içindir ki hiçbir mahluk birbirine benzemez. Her mahluk tektir ve bir tekillik noktasından yaratılmıştır. Hangi canlı türünün genetik izini takip ederseniz edin, en başında bir tekillik noktasına ulaşırsınız. Bu noktaya İlk Varlık, bu ilk varlığı meydana getiren olaya da Büyük Oluşum dendiğini yukarıda izah etmiştik.
Büyük Oluşum’la yaratılan ilk varlık, tekamül etmeye atomlarla başlamış, moleküllerle devam etmiş, galaksileri, yıldızları, dünyaları dolaşmış, suda, toprakta, tek hücrelilerde, bitkilerde, hayvanlarda karargah kurmuş, ama tekamülünün kemal noktasına insanda ulaşmıştır. Enerji-madde (ruh-beden) etkileşimi ve dengesi, en mükemmel şekilde insan vücudunda gerçekleşme imkanını bulmuştur. Bütün hücrelerimizde ruh vardır, ama enerji-madde etkileşimi zirve noktasına insan beyninde ulaşmıştır. Beynimiz, bilinen evrendeki en karmaşık yapıdır. Ortalama bir insan beyni, 100 milyardan fazla nöronun yüzlerce trilyon sinapsla birbirine bağlanmasından oluşur.
Kur’an’da insan nefs olarak tesmiye edilir. Her nefsin de ölümlü olduğu ve öldükten sonra bir daha asla geriye dönmeyeceği belirtilir. Kişilik döllenme ile başlar ve ölümle biter. İnsanın yaratılışı, iki ayrı bedende birbirinden bağımsız olarak üretilen iki ayrı hücreden, yepyeni bir canlının meydana geliş mucizesi! İlk döllenme anında oluşan insan ruhu, elbette anne babanın bazı kabiliyetlerini ve özelliklerini taşır. Oluşan bu yeni insan ruhu, bebeğin fizik organlarıyla birlikte tekamül etmeye başlar. Anne ile babanın hücrelerinin birleşmesinin ilk günü, bu yeni canlıya özel bir genetik kod oluşur. Bedenimizi oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücrenin tamamı, tek bir hücreden meydana gelmiştir. Hücrelerin farklılaşmasını ve gerekli bölgelere yerleşmelerini sağlayan plan, DNA’da şifrelenmiştir. Vücuttaki her hücre tamamen aynı genleri taşır ve tüm genetik programı içerir. Her hücrenin DNA’sında, insan bedeninin bütün detaylarını anlatan milyarlarca bilgi bulunur. Embriyodaki hücreler, hangi organa ait olacaklarsa sadece o organa ait bilgiyi milyarlarcasının içinden bulup okurlar. Yaratılıştaki muazzam adalet gereğince her bir hücre, her bir doku, her bir organ, yerli yerindedir.
Allah tüm insanların iyiliğini ve hidayetini istemekle birlikte, imtihan sırrı gereğince onlara fıtri din, akıl, peygamber ve vahiy gibi dört mükemmel ışık ile aydınlanma imkanını bahşedip iradeleri doğrultusunda kendilerini serbest bırakmıştır. Bu dört hidayetten fıtri din ve akıl her insanda doğuştan mevcuttur. Yaratılışın başlangıcında insanın genlerine yerleştirilen bu bilgi (fıtri din, galu bela, ilk akit), hücrelerin bölünerek çoğalmaları ve “parça, bütünün özelliklerini taşır” genel kuralı hükmünce, inanan ve inkar eden her insanın tüm hücrelerinde mevcudiyetini korumaktadır. Allah, herkesi büluğa erdiğinde varlığına şahit tutuyor. İnsan zamanla fıtratını örtmez, kendisine ve kainata ibret nazarıyla bakabilirse, Allah’ın varlığına ulaşabilir. Allah, varlığına dair delilleri göstermiş ve insanları özgür iradeleriyle başbaşa bırakmıştır. Hem korunuyoruz, hem de her sözümüzle ve her yaptığımızla bir kitaba kaydediliyoruz. Şeytana bile istemediğini yaptırmayan Allah, insana da istemediği şeyi yaptırmaz. Allah, insanın üzerine ne hak olmuşsa onu diler. Rahimiyeti gereği iyiliklere kat be kat karşılık verecek olan Allah, hiç kimseye hak ettiğinden fazla bir ceza vermeyecektir.
Yaratılmışların en şereflisi olan insanın da elbette bir tekamül çizgisi ve bir yaratılış gayesi vardır. Kainatın yaratılmasından maksat, insanın yaratılması, insanın yaratılmasından maksat da Allah’ın bilinmesidir. İnsan mükerremdir, islam fıtratıyla doğan her nefs, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. Nefsin tekamülü Allah’ı tanımakla başlar. İyi niyetle ve doğru olarak yapılan her iş ibadettir. İbadet arttıkça nefs de yücelir, güzel yetenekler kazanır, ahlaki tekamülün zirvesine ulaşır. Artık kimse onun elinden dilinden zarar görmez, aç gözlü değildir, gereğinden fazlasını talep etmez. Servetin hakiki sahibini bilir, Allah için dağıtır. İslamın ruhuna eren insan, verdiğini de övülmek veya teşekkür edilmek için değil, sırf Allah rızasını kazanmak için verir. Bu özelliklere sahip olan bir insan, hem kendisini hem de halife kılındığı yeryüzünü ıslah etmekten ve geliştirmekten asla vazgeçmeyecektir.
İLK İNSAN (ÂDEM ve EŞİ)
Takvim ve tekamül, kıymetlendirme ve kemale erdirme demektir. Bir şeyin tekamül etmemesi için mükemmel olması lazım gelir ki O Allah’tır. Mahlukat noksan olduğuna göre tekamül etmek zorundadır. İslami literatürde; henüz Allah’a muhatap olma düzeyine gelmemiş insan öncülü varlıklar, “nesnas” veya “beşer” olarak, akıllı, bilinçli, düşünebilen, sorumluluk üstlenen, ilahi emanetleri taşımaya layık ilk “insan”lar ise, Âdem ve eşi (Havva) olarak adlandırılmıştır. Beşerin insan haline gelmesi, bir takvim ve tekamüldür. İnsan, tabiatın bağrında ilahi iradeyle aşama aşama yaratılmış, makamı hilafet olan küçük bir kainattır. Âdem ve eşi, Rahman olan Allah’ı bilen, düşünen, akleden ve O’na kulluğunu idrak eden ilk insanlardır.
İlahi kitaplar, pek çok konuya dair kadim gerçeklerin ipuçlarını hem bizim, hem bizden öncekilerin, hem de bizden sonrakilerin anlayabileceği bir üslup ile ifade etmektedir. Bu zincirin son ve en mütekamil örneği olan Kur’an-ı Kerim de, ortada bugünkü bilimsel terminoloji yokken, kendine has bir terminoloji oluşturmuş ve kıyamete kadar kendisinden istifade edilmesine zemin hazırlamıştır. Kuran-ı Kerim’in anlatımı tamamen bilimsel ve mucizevidir. Cümleler o kadar mükemmeldir ki her devrin insanları mutlaka doğru bir sonuç çıkarabilir. Araştıranlar, araştırdıkları husustaki ayrıntıları da keşfedebilir. Kur’an’da insanın yaratılışına ilişkin ayetler, bir yap-bozun parçaları gibi farklı surelere dağıtılmış halde bulunur. Bunları anlamlı bir bütün oluşturacak şekilde yerlerine yerleştirmek, onu okuyanın ilmi birikimine, fikri emeğine, düşünce kapasitesine ve kavrayış yeteneğine bırakılmıştır. Kur’an veciz bir hitaptır. Sözü tasarruflu kullanır. Boşlukları bizim doldurmamızı ister. Boşlukları doldururken kitabın ayetleri ile tabiat ayetlerinin çelişmezliği en temel kural olmalıdır.
İnsanın yaratılış basamaklarını dile getiren geleneksel anlatımlar, ne vahyin açık desteğini alabilmiş, ne de sünnetullahın muhkem kanunlarıyla izah edilebilir bir içerikle sunulmuştur. Mevcut yaratılış-cennetten kovulma algısının, Allah’ın diğer bir kitabı olan tabiat kanunları çerçevesinde yeniden gözden geçirilmesi ve yaratılış gerekçemiz olan hilafetin anlamına uygun bir şekilde yeniden ifade edilmesi gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim ve bugünkü bilimsel verilerin ışığı altında kıssaların anası olarak ta adlandırılan Hz. Âdem kıssasını biraz daha irdelemeye çalışalım:
İnsanın yaratılmasına; dünya üzerindeki ormanlık ve bahçelik (cennet) yerlerde, sudan ve topraktan (temel elementlerden) oluşan ilk canlı hücrelerin yerden bitirilmesi ile başlanmıştır. Bu ilk bitkisel yaratılışın ardından, milyonlarca yıl süren bir tekamül süreciyle, ilahi iradenin müdahaleleri ve kontrolü altında önce beşere, sonra da insana ulaşılmıştır. Sureti insan, ama sireti henüz insan olmayan, kan döken ve yeryüzünde fesat çıkaran beşer, zaman içinde Allah’ın koyduğu kanunlar çerçevesinde tekamül ve terakki ederek bilinçlendi. Burada dikkat edilmesi gereken husus, öncelikle insan bedeninin, insani hakikati ortaya çıkartabilecek bir kıvama, kemale gelmesidir. Böylelikle eşyaya isim verebilme, soyut düşünebilme ve konuşabilme kabiliyetine kavuştu, yeryüzünü imarla görevli insan ve halife oldu. Âdem de eşi de ilk beşer değil, insan olarak anılacak olan ilk insanlardı. Beşer neslinin belli bir aşamasında büyük bir gelişime ön ayak olacak bir neslin başıydılar. Halife olarak tayin edilen bu ilk insanlar, Âdem ve eşi olarak adlandırılmıştır. Âdem ve eşinin anne ve babaları insan değil, beşer idiler. Âdem ve eşinin çocuklarının, ilk insan topluluğunun diğer çocukları ile çiftleşmesi suretiyle insanların çoğalması sağlanmıştır. Daha iptidai olan beşer topluluklarının da zamanla nesilleri tükenmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in, özellikle fizik ötesi olayları kavratmayı amaçlayan kıssalarında değişik ilahi senaryolar, sembolik kavramlar, tasvirler ve ifadeler kullanılır. Kıssaların neredeyse tamamına, ilk muhatapların kültür, bilgi ve algı düzeyine uygun şekilde düzenlenmiş sembolik bir anlatım tarzı hakimdir. Kıssaların anası başta olmak üzere, tüm kıssa ve meseller, yaşayan kıssa mantığı içinde değerlendirilmelidir. İlahi mesajın, bu anlatılanlarla, bu çağa ve bize ne denmek isteniyor sorusuna cevap verecek şekilde, aktüel bir yaklaşımla okunması gerekiyor. Bizim için Kur’an’ın ana mesajı, detaylarından daha önemli ve öncelikli olmalıdır.
Bugünkü bilimsel bilgilere göre, atmosferi olmayan bir mekanda insanoğlunun halkedilmesi mümkün görünmemektedir. Hz. Âdem kıssasında bahsedilen yer (cennet) bu dünyadadır, doğal imarı mükemmele yakın seçkin bir bahçedir. Bu bahçede acıkmaya, susamaya, çıplak kalmaya ve sıcağa karşı her türlü korunma sağlanmıştır. Adalet ve barış yurdu anlamında, yaşamak için hazırlanmış son derece güzel bir yerdir. Mefhum-u muhalifinden hareketle, bu bahçenin dışında, bu imkanların bulunmadığı yerlerin de var olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen Doğu Afrika’nın bir köşesindeki bu bahçede Âdem ve eşi’nin şahsında temsil edilen ilk insanlar yaşıyorlardı. İnsanların tek bir ortak ataya nispet edilmesi, birbirlerine zulmetmeyip kaynaşmaları ve birbirlerine destek olmaları bakımından önemlidir.
Kelime söz demektir, ilim, hikmet ve mucize demektir. Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın ayetleri ve vahiy anlamında kullanılmıştır. Bir şeyin kademeli olarak kemale erdirilmesine terbiye diyoruz. Rab; terbiye edici, terakki ve tekamül ettirici anlamlarına geliyor. Bir kemal noktasına doğru ilerleme, ancak terbiye ile mümkün olur. Yüce Allah, Rabliğinin gereği olarak içlerinden elçi olarak seçtiği Âdem’e verdiği kelimelerle, bu ilk insan topluluğuna nasıl yaşayacaklarını öğretmeye başlıyor. Artık Âdem, Hazret-i Âdem olmuştur.
Kıssadaki Âdem, dünyada mevcut diğer varlıklara göre daha gelişmiş, bilgi, akıl, eşyayı isimlendirme ve konuşma kabiliyetleri ile donatılmış insanı temsil etmektedir. Artık insanlar içinden seçilen bu temsilci Allah’ın halifesidir. Ağırlıklı yoruma göre hilafet, esas itibariyle yeryüzünü imar ve ıslah görevi olup, insan bu görevin gerektirdiği güçlerle donatılmıştır. Âdem; ilk olarak ev yapan, bir şeriate (hukuka) tabi olan ve oruç (kendini) tutan beşer olarak ta tarif edilmiştir. Diğer varlıklara, insanın bu meziyetlerini göstermek ve üstünlüğünü kabul ettirmek amacıyla bir secde sahnesi tertiplenir. Allah, onu mucizevi bir şekilde düzenlediği için, Âdem’e bakılarak kendisine secde edilmesini istemiştir. Secde sahnesinde; akıl, vicdan ve sorumluluk yüklenerek yer yüzünde hilafet yapabilecek konuma çıkarılmış ve yeryüzünün en gelişmiş varlığı haline getirilmiş olan insana, diğerlerinin (tabiatın, bitkilerin, hayvanların…) saygı göstermesi ve emirlerine itaat etmesi istenmektedir.
Allah’ın insandan önce yarattığı ve iyilik üzere programlanmış tüm varlıklar melek, olarak adlandırılır. Gözle görülmeyen yüce, ruhani melekler olduğu gibi yağmurun yağdırılmasına, seslerin nakline, bulutların sevkine… müvekkel melekler de vardır. “Âdem için secde edin” emrine yeryüzü, gökyüzü ve arasında olanların tümü boyun eğdi. Secde bu açıdan, iradesiz varlıkların iradeli varlık olan insana boyun eğmesi olarak ta anlaşılabilir. Secde, Âdem’in şahsında gerçekleşen halifeliğedir. Melekler, Rabbimiz’in sonsuz bilgisine nispetle az bir bilgi ile bilgilendirilmiş insana boyun eğmektedirler. Bazı yorumlara göre, Âdem için secde eden melekler yalnızca yeryüzü melekleridir. Bitkiler, hayvanlar ve tabiat kuvvetleri, insanın hizmetine verilmiş, insan, akıl gücüyle onlara hakim olmuştur. Bundan böyle, bunların tamamı Allah’ın emriyle Âdem için çalışacaktır.
Beşerin halife kılınacağı zamanın geldiğini öğrenen melekler, yeryüzünde kan döken ve bozgunculuk yapan beşerin, böyle bir payeyi hakettiğini kabullenmekte biraz zorlandılar. Artık insan sınıfına terfi eden beşerin, gördüklerinden daha donanımlı olduğunun farkına henüz varamamışlardı. Her ne kadar, beşerin vahşetine şahitliklerinden dolayı ve bilgilenme amaçlı bir itirazları vaki olduysa da, yapılan imtihan sonucunda Âdem’in üstünlüğünü hemencecik kabul ettiler. Buradaki tesbihin, bu varlıkların fıtrat kanunları ne ise onun dışına çıkmamaları anlamında kullanıldığı görülmektedir. Âdem’e isimlerin öğretilmesi; konuşma, düşünme, öğrenme, öğretme, varlıklara ad koyma, onların mahiyet ve işlevlerini kavrama, eşyanın fayda ve zararını anlama kabiliyetlerinin verilmesi olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla secde, Âdem’e öğretilen isimlerin, bir diğer tabirle insana verilen ilmin önünde yapılan secdedir. Anlaşılan o ki melekler, Âdem’in kemalini, onda ortaya çıkan manaların, ilahi isimlerin yanında kendi kapasitelerinin yetersiz kaldığını itiraf etmek suretiyle secde etmişlerdir.
Kur’an-ı Kerim’e göre dünya, imtihan dünyasıdır. Kendilerine verilen akıl ve irade sebebiyle Âdem ve soyu, imtihandan geçecekler, aldıkları sonuca göre de mükafat veya mücazatla karşılaşacaklardır. İmtihandaki temel espri ise dünyada iyiliğin yanında kötülüğün de mevcut olmasıdır. Diğer bir ifadeyle, her şey zıddıyla kaim olsun ki imtihan anlam kazansın! Kötülük, Allah’ın imtihan iradesinin zorunlu bir parçası olarak yaratılmış ve Kur’an’da İblis ve Şeytan diye adlandırılmıştır. Yani, insanı kötülüğe teşvik eden dahili ve harici tüm unsurlar şeytan olarak vasıflandırılmaktadır. Kıssada secde emrine uymayı kabul etmeyen İblis, kötülüğü sembolize etmektedir. Anlatılanlardan, kötülüğün de iyilikle beraber fıtratımıza kodlandığı, kıyamete kadar da insanla birlikte var olacağı anlaşılmaktadır. İnsan, yaratılışından kaynaklanan; hem güzele hem çirkine, hem doğruya hem yanlışa, hem helale hem harama meyledebilen, ikili, ulvi ve behimi hisleri aynı anda tek bünyede barındırabilen bir yapıya sahip! İblis’in ateş ve toprak kıyaslaması yapması; insanın fücur ve takva özellikleri taşıdığını, bu ikisinin devamlı çatışma halinde olduğunu, dolayısıyla insanın topraktan, yani takvadan yana olması gerektiğini ihtar etmektedir. Bu imtihan âleminde fıska da, takvadaki şerefe de talip olma hürriyetiyle yaşayan her insana, bu fırsatı izzette tutmak için bazı hudutlara dikkat ederek yaşaması tavsiye edilmiştir. Beşer, insan olunca beşeri niteliklerini tamamen kaybetmiyor. Daha sonra insanlaşan beşer, beşerliğini hep benliğinde içkin olarak taşıyacaktır. Hala önüne geçemediği, kontrol edemediği, beşerlikten kalma zaafları da pek çoktur. Akıl, irade ve vicdanını aktif olarak kullanmazsa, kolaylıkla beşerliğe geri dönebilir. Kıssada insana, ne yaparsa sahip oldukları böyle bir nimeti ve bu güzellikleri kaybedeceği de anlatılıyor. Ama bu ihtara dikkat etmeyen veya unutan Âdem ve eşi, ebedilik ve mülkiyet arzusuyla, imtihanın ilk basamağında başarısız olmuşlar ve yaşadıkları cennet gibi bir ortamdan, zahmet ve meşakkatlerle dolu yeryüzüne çıkmak zorunda kalmışlardır. Edep yerleri görünmek, burada sanki utanç içinde kalmayı ifade ediyor. İnsan utanacağı, sonra da kendini affettirmek için mazeretler arayacağı bir işi yapmamak durumundadır.
Kıssadaki cennetin, insanın çevresiyle münasebet kuramadığı, dolayısiyle ferdi ihtiyaçların hissedilmediği bir ortam olduğu anlaşılıyor. İnsanın bu ihtiyaçları hissetmesi, içgüdülere bağlı davranışların, irade hürriyetine dayalı davranışlara dönüşmesi, insan kültürünün başlangıç noktasını teşkil eder. İnsana irade, yani seçme hürriyeti verilmiştir. İnsana tevdi edilen emanet, bu akıl gücü ve irade hürriyetidir. Bu sorumluluğu, diğer varlılar kabul edememiş, ancak varlık tekamülünün en üst noktasına ulaşan insan bu yükü omuzlamıştır. Hür iradesi ile seçimi yapan insandır, sorumluluğu da bu seçimden ileri gelir. Yaptığı seçime göre ya yücelir, ya alçalır.
Özetle kıssada, yaratılış sürecine doğumuyla birlikte katılan her Âdemoğlunun hayatı boyunca dikkat etmesi gereken hususlar, iyi ve kötünün özellikleri, hayat ve mematın anlamı, varlık ve var oluşun manası anlatılmaktadır. Kaldı ki, yaratış ve yaratılış el’an devam ediyor, olmuş bitmiş bir şey yok, kimse ‘tamam, oldu bitti, ben herşeyi anladım’ diyemez!
Yeryüzünde iskan edilen ilk yerin neresi olduğu sorusuna en makul cevap, bir zamanlar yemyeşil bir diyar olduğu düşünülen Mekke civarıdır. Biyolojik ve antropolojik veriler, insan hayatının Doğu Afrika’da başladığını ve oradan yayıldığını, dini metinler ise Adem ile eşinin Arafat bölgesinde buluştuğunu işaret ediyor. Yüce Allah, Hz. Âdem’i cezalandırırken, cennet gibi bir bölge olan Mekke ve civarını çöle çevirdi. İşte, kovulma olayı budur. Görüldüğü gibi, bilim ve din birlikte değerlendirildiğinde; bilimdeki eksikliklerin giderilmesi ve boşlukların doldurulması, dini metinleri anlamadaki zorlukların da aşılabilmesi mümkün hale gelmektedir.
Fen bilimleri, kainat kitabını tefsir etmenin ve ondaki gizli manaları açığa çıkarmanın ötesinde bir şey yapıyor değiller. Kainat kitabında her ne keşfedilirse edilsin, bizim için değerlidir. Birtakım önyargılarla bunlara karşı çıkmak akıllıca bir davranış değildir. Diğer yandan bilim de, sınırlarını ve kabiliyetlerini iyi belirlemeli, haddini aşmamalıdır. Bilimin eriştiği sınırlar dışında da pek çok şeylerin olabileceği kabul edilmezse bilim nasıl gelişir. Mevcut imkanlarla anlaşılabilen ve ulaşılabilenin dışında başka bir şeyin olamayacağını iddia etmek, bilimsel gelişmeyi dondurmak demek olur ki, bu bilimin temel kabullerine aykırıdır. Bu durumda şaşıran fizik değil, fizikçidir, sapıtan biyoloji değil, olsa olsa, biyologdur! Dinde yobazlığa karşı çıkarken, bilimin arkasına sığınıp dini karalamak ve Allahı inkar etmek de bilimsel yobazlıktır. Din ile bilimin aynı sorulara değişik pencerelerden cevap vermeye çalıştığını ve ahenk içinde beraber yol alabileceklerini düşünmek ve bu gerçeği savunmak niye garipseniyor, anlamak hakikaten zor!
Herkes hayatında Âdem kıssasını yaşar. Her doğan çocukla birlikte Âdem kıssası yeniden başlar. Anlatılan biziz; ben, sen, o, hepimiz! Anne rahmine düşen her canlı, kıssada anlatılan beşere karşılık gelmektedir. Yaklaşık 9 ay 10 gün süren bir tekamül süreci sonucunda doğar. Ruhu ve bedeni zaman içinde, karşılıklı bir etkileşim süreciyle olgunlaşır. Üreme bezleriyle ilgili hormonların salgılanmasıyla büluğ dönemi başlar. Beşer akil ve baliğ olduğunda, akli ve cinsel olgunluğa ulaştığında insan yani Âdem olur, yeryüzü cenneti olan çocukluğundan, sorumluluk ve meşakkat alanı olan yeni bir dünyaya çıkar.
MEDENİYET
İnsanlığın ve peygamberliğin ilk halkası olan Hz. Âdem önderliğinde insanoğlu vahşetten insaniyete, ormandan medeniyete, kaostan hukuka, zulümden adalete… terfi etmiştir. İslam geleneğinin kabulüne göre, bu ilk topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere Hz. Âdem’e 10 sahifeden oluşan bir kitap bahşedilmiştir. Bu ilk hayat rehberi ışığında o insanlar; okumayı ve yazmayı biliyorlardı, tarım yapıyorlardı, elbise dikiyorlardı, en önemlisi de ev inşa ediyorlardı. Yeryüzünde, Hz. Âdem ile temsil edilen insanlarca inşa edilen ve medeni hayatın sembolü olan ilk ev, Mekke’deki Kabe (Beytü’l Atik, Evvelü’l Beyt)’dir. Bu sebeple İslam’da hacc İlk Ev’i ziyaret şeklinde yapılır, etrafı tavaf edilir, namazda İlk Ev’e yönelinir. Böylelikle eve dayalı (medeni) hayat tarzı yüceltilmiş olur.
Peygamberlerin gönderiliş amacı; insanın kendisini, kainatı, hayatı ve Allah’ı doğru anlamasını sağlamaktır. Allah, dünya hayatında sınadığı insanoğluna, rahmetinin bir gereği olarak peygamberler ve kitaplar göndermekte, insanı uyarmakta, tabiatına ve halifeliğine uygun bir hayat sürmesini istemektedir. İlk yaratılan insanla, dünyada yaşayacak olan son insanın dini arasında en ufak bir farklılık yoktur. Sünnetullah da diyebileceğimiz Allah’ın davranış biçimi, tüm toplulukları tevhide çağırma şeklindedir. Allah, peygamberler göndererek, insanoğlunun ilk yaratılışıyla, kıyamet arasındaki hayat ağını hiç bir hata ve eksiklik bırakmadan, çelişkisiz bir biçimde örmüştür. Vahiy geleneği olarak da adlandırılabilecek olan bu süreç; Sahifeler, Tevrat, Zebur, İncil ve geleneğin son parçası olan Kur’an-ı Kerim’le tamamlanmıştır.
İnsandaki mevcut bilinç, doğal olarak bir kültür ve medeniyet geliştirir. Medeniyet ilkelden gelişmişe doğru ilerlemez. Bilincin var olduğu her zaman diliminde benzer sonuçlar ortaya çıkar. İnsanlığın seyriyle paralel bir şekilde, medeniyet tarihinde de kırılmalar, çökmeler ve zirveler olmuştur. Medeniyet tarihinde görülen önemli sıçramalar, insana ve insanlığa peygamberlerce ilahi hakikatin ulaştırıldığı önemli tarih dönemeçleridir. Hz. Âdem’in tarımı başlatması ve geliştirmesi, Hz. Nuh’un, zamanın teknolojisinin oldukça ilerisinde büyük, sağlam ve muhtemelen buharlı bir gemi inşa etmesi, yapılış rivayetleri arasında, Hz. Yusuf’un devasa tahıl ambarları olarak inşa ettirmesi de bulunan piramitler, Hz. Süleyman’ın inşaat ve nakliyat harikaları, Hz. İsa’nın sağlık mucizeleri ve nihayet Hz. Muhammed’in dilinden nakledilen bir edebiyat şaheseri!
Dinler tarihçileri tarafından yapılan çalışmalar, birbirinden çok uzak toplulukların benzer ilahi varlıklara inandıklarını ortaya koymaktadır. Yukarıda kısaca zikrettiğimiz, insanlığın yeryüzünde pek çok noktadan başladığı tezini doğru kabul edersek, çok sayıda Âdem ve eşinin varlığı da gündeme getirilebilir. Dolayısıyla; Ortadoğu dışında, Orta Asya’ya, Çin’e, Hindistan’a, Avrupa’ya, Amerika’ya, Avustralya’ya ve dünyanın birçok bölgesine, tevhide çağıran peygamberler gönderildiği açıktır. Bu açıdan, İslam geleneğinde muhtemelen çokluktan kinaye olarak kullanılan 124 bin veya 224 bin peygamber gönderilme ifadesinin kabul edilmesi gayet makul ve mümkündür.
Yedibin beşyüz yıl önce insan nüfusu 5 milyon, Milad’ın başında ise 300 milyon civarındaydı. 2020 yılında sekiz, 2050 yılında da on milyara ulaşması beklenmektedir.
SON DURAK (MEAD)
‘Ol!’ emri nasıl bir enerji dalgası meydana getirip varlık âlemini oluşturmuşsa, kıyamet günü ‘Yok ol!’ emrinin tecelli ettiği İsrafil’in suru da, bütün varlık âlemini enerji dalgası haline getirip ortadan kaldıracaktır. Kainatın bu günkü şekli ve durumu tamamen değişecek; bu yeni şartlara mahsus kanunlara dayanan yepyeni bir âlem meydana gelecektir. Einstein’a göre evren, “nefes alarak” oluşmuştur ve “nefes vererek” son bulacaktır. Bilimsel tespitlere göre, kainat dört farklı şekilde son bulabilir: Büyük donma, büyük çökme, büyük değişim, büyük parçalanma.
Yaratılmış her şey ölümlüdür, fanidir. Kur’an-ı Kerim, Allah’tan başka her şeyin fena bulacağını haber vermektedir. Bu değişim, mahiyeti itibariyle insanın tanıyıp bildiği ya da tasavvur edebildiği şeylerin ötesinde olduğu için, kıyamet gününde neler olacağına dair Kur’ani tasvirlerin hepsi, kaçınılmaz olarak, temsili terimlerle ifade edilmiştir. O gün, insan için yaratılmış olan kainat, yine insan için başka şekle sokulacaktır. Melekler dahil her şey yok olacaksa, nefis sahibi bütün varlıkların da yok olması söz konusudur. ‘Her nefis ölümü tadacaktır’ ilahi kanunu, hareket eden bütün mahlukat için, yani tüm mevcudat için geçerlidir. Ruh ve beden, bütünlüğümüzün, kimliğimizin farklı cüzlerini değil, farklı yönlerini oluştururlar. İnsan, bu bütünlüğün bir ifadesi olduğuna göre, ölümüyle birlikte, bir parçasının hayatta kaldığını, diğer parçasının öldüğünü söylemek çelişkili gibi görünmektedir. ‘İnna lillah’ (biz, Allah’a aidiz) fermanı, Allah’ın mülkü olduğumuzun itirafıdır. ‘Zaten, ona döneceğiz’ kısmı ise, öleceğimizin ve fani olduğumuzun ikrarıdır. Bundan murat kulun, Allah’tan başka hiç kimsenin hüküm sahibi olamayacağı bir yere, ahiret yurduna varacağıdır.
Bazı kelamcılar tarafından, acb’üz zeneb hadisinden yola çıkılarak ileri sürülen “ecza-i asliyye” formülüne göre; her canlının bedeni doğumundan ölümüne kadar sürekli değişikliğe uğrasa da, değişmeyen bazı asli parçalar mevcuttur. Kıyamet gününde canlının bedeni, organların kendisinden teşekkül ettiği bu asli cüzlerden meydana getirilecektir.
Beden olmaksızın, nefsin hiçbir eylemini yerine getiremeyeceği ve mükafat ve cezanın adalet ölçüsünde yerine gelemeyeceği şeklindeki kelam tezleri, dirilişin cismani tarafının ön plana çıkmasına yol açmıştır. İmam Gazali, ikinci hayatın ruh ve beden birlikteliği ile gerçekleşeceğini, bu bedenin dünya hayatındaki beden veya farklı unsurlardan yaratılmış yeni bir beden olabileceği kanaatindedir. İbn-i Rüşd ise, dirilecek olan bedenin bu dünyadakinin aynısı değil, bir başka beden olacağını kabul eder.
Hayat, süreklilik arzeden, içinde ölüm ve doğumu da barındıran geniş kapsamlı bir kavramdır. Ölüm anında sona eren, sonsuz sayıda bölümden oluşan bir kitabın içindeki bölümlerden sadece birisidir. Ölüm kavramı hayatla iç içedir. Ölüm korkusu, aslında boşa geçirilen bir hayatın korkusudur. Ölüm, hayatın hizmetindedir ve yeni bir yaratılışa kapı aralar. Programlı hücre ölümü anlamına gelen “apoptozis”, aslında doğumu hazırlayan bir ölüm çeşididir. Her hücre gerektiğinde kendini yok edecek ölüm (p53) genine sahiptir. Sadece hücrelerimiz değil, atomlarımız ve moleküllerimiz de devamlı ölmekte veya yenilenmektedir. Evrendeki herşey ama herşey yeniden çevrime girer. İlk yaratılıştakine benzer biçimde, evreler halinde işleyecek benzer uzunlukta bir süreçten sonra yeniden diriltilmiş olacağız. Yeniden yaratılış; ruhun ölümsüzlüğü sayesinde değil, Allah’ın ilmi ve kudreti ile gerçekleşecektir. Ölümsüz olan, Allah’ın hayat verme fiilidir. Her şey O’nun emir, irade, ilim ve kudreti dairesinde gerçekleşecek ve diriliş, her halükarda dünya hayatının meyvelerini taşıyacaktır. Yeni hayatımızda fena bulmamamız ve yaşlanmamamız için, ebedi hayatın biyolojik ve kimyasal yapısı karbon temelli olmamalıdır. Dünyadaki ruhumuz da orası için kafi gelmeyebilir.
Hocam Hz.Adem’in ebeveynsiz yaratılışıyla insan evrimi çelişiyor gibi görünüyor bunu siz bir Müslüman olarak nasıl yorumlarsınız
Merhaba,
Tesekkur ederim ilginiz icin.
DNA analizi yaptigimizda ozellikle sempanzelerle (ve diger maymunlarla) cok cok yakin oldugumuzu goruyoruz – zaten gozle de gorulur bir yakinlik var.
Hz. Adem’i bir fiziki/biyolojik bir yaratiktan ziyade ruhi/suursal ve ilmi acidan diger hayvanlardan ayri oldugunu dusunuyorum – zaten yazinin dipnot kisminda kisaca belirttim:
**Allah, (150-200 bin sene önce dünyada yaşayan) Homo sapiens‘lerin (modern insanların) arasından ikisine Hz. Adem ve Havva’nın ruhunu ‘üflemiş’ olabilir. Bu benim için şaşırtıcı olmaz. Çünkü, objektif olarak karşılaştırdığımızda, modern insanları Neandertaller (Homo neanderthalensis) ve Denisovalılar (Denisova hominins) gibi diğer insan türlerinden, ve şempanze gibi genetik olarak yakın hayvanlardan ayıran faktörün genler ve biyolojiden çok aradaki ilim farkı olduğunu görüyoruz.
Yine yazida da bahsettigim gibi somut/saglam delillerle celisen birsey varsa bu ya dinimiz yanlis oldugunu ya da din anlayisimizin yanlis oldugunu gosterir. Ben kendi arastirmalarim sonucunda ikincisinin dogru olduguna kanaat getirdim. Birincisinin dogru olduguna kanaat getirip ateist ya da deist olan insan sayisi da az degil – muslumanlar olarak bilime karsi tavir gelistirdikce sonraki nesilleri yavas yavas kaybedecegiz. Sucun bir kismi da bizde olacak.
Bu yuzden reaksiyon gostermek yerine arastirmak; kafa yormak lazim bence.
Iyi gunler dilerim.
Mesut
Size bir kaç soru sora bilirmiyim?
Tabi ki
Eşeyli üremeyi Darwin ci evrim açıklayamıyor *****
Mayozun Evrimi Hakkındaki Tarihsel Tartışmalar:
Hamilton ise şunları yazmıştır:
“Evrimsel olarak arka arkaya gelen tüm olaylar arasında, hayretimin kendi zihnim tarafından çözümleme içgüdümü hâlâ yendiği ve Darwinci bir aşamalılık (İng. gradualism) görmekte zorlandığımı itiraf etmem gereken tek bir olay varsa, o da mayozun ortaya çıkması olayıdır.”
İlk bakışta bu kısmi süreçlerin (örneğin kromozom çiftlenmesinin ya da hücre kaynaşmasının) hiçbiri, diğer kısmi süreçler olmadan seçimsel avantaj yaratamayacak gibi görünür.
Darlington 1958 yılında bu problem karşısında şunları söylemiştir:
“O halde mayozun ve eşeyli üremenin kökeni, tüm evrim sürecindeki en şiddetli süreksizliği temsil etmelidir.
Ani bir değişimin de ötesinde, bir devrime (bence yaradılış****) gerek vardır.
Bu olayı, her biri adaptasyon değeri taşıyan değişimlerin aşamalı (gradüel) birikimi olarak hayal etmek imkansızdır. (evrimci görüşün iflası****)
Eğer eşeyli üremenin ardındaki maddesel süreçler o zamanlar anlaşılmış olsaydı,
ne Lamarck ne de Darwin evrimi tümüyle süreklilik sergileyen varyasyonların uyumlanarak birikimine bağlamayı akıllarından bile geçirmezlerdi.
(Darwin saçmalamış diyor*****)
https://bilimfili.com/eseyli-ureme-neden-evrimlesti
**** benim fikirlerim
Mayoz ve eşeyli üreme hakkındaki yorumunuz nedir?
Evrimcilerin görüşü nedir?Elle tutulur ,bilimsel, laf kalabalığından uzak fikirleri var mıdır?
Merhaba Ibrahim Bey,
Yazimi bir daha okumanizi tavsiye ederim. Darwin’in sundugu orijinal evrim teorisiyle bugunku evrim teorisi arasinda onemli farkliliklar var (Darwin doneminde DNA bilinmiyordu ve genetik alani dahi yoktu). Detaylari merak ediyorsaniz internetten arastirmalisiniz.
Bu arada yazida da belirttigim gibi ‘evrimsel biyoloji’ uzmani degilim; uzmani olsaydim dahi cok buyuk bir alan oldugu icin her konuyu bilmem mumkun degil. Ayrica bilmedigimiz cok fazla sey de var. Merak ettiginiz konularda “anlat bakalim” demek yerine arastirmalisiniz.
Sordugunuz sorunun cevabini bulmak icin Google’dan “evolution of meiosis” ve “evolution of sexual reproduction” olarak aratmaniz yeterli – karsiniza onlarca makale cikacaktir.
Iyi gunler dilerim.
Mesut
[…] 4- Müslüman bir genetikçi olarak evrim teorisi hakkında görüşlerim (Blog) […]
Nisa suresinde sizi bir tek nefisten yaratan şeklinde geçiyor yani tüm insanlığın Hz. Adem’den türetildiği geçiyor bu Kurandan evrime apaçık bir red olduğunu düşünüyorum
Merhaba Onur Bey,
Yaziyi bir daha okumaniz lazim sanirim – ozellikle ‘Alternatif teoriler’ kismini…
Bir de bu tarz ayetlerin mahiyetini/gercek anlamini bilmedigimizi dusunuyorum…
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Nisa 1.ayette geçen nefsi vahide dişi formda kullanılmış.Yani ilk öz anlamına alırsak ilk öz dişiydi anlamına gelir ve nefsi vahide”den eşi yaratıldı diyor..Müfessirler bu nefsi vahideyi Adem diye almış ve dişilik problemini şöyle açıklamaya çalışmış…Nefsi vahide(ilk öz) dişi değil ,bu kelime(nefis) dişidir diyorlar..Ama arapça bilen herkes burada birşeyler var diyor.Zaten bazı müfessitler bu adem anlamında değil, insanların yaratıldıği ilk öz anlamındadır diyor
[…] ‘genetikçi’ olarak evrim teorisi hakkında görüşlerim (Feb 2018) 12/02/2018 by MesuTurkey Müslüman bir ‘genetikçi’ olarak evrim teorisi hakkında görüşlerim (Feb 2018) Önemli not (13/04/20): Evrim teorisine inanan – daha doğrusu, çok kuvvetli delillerin […]
Burada kavram tdaha çok bir amaca yönelik yani teleolojik evrimden bahsetmek doğru dünyanın en iyi üniversitelerinde okumuş bir matemetikçi olarak alanım meta matematik bu bağlamda matematikçilerin ( gerçel anlamda ) matematiği matematik için ilerletmelerine rağmen diğer disiplinlerde çalışan arkadaşlar kendi problemlerini çözecek şekilde uyarladılar, bu da gözlem ve deneye dayanmadan ( meta-matematik) kainata tutulduğunda birçok numeric yapının karşılığı oluyor demek ki rasyonalite ile ulaşılmak istenen hakikate deney yapmadan da ulaşılabilindiği gerçeği ortada süreçlerin sadece tamamen gözlem de ki nicel değişikliklere bakarak tamamen niteliksel dönüşümleri karşılaştırma tamamlıyor ama sürecin tamamını deneyimsel olarak baştan yaşatmak mümkün değil bu aynı sosyal bilimlerde tarihsel süreçlerin bir deney ve labratuarının olmaması gibi
Tesekkurler cevabiniz icin. Biraz daha acar misiniz? Ya da – karisik bir konuysa – bir videoya vs. yonlendirebilirseniz guzel olur…
Merhaba, öncelikle ellerinize sağlık. Bu konuda kalbim hiç mutmain olamayacak sanırım. Benim gelip tıkandığım nokta ise Kuran-ı Kerimde Hz Adem, Hz Havva ve şeytan arasında geçen meselenin arkasından Hz Adem ve Havva’ nın dünyaya gönderilmeleri. Yani hali hazırda Allah herşeyi bilen olduğuna göre böyle bir hadisenin yaşanacağını bildiğinden hz Adem ve Havva dünyaya gönderilmeden önce bu evrilmeler süregelmişti, insan alamasına geldiğinde bu süreç, onlar “tevafuken” o yasak meyveyi yediler ve evrim zincirinin o halkasına dahil mi oldular? Yani sizin alternatif teori 2 dediğiniz şeye benziyor biraz. Mutlak gerçek Allah’ın kelamı olan Kuran olduğuna göre, bu kısmından çıkamıyorum meselenin. Uzman bir hekimim biyoloji olsun Tıp fakültesinde olsun hep evrimle yoğrulmuş dersler işledik, herşey mantıklı geliyor fakat bu noktadan öteye geçemiyorum.. Var mı bir düşünceniz bu konuda acaba? Ankebut suresinde
“De ki: Yeryüzünü gezin de bakıp görün, nasıl yaratmaya başlamıştır;” diye başlayan ayeti kerime geliyor aklıma, “nasıl yaratmaya başlamıştır” ibaresinden bir başlangıç olduğu ve bunun devam eden bir süreç olduğunu çıkarıyorum ki bu da yine teoriyi destekliyor bana göre. Yani kafam allak bullak vesselam
Merhaba Sumeyra Hanim, oncelikle tesekkur ederim cevabiniz icin.
Gercegin ne oldugunu tabi ben de bilmiyorum fakat (i) Kuran’da bircok yerde mecaz kullanildigi ve olaylar muglak birakildigi icin, ve (ii) biyolojik olarak insanin – blogumda da saydigim gerekcelerle – cok cok yuksek ihtimalle bir evrimsel surecten sonra ortaya cikmis olmasi beni Hz. Adem ve Havva’nin ruhlarinin (fiziki) dunyaya gonderildigi konusunda tatmin ediyor. Yani “yasak elmanin yenmesi” de ruhani bir olaydi.
Ben bu konuda mutmainim fakat baska onlarca konuda kafam karisik. Umarim en kisa zamanda aklimizi ve kalbimizi tatmin edecek cevaplar buluruz.
Hz adem ,havva ve şeytan ile ilgili cennet bu dünyadaydı zaten.
Nedenleri: Şeytan cennete giremez, Ve bu cennette adem ölümlüydü(ayette şeytan bu meyveden yersen ölümsüz olursun diyor….”Nihayet şeytan ona vesvese verip şöyle dedi: “Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?”Taha 120).yani adem bu cennettede ölecekti…o nedenle dünyadaki bir bahçeydi diyorlar…Kuranda bahçe anlamında cennet kullanılıyor(iki cenneti(bahçesi) olan adam..ayet)
Ademden önce insanlara ruh üflenmeden insan bir canlı olarak var olabilir…beşer olarak…ruh(akıl-bilinç-özgür irade) üflenmesi ile insan oldu ,sorumlu oldu, dunyanın halifesi(kralı) ve imtihanı başladı.Yani insan bedenen daha önce dünyada beşer olarak, bir hayvan gibi var olabilir…insanlık Adem ile başladı, sorumluluk,imtihan Adem ile başladı…
Yani insanda ruh-can ve beden var…Ölmüs insandan böbrek nakli yaparken,,,, o böbrekte can var ama ruh yok…Ruh sadece insanda var…
Ayrıca Allah türleri ayrı ayrı yaratabilir vey türleri birbirine dönüstürerekte (evrim) yaratabilir.
Direkt olarak bizi hedef aldığınız için cevap hakkı doğdu. Bizler komplo teorilerini yaşanan vahşetlerden ve değişen dünyadan alarak söylüyoruz. Dünyanın en büyük biyoloji projesi İGP, Amerika Birleşik Devletleri tarafından yönetilen, Ulusal Sağlık Enstitüleri ve ABD Enerji Bakanlığı tarafından koordine edilen bir kamu projesidir. Trilyonluk şirketleri(BlackRock,Vanguard) bulunan bu canilerin satın alamayacağı bilim adamı yoktur. Merak ediyorum %99 genetik benzerlikten bahsetmişsiniz tüm genleri mi karşılaştırdınız ya da kendiniz mi baktınız yoksa satılmış bilim adamlarının verilerini mi kullanıyorsunuz? Ruhunu şeytana satanlar diyoruz gidin Washington anıtına bakın kendisi masondur. Doların arka yüzü de sembollerle doludur. Albert Pike mektuplarında ateist ve nihilistlerin önünü açmalıyız diyor. Ortadoğuya İsrail’i kurdular çevresinde ki tüm devletler çöktü. Diğer insanların hayvandan geldiği görüşü Talmud da geçer. İslam dini evrim saçmalığıyla hiçbir şekilde örtüşmez. Evrimciler önce konuşmayı öğrensin sonra konuşmanın evrimsel temelini açıklasınlar.
Tabi ki insanin oldugu her yerde pislik doner fakat bilim dunyasi yine de nispeten temiz – cunku sizin yaptiginiz yayini/bulusu tekrarlamaya calisan en az 3-4 grup daha var dunyada. Ve bunlar birbirlerine rakipler… Kimse kimseye acimaz (buyuk) hatasini bulursa…
Diger ithaminiza gelince: Siz dahi cok basit sekilde gen/genom karsilastirmasi yapabilirsiniz: https://blast.ncbi.nlm.nih.gov/Blast.cgi
Hayat kisa; nefretle yasamaya, nefret yaymaya degmez. Bilmediginiz konularda da kulaktan duyma bilgileri papagan gibi yaymaktansa bilene soralim; arastiralim.
Iyi gunler dilerim!
Mesut Bey ben Komünist bir yoldaşım. Dawkins’in kitaplarıyla harmanlandım ve 13 yıldan beridir evrimi tüm platformlarda savunur anlatırım. Ama bilim adamları ve halk makale ve yazılarını Abd(emperyalist,ırkçı) hükümetinin verilerine göre şekillendiriyorsa şüpheler ayyuka çıkar.
Carl Woose’nin, Feng-Chinin ve bir sürü farklı bilim adamının genlerle ilgili makalesini okumak istedim beni aynı siteye Abd enerji bakanlığı sitesine yönlendirdi. Vikipedia ve diğer evrim siteleri genetik kaynakları hep bu siteye dayandırmış. Sizde genetikçisiniz, genler temel dayanklardan biri. Balinanın parmaklarıyla gemiyi yürütemeyiz. Işıklı deniz anaları, kelebekteki ahenk ve simetrik düzen galiba beynimin tozlu raflarından çıkıp tekrardan beni bilinmezliğe sürükleyecek.
Maymunların Tanrı olduğuna inanırım ama Amerikan Hükümetinin verilerine inanmam
Merhaba, yukaridaki linki bir ornek olsun diye ekledim. ‘Multiple sequence alignment’ diye google’larsaniz Japon (https://www.genome.jp/tools-bin/clustalw), Avrupa (EBI -https://www.ebi.ac.uk/Tools/msa/clustalo/) vs. orneklerini de goreceksiniz. Ayrica toptanci anlayis size zarar verir; ‘ABD’ de homojen bir toplum degil; her tur insan var… Iyi gunler dilerim!
Mesut Bey gen veri tabanı için attığınız linkte Amerika Birleşik Devletleri Hükümetinin resmi web sitesidir yazıyor. Ben de bundan bahsediyordum teşekkür ediyorum.
Siz tabi İngiltere’desiniz bu ülkede ve dünyada 10 yılda bir Amerikan destekli darbe gerçekleşiyor. Son 300 yıldır Batı ile savaşıyoruz. İnançsız bir yeni dünya düzeni oluşturma peşindeler. Bize sunabileceğiniz somut delil (mümkünse Abd işin içinde olmasın) var mı? Netice de Kuran da insanların maymuna dönüştüğü yazıyor yani bu işin oluru var.
Merhaba, yukaridaki linki bir ornek olsun diye ekledim. ‘Multiple sequence alignment’ diye google’larsaniz Japon (https://www.genome.jp/tools-bin/clustalw), Avrupa (EBI -https://www.ebi.ac.uk/Tools/msa/clustalo/) vs. orneklerini de goreceksiniz. Ayrica toptanci anlayis size zarar verir; ‘ABD’ de homojen bir toplum degil; her tur insan var… Iyi gunler dilerim!
Olabilir soyledir boyledir siralamissin siralamissinda delil sunamamissin arkadas . Bilimsel bir kanit sunamamissin . En sondada gene üflemis olabilir diyorsun. Allahu teala ayette hz adem aleyhisselami yarattigini ve esini onun canindan yarattigi devaminda ise onlardan insanlari boylara ayirdigini bildirmektedir . Delilsiz olan bir olguyu manitlamak icin uzunca yazsanda delilsizdir kaniti yoktur yazmasanda kaniti yoktur bosa yoruluyorsun . Allahu teala sekillendirmistir ve insanlairn yapisini yere ve zamana gore degistirmektedir dedigin anda olay kapanir
şunu anlamak isterim, halen genetik geçişli pek çok hastalık var bu hastaklıklar evrim sürecinde yok olmalı ve bu günlere bu hastalıklı genlerin taşınmaması gerekmez miydi?
Merhaba,
Yazida da bahsettigim gibi Evrimin birçok mekanizmasi var. Bunlardan en guçlusu de cinsel seçilim: çok (çok!) basitlestirirsek (bariz bir sekilde) ‘hastalikli’ insanla (bireyle) kimse çocuk yapmaz istemez. Fakat her (öldürücü ya da insani ciddi limitleyen) hastalik, ergenlikten (ureme yasindan) once ortaya çikmiyor, bu yuzden ‘geç’ yasta ortaya çikan hastaliklara yol açan genetik varyantlarin uzerinde cinsel seçilimin fazla bir etkisi yok.
Umarim faydali olmustur.
Hocam yazınızı gerçekten çok beğendim çok mantıklı ama kafama takılan Bi şey var Kuran da Ademin topraktan yaratıldığını söyleyen ayetler var bunlar evrim ile çelişiyor bence hatalıysam beni aydınlatırmısınız
Tesekkur ederim. Yazida da bahsettigim gibi Kuran’da bircok mecazi kavram var. Bu da onlardan biri gibi… “Topraktan yaratilmak” ne demek? Bir de sadece bedenden mi bahsediliyor? Dine gore ruhumuz da var – o da “topraktan” yaratilmis olamaz… Bu yuzden mahiyetini tam anlamadigimiz ayetlerde bilimden faydalanabiliriz… Ornegin, ayette “insani yildizlardan yarattik” (ya da baska bir muglak bir ifade) deseydi de farkli birsey dusunmeyecektik. Evrim’e geri donecek olursak: o kadar cok delil var ki, goz kapamak bana en hafif haliyle “gereksiz bir caba” gibi geliyor. Umarim faydali olmustur. Iyi gunler dilerim!
Evrim teorisi, pozitivist bir bakış açısıyla bakıldığı zaman canlıların çeşitliliğini açıklayan tek teori gibi duruyor amenna. Merak ettiğim nokta laboratuvar ortamında gözlemlenmeyen bu “bir türden başka türe dönüşüm” nasıl oluyor da evrimin temeli olabiliyor. Evrimin verebildiği tek cevap “3.5 milyar yılda bir şekilde olmuş olmalı”. “Yaratici” canlıları birbirine evirerek yaratmış olabilir ama görünen o ki tür değişimini gerektiren her mutasyona yaratıcı mucizesi ile müdahale etmiş görünüyor. Nerede bilim?
Merhaba Husameddin Bey,
Anlasiylan yazim sizde beklenen etkiyi vermedi. Bu yuzden baska yazilari da okumanizi tavsiye ederim.
Darwin zamaninda (hatta cok cok onesinde) dahi Evrim gozlemlenebilir birseydi; bu yuzden teorisini one surdu. Fakat Genetik bilimiyle artik evrimin mekanizmasini da biliyoruz – yani sadece bir gozlem degil artik. Arastirma yaparsaniz, laboratuvarda da gozlemlenebilir oldugunu goreceksiniz. (“synthetic biology” diye aratin).
Fakat olayin metafizigine ve “neden?”ine gecince cevabi hic kimse bilmiyor. Siz de… “Random mutasyon + secilim” de olabilir; sizin dediginiz gibi “Tanri HERSEYI yapiyor” da olabilir cevap. Bilemeyiz… Eldeki bulgular bence birincisini gosteriyor.
Ayrica, bir baba olarak, Tanrinin cocuklara (aci ceke ceke olduren) mutasyonlar verdigini dusunmek istemiyorum. Tanrinin insanlara akil verdigini, ve bu akli kullanarak yine insanliga faydali isler yapmasi konusunda imtihan ettigine inaniyorum. Bilim de bu yolda en buyuk silahimiz.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Teşekkürler. Bilgi önünüzde açılsın ve sizin için kolaylaşsın.
“”Ayrica, bir baba olarak, Tanrinin cocuklara (aci ceke ceke olduren) mutasyonlar verdigini dusunmek istemiyorum. “””
Hocam bu ifadenizde problem var gibi…Belki çocuğun ebeveyni, dedeleri sigara, alkol kullanmış veya radyasyona maruz kalmıştır, genetik hastalık çocuga geçmistir.Buna izin veren Allahtır.Dunya imtihan yeri olduğundan acı çeken çocuk doğmasına izin verir.Ayrıca annelerin bebeklerini yastıkla boğmasınada izin verir, diri diri toprağa gömülmesine de izin verir. Ama bebek ne kadar acı çekiyor bunu tam bilemeyiz(Belki tam bu esnada endorfin düzeyi çok artıyor ve bebek acı çekmiyordur ama biz dışarıdan bakınca acı çekiyor zannediyoruz).
Dünya ,ahirete göre çok kısadır.Ve dünyada imtihanda acı var, imtihan demek sorun demektir..Acı çeken bebek mükafatını alacaktır..Aslında o bebeğin hastalıklı doğmasına sebep atalarıdır ama Allah böyle bir bebeğin dogmasına izin verir…
Merhaba,
Diger yorumlarinizi da okudum ama en cok bu yorumunuz ilgimi cekti.
Baska insanlarin yorumlarinada da yazdigim gibi bu yaziyi bugun yazsam biraz farkli yazardim. Cocuklara aci veren/olduren mutasyonlarla ilgili de fikrimi biraz daha gelistirirdim. Yazdiginiza ben de katiliyorum: Oncelikle sorumlu anne-baba, sonra da diger sorumlulardir (ornegin isini duzgun yapmayan bilim/ilim insanlari, siyasetciler de bu hastaliklara care bulunmasini yavaslattilar). Yine de “boyle bir dunya yaratilmasa daha iyi olmaz miydi?” diye dusunmuyor degil insan fakat burada da anlamadigimiz bircok seyin oldugunu kabul edip, haddimizi bilmek gerekiyor.
Ilginiz icin tesekkurler.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Yazınızı internetten bir araştırma yaparken gördüm. Evrime İslami nakışla basınca benim sorum şu şekilde olacak;
Kur’an, Nuh’un 950 sene yaşadığını yazıyor. İlgili ayet şu şekilde;
Ankebut Suresi 14. Ayet;
“Andolsun ki biz Nuh’u kendi kavmine gönderdik de o bin yıldan elli yıl eksik bir süre onların arasında kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi.”
Nuh’a 950 sene ömür veren Tanrı, son peygamberi dediği Muhammed’e neden aynı ömrü vermez sorusu insanın aklına takılıyor.
Bir de Tanrı neden yemin eder?
Andolsun diyor. Tanrı yemin eder mi? Tanrı kimi inandırmak için yemin ediyor?
Mahkemelerde şahitlik yapacak insanları, kanun gereği dinlemek gerektiğinde ona güven duyulamayacağı için sadece doğruyu söyleyeceğine dair yemin ettirilir. Yemin akla bunu getiriyor.
Merhaba Yakup Bey. Tesekkurler ilginiz ve cevabiniz icin!
Hz. Nuh’un 950 sene yasamasi gibi bir ilginclige (ve eldeki bulgulara ters bir konuya) deginmissiniz. Cevabim yok maalesef – bir cok soruya oldugu gibi. Hayat ve evrendeki cok buyuk ilgincliklerin arasinda bu tarz seyler ufak kaliyor…
Umarim cevaba bir sekilde ulasabiliriz ileride…
Hz nuh 950 yıl ibaresi tam olarak geçmiyor.Ilginç olarak 1000 yıl -50 sene olarak geçiyor .Arapçada yıl ve sene gibi iki ayrı kelime kullanılmış…
Daha ilginci sümer kayıtlarinda da tufan öncesi ve tufandan hemen sonrası kral ömürlerine bakarsan 1200 1500 yıl gibi ömürler yazılı…
Peygamberimizin vazifesi bize Kuranı ulaştırmaktı ve Kuran şuan elimizde…Eğer okur araştırırsak ,bize lazım olan herşey orada var…Tabi biz hiç uğraşmadan bir peygamber olsa bize net söyleseydi tabi ki daha güzel olurdu…
Aradığın soruların bütün cevabı risale i nurda. Ben de küçüklüğümden beri bilime ilgi duyan biriyim. Ve müslüman olarak kaldıysam bu Allah’ın bana risale i nurla tanıştırmasındandır. Allah’ın varlığını kesin ve net biçimde öğrenmek isteyen yirmi üçüncü lem’a( tabiat risalesi) ni okusun. Ahiretin varlığını bilmek isteyen onuncu söz ( Haşir risalesi) okusun. Kader ile ilgili kader risalesi. Hz. Muhammed a.s.m ın hak peygamber olduğunu ve Allah’ın neden peygamber gönderdiğinin asıl hikmetini öğrenmek isteyen mektubatta onuncu mektubu okusun. Risale i nuru bütün olarak hepsini anlayarak okuyan insanda şüphe kalmıyor. Ayrıca adaptasyona kesinlikle inanıyorum ama mesela hücrenin bir muhendis gibi fotosentez yapmayı öğrenmesine inanmıyorum. Kendi kendine de olamaz. Tabiat risalesini okuyunca daha iyi anlıyacaksınız. Sonuçta hiçlikten bir seyin rasgelelikle ve olasılıkla olduğunu söylemek ile daha madenlerde yatan demirin olasılıkla ve seçilimle kendiliğinden uçak olmasını kabul etmek gibidir. Bu bir hatadır çünkü uçak bir olasılıktır ve bu olasılığın olması için uçak diye bir şeyin tanımlı olması gerekir. Demir madeni önce küçük parçalara ve o küçük parcalarda hikmetli bir şekilde (her bir parça demir neyin hikmetli olduğunu bilerek) bir hücre gibi makineyi oluşturması. O makineninde rasgelelikle birbiriyle kaynaşması ve iş dağılımı yapması. Ve bunun sonucunda aerodinamiğin ve fizik kuralları gibi birçok bilim dalını öğrenmesi sonnucu ancak bir kuş gibi uçak benzeri mekanizma gelişebilir. Be burada farkettiysen hiç’ ten kendi kendine öğrenmesi var. Şunu biliyorum; evrim mekanizması muhendis değil bir olasılık hasabıdır. Eğer Allah o olasılığı yani geni onun içine nakşetmemişse bu gerçekleşmez. Yani tek hücreden herşey varolmadı. Sadece belli başlı canlı gurupları yaratıldı ve o canlılardan farklı guruplar oldu. Siyahi insanlarla beyaz insanlar gibi. Ama sonuçta insanlar.
Ahmet Bey tesekkurler cevabiniz icin.
Risalelerin cogunu zamaninda okudum – etkilendim de… Fakat “Aradığın soruların bütün cevabı risale i nurda” cevabiniza katilmiyorum.
Akli tatmin etmek icin daha somut seylere ihtiyacimiz var. Cevabinizda kullandiginiz “hiclik”, “hikmetli” gibi tabirler cok muglak. Evrimin mekanizmalari (dogal seleksiyon, cinsel secilim vs.) NIHAI olarak turleri (devamli degisebilen) “cevre”lerine daha adapte hale getiriyor – yoksa bir “hikmet aradigi” ya da “daha guzel” dizaynlar icin degil.
(“Hiclik” konusu ise aklimin hic almadigi birsey – ne zaman birseyler VAR olmaya basladi? O yuzden o konuyu acmiyorum bile)
Bir de cevabinizin son kismi olan: “Yani tek hücreden herşey varolmadı. Sadece belli başlı canlı gurupları yaratıldı ve o canlılardan farklı guruplar oldu. Siyahi insanlarla beyaz insanlar gibi. Ama sonuçta insanlar.”
ne diyeyim; beni sasirtti. Bu kadar kesin konusmaniz, bu konuda cok az bilginiz olduguna kanaat getirmeme sebep oldu. Benim yazim fazla ogretici olmamis olabilir; bu yuzden baska yazilari okumanizi tavsiye ederim. Sonra tekrar yazabilirsiniz bana.
Herkesten birseyler ogrenmeye acigim fakat temel hatalarin bulundugu argumanlara vakit harcamak istemiyorum – omur cok kisa.
Ilginiz icin tekrar tesekkur eder, iyi gunler dilerim!
Elinize sağlık. Yazınızı çok beğendim.
Determinizm’e inanmadığınızı söylemişsiniz. Son zamanlarda yaşanan bilimsel gelişmeler neticesinde kuantum evrenin deterministik olmadığı, olasılık temelli olduğu ortaya çıkmış ve bilim dünyasında kabul görmüştür. Bunu ortaya çıkaran 3 bilim insanı 2022 Nobel Fizik Ödülüne layık görüldüler. Bu gelişmeler sizde heyecan uyandırdı mı? ve nasıl yorumlamak lazım gelir?
Tesekkurler.
Farkli determinizm tanimlari var. O da bir cesit determinizm oluyor aslinda – cunku yine materyalist bir mekanizma.
Ben (su anki fikrim) ozellikle insan suurunun materyalizmle (tamamen) aciklanamayacagina inaniyorum. ‘Ruh’ gibi birseye inaniyorum ama ne oldugunu ben de bilmiyorum.
Bilimdeki her (somut) gelisme beni heyecanlandirir. Quantum fizigi cok iti anlamadigim icin ileride ne anlama gelecegi konusunda cok fikrim yok.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Mrb Mesut bey,
Blogunuzu okudum, güzel olmuş, tebrik ederim.
Çoğu kişi, bilimle (yani burda evrimle) dinin iki zıt görüş olduğuna inanıyor. Müslüman biri olarak bu düşünceye karşıyım. Tam tersine, bilimle dinin birbirlerine tamamlayıcı olduğuna düşünüyorum. Varsa bir sorun demek ki bilmediğimiz konular vardır. En önemlisi, evrimde insan homoerektüsten evrimleşmiş, İslam’da ise topraktan yaratılmıştır. Peki, bu konuda, her iki görüşün bir doğruluk payı olamaz mı? Yani insan (homosapiens) homoerektüsten, toprakla karıştırılarak, evrimleştirilmiş olamaz mı? O zamanlarda bu nasıl mümkün olabilir sorusuna, Hava annemizin nasıl Hz Adem (as)’ın kaburgasından yaratılması mümkün olduysa, bir şekilde evrimleştirilmiş olamaz mı?
Sümer tabletlerini duymuşsunuzdur, okudunuz mu bilemem. Çoğu sorunlara cevap veriyor (Dünya’nın ve insanın yaradılışı, devler, Nuh tufanı,..). Ama sonuçta kutsal kitap değil, sadece tablet. Ne kadarı doğru bilemem.
Eğer içeriğinden bilginiz varsa, (ya da yoksa bilgilenerek) bu tabletler hakkında düşüncelerinizi paylaşabilirmisiniz?
Tesekkur ederim.
1- Sumer tabletleriyle ilgili fazla bilgim yok. Fakat tabletlerde yazilanlarin ‘evrim teorisi’ ya da ‘tanrinin varligi’ konusunda cok bir onemi oldugunu dusunmuyorum.
2- (‘Kaburga’, ‘topraktan yaratilma’ ayetleri gibi) Kuran ayetlerinin bircogu ‘mutesabih’ ayetler – bu yuzden literal olarak almamak ve farkli tefsirlerden yararlanmak lazim.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Benim duyduğum islam tasavvufun AB göre ilk insan adem aş 313 bin yıl her 7 bin yılda bir adem geldiği
Hocam çok iyi konuşmuşsunuz sayenizde birazdaha İslam’a yakın hissettim kendimi (din hocamız bile din, bilim i kabul etmiyor diyor bende evrim teorisine inanıyorum ondan kafam karışmıştı) Allah razı olsun
Ben tesekkur ederim. Faydali oldugunu duymak guzel.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
En büyük buluş Allah’ı bulmaktır! Allah’ı bulmak; elektrik, kuantum fiziği vb. tüm buluşlardan daha üstün bir buluştur ve bu buluş Peygamberlere nasip oldu, onlar aracılığı ile de bizlere. Hatta Allah’ı bulmanın yanında diğer buluşlar çelik-çomak kalır. Bu nedenle Peygamberlere en büyük buluş nasip olduktan sonra, diğer buluşları neden peygamberler bulamadılar gibi bir sorgulama yersiz olur. Bununla birlikte kuran marifetiyle; gökyüzünün korunmuş bir tavan (atmosfer) olduğu, güneşin ve ayın belli bir yörüngede yüzdüğü, dağların depremleri kendi üzerine çeken bir paratoner oldukları, yeryüzünün döndüğü, gökte muhkem yolların (yörüngelerin) olduğu, parmak uçlarının farklı oluşu vb. bir çok hakikat kuran ile bildirildi. Ancak bilimden yani hikmetten yoksun olan aklımız, bu bildirilen gerçekleri kavrayamadı ya da bunlara başka manalar verdi. Bilim adamlarının buluşları sayesinde bu hakikatleri zamanla kavradık çok şükür. Kuran’ın gösterdiği yeni hedef ışınlanma. Çünkü Kuran’da Süleyman kıssasında, kendisine bilgi verdiğimiz bir zat, göz açıp kapayıncaya kadar Belkıs’ın tahtını Süleyman’a getirdi şeklinde haber veriyor. Buradan anlıyoruz ki, ışınlanma diye bir bilimin alt yapısı yeryüzünde mevcut. Sadece bu bilgiye ulaşmak için bilim insanlarının yardımına ihtiyacımız var. Selamlar
Bu hadis-i şeriften şunu anlıyorum, canlı-cansız her şey tekten geliyor. Bu süreçte canlılıkta; nebatat, hayvanat ve insanat şeklinde teşekkül etmiş olabilir. Meleklerin ve insanların dahi yaratılış tohumu aynı gibi. Hatta ahiret ile dünya, tüm evren, tüm yıldızlar, gezegenler dahi aynı yaratılış tohumundan yaratılmış görünüyor. Bırakın hayvanlar ve bitkileri, cansız varlıklarla bile ortak paydalarımız olabilir. Yani sözün özü, herşey ama herşey tekten geliyor gibi. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir. Ben aşağıdaki hadisten bu kanıya vardım.
Aclûnî, Cabir’den (ra) şöyle bir hadis nakletmektedir: “Babam anam sana feda olsun ya Resulullah, Allah’ın eşyadan (herşeyden) önce yarattığı ilk şeyin ne olduğunu bana haber ver” dedim: Resulullah (asm) şöyle dedi: Ey Cabir! Allah Teâlâ, eşyayı yaratmadan evvel kendi nurundan senin nebinin nurunu yarattı.” (Yaratılışın tohumu olacak olan) bu nur, Allah’ın dilediği şekilde onun kudretiyle deveran ediyordu. Bu vakitte, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Mülk, Sema, Yer, Güneş, Ay, Cin ve İnsan ortalarda yoktu. Ne zaman ki Allah, mahlûkatı yaratmayı diledi; bu nuru (tüm evrenin yaratılış tohumunu) dört parçaya böldü. Birinci bölümden kalemi, ikincisinden levh’i, üçüncüsünden de Arş’ı yarattı. Sonra da dördüncü bölümü tekrar dört parçaya ayırdı. Bunun ilk parçasından Hameletül Arş’ı, ikincisinden Kürsi’yi, üçüncüsünden de kalan melekleri yarattı. Sonra da dördüncü parçayı tekrar dört kısma ayırdı. Bunların ilkinden gökleri, ikincisinden yerleri; üçüncüsünden de Cennet’i ve Cehennem’i yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dörde böldü. Birinci bölümle müminlerin gözlerinin nurunu, ikincisiyle marifetullah (Allah bilgisi) olan kalplerin nurunu, üçüncüsüyle de Kelime-i Tevhidi yarattı”. Aclûnî’nin naklettiği bu hadisi Abdurrezzak, İbn Cabir’den rivayet etmiştir. Aclûnî, Mevahib’de de hadisin aynı şekilde rivayet edildiğini kaydetmektedir. (Kütübü Sitte hadis kaynaklarında bu rivayeti okumuştum, ayrıca el-Aclûnî, Keşful-Hafâ) (Kaynak: Şamil İslam Ansiklopedisi)
Tesekkurler Fatih Bey. Ilginc bir hadismis – daha once duymamistim. Arastiracagim.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Hocam merhaba hayırlı günler. Size bir sorum olacak. Bildiğimiz gibi Hz. Adem ile Hz. Havva’nın topraktan yaratıldığı yazıyor. Ben açıkçası toprak kısmının farklı tesfirlerle açıklanabileceğini düşünüyorum. Ama ilk insan ırkı evrim ve başkalaşım ile oluştuysa Hz. Adem ile Havva’nın ilk insan kavramını nasıl anlamamız gerekir? Açıklayabilir misiniz?
Merhaba Kuzey Bey,
Tesekkurler ilginiz icin. Bu konuda kafam karisik fakat birkac fikrim var.
Blogun en alt kismindaki dipnotlar cogu kez gozden kaciyor. Orada bu konuda bir spekulasyon yaptim:
Allah, (150-200 bin sene önce dünyada yaşayan) Homo sapiens‘lerin (modern insanların) arasından ikisine Hz. Adem ve Havva’nın ruhunu ‘üflemiş’ olabilir. Bu benim için şaşırtıcı olmaz. Çünkü, objektif olarak karşılaştırdığımızda, modern insanları Neandertaller (Homo neanderthalensis) ve Denisovalılar (Denisova hominins) gibi diğer insan türlerinden, ve şempanze gibi genetik olarak yakın hayvanlardan ayıran faktörün genler ve biyolojiden ziyade aradaki ilim farkı olduğunu görüyoruz. Meleklerin Allah’a “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” sözü bu şekilde de manidar oluyor – çünkü modern insana (Homo sapiens) benzer yaratıklar da birbirlerinin kanını dökmüşlerdi.
Peki hocam size şunu sorucam bilim dünyası evrim”den emin mi ?
Merhaba,
Benim blog yazim faydali olmamis anlasilan. Baska yazilari da okumanizi tavsiye ederim.
Kisaca cevap verecek olursam: Bilim dunyasi ‘Evrim’den emin – cunku test edebildigimiz, gozumuzle dahi gorebildigimiz olgu. ‘Evrim teorisi’nden ise olabildigince emin – cunku bircok alandan cok fazla delil var.
Iyi gunler dilerim!
Merhaba Sayın Hocam
Bilimsel çalışmalar ilerledikçe insanların evrime daha fazla yaklaşmasının nedeni acaba bu bilimsel gelişmelerin evrim teorisiyle test edilmesinden kaynaklanıyor olabilir mi? Diyelim ki evrim teorisinin ortaya çıkmadığı bir dünyada yine fosiller bulunsa, hangi zamana ait oldukları belirlense ve hatta mümkünse gen haritaları çıkarılsa. Ayrıca günümüz insanı dahil birçok canlının gen haritası yine çıkarılmış olsa. Süper bilgisayarlarda gelişmiş programlarla benzerlikleri yine ortaya konulsa. Yine şempanzeyle ortak atamızın olduğunu düşünür müydük? Bir şeyi neyle test edersen onunla ilgili sonuçları görürsün.
İnanmak bir tercihtir. 5 nükleotid ve periyodik cetveldeki bazı elementlerle sonsuz denebilecek bir yaşam çeşitliliğinin oluşmasını tesadüfler yerine her şeyi hikmetle yapan ve her şeye kudreti yeten bir yaratıcıya atfetmek kalbimi ve aklımı daha çok mutmain ediyor. Bilim ilerliyor, bir çok yenilikler oluyor ve her defasında hep “Subhanallah” diyorum.
Ilginiz icin tesekkurler Mine Hanim. Bilim zaten teoriler uzerinden ilerler ve teoriler test edilir. Evrim teorisinin gucu bu testleri gecmis olmasindan (ve hala geciyor olmasindan) geliyor.
‘Din/Tanri ya da bilim’ ikilemine girmissiniz gibi gorunuyor. Bu yanlis bir dusunce: Yer cekimine inanmak nasil sizi dinden uzaklastirmiyorsa, evrim teorisine inanip-inanmamanizin da din inanisiniza bir etkisi olmayabilir.
Bu konuyla ilgiliyseniz baska kaynaklardan da yararlanin. Bu yaziyi yazarken bayagi genctim – simdi de vakti olmadigi icin tekrardan yazamiyorum.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Yazdıklarınızı okudum ama hâlâ kafam karışık eğer evrim gerçekten varsa neden hâlâ tartışması devam ediyor kütle çekim teorisi bu kadar uzun konuşulmadı yine evrim İslam diniyle çelişir Çünkü Allah Adem aleyhisselamı topraktan yarattığını ifade ediyor yanlış bilmiyorsam secde süresinde böyleydi ve yine bilim camiasının eski önemli bilim adamlarının bazıları evrime şüpheyle yaklaşıyor. Milikan, François Jacob, Cemal Yıldırım,Derek Ager, Pierre Grasse vb. Evrime inanmak için bir sebebimiz olmadığını düşünüyorum çünkü sadece bu teorinin aksi iddia edilemediği için inanıldığını düşünüyorum cevaplarsanız çok sevinirim
Merhaba Yagiz,
Suphe duymanizi kesinlikle yadirgamiyorum. Ben de bu sureclerden gectim. Zamanla – ve bu konuyla hasir-nesir oldukca – cok fazla delilin olduguna kanaat getirdim ve evrim teorisine inanmaya basladim. Islamla da gercekten celistigini dusunmuyorum – sebeplerinin bircogunu da blogda yazdim (belki dipnotlari da okumaniz gerekebilir).
Bilim dunyasinda evrim teorisinin gercekligi fazla tartilismiyor – sadece bazi spesifik noktalari tartisiliyor artik.
Kuran’daki bircok ayetin hem literal hem derin anlamlari vardir. ‘Topraktan yaratilma’ da bu ayetlerden birisi. Bu konuda tefsirleri de okumani tavsiye ederim.
Bu arada benim kimsenin evrime inanmasi gibi bir derdim yok. Sadece kendi inancimi yazdim.
Iyi gunler dilerim!
Mesut
Merhaba hocam bende yaptığım araştırmalar sonucunda evrimin aslında güçlü kanıtlara dayalı bir bilimsel keşif olduğu kanaatine vardım yani Allah canlıları evrimle yaratabilir onun her şeye gücü yeter aklıma takılan topraktan yaratılma gibi kavramların aslında sembolik bir anlatımı olduğunu düşünmeye başladım evrim gelenekçi yorumlarla çelişiyor kaldı ki Kur’an verdiği mesaj değişmez yorumu değişir aynı güneşin kara balçığa batması ayetinde olduğu gibi orda aslında bir mecaz vardı insana bence mecazi olarak şekillenmiş balçık denmesi bence yerinde bir kullanım çünkü vücudumuzu oluşturan bir çok elementin toprakta bulunduğunu biliyoruz en büyük örneği karbon mesela yine bütün canlıların sudan meydana gelmesi de çok düşündürücü katkılarınız için bir teşekkür yorumu yazmak istedim hocam bir de size bir site önereceğim orda da bir araştırmacı yazar bilgili bir müslüman hocanın evrimle ilgili bir yazısı var onu da okumanızı tavsiye ederim Allah’a emanet olun hocam ❤️
Ben tesekkur ederim. Siz de Allah’a emanet olun!
Yazdıklarınızı okudum ama hâlâ kafam karışık eğer evrim gerçekten varsa neden hâlâ tartışması devam ediyor kütle çekim teorisi bile bu kadar çok konuşulmadı yine evrim İslam diniyle çelişir Çünkü Allah Adem aleyhisselamı topraktan yarattığını ifade ediyor yanlış bilmiyorsam secde süresinde böyleydi ve yine bilim camiasının eski önemli bilim adamları evrime şüpheyle yaklaşıyor Milikan François Jacob Cemal Yıldırım Derek Ager Pierre Grasse vb Bence evrimin aksi iddia edilmediği için inanıldığını düşünüyorum cevaplarsanız çok sevinirim
MERHABA MESUT BEY
BEN CANLILARIN ERKEK VE DİŞİ OLMASINI EVRİMLE NASIL AÇIKLANABİLECEĞİNİ MERAK EDİYORUM.(KURANDA DA ERKEK VE DİŞİ YARATILIŞA AND İÇİLMESİNİ HATIRLATMAK İSTERİM)
ÖRNEĞİN
ERKEK TESTİSİNDE ÜRETİLEN SPERMİN KADIN BEDENİNDE ÜRETİLEN YUMURTADAN HABERİ YOK.
AYRICA ERKEK CİNSEL ANATOMİSİNİN DE KADIN ANATOMİSİNDEN HABERİ YOK…MAKRO VE MİKRO DÜZEYDE İNSANIN ÜREME EYLEMİNİN BAŞARIYLA SONUÇLANMASI İÇİN (DÖLLENMİŞ YUMURTA ELDE EDİLMESİ) İÇİN YÜZLERCE BİRBİRİNE BAĞLI ŞARTIN AKSAMADAN İŞLEMESİ LAZIM.
BU KADAR KOPMPLEKS BİR EYLEMİN
İKİ AYRI BEDENDE
AYNI ZAMAN ARALIĞINI YAKALARAK
KUSURSUZ EVRİLMESİ
İMKANSIZ DEĞİL Mİ?
MİSAL , İLK OLUŞMUŞ SPERM VE YUMURTA HÜCRESİNİN SUDA YAN YANA DURDUĞUNU DÜŞÜNÜRSEK BİRBİRLERİ İÇİN GEREKLİ YAPIYA KAVUŞMA SÜREÇLERİ NASIL İŞLEDİ? BU SÜREÇ MİLYON YIL SÜRDÜYSE BUNA YETECEK SPERM VE YUMURTA VAR MIYDI? BU TEK HÜCRELİLER DIŞ ORTAMA NASIL DAYANDI? İLERLEYEN DÖNEMDE NEDEN TESTİSE VEYA YUMURTALIĞA GEREK DUYULDU.EŞEYLİ ÜREMEDE AMAÇ ÇEŞİTLİLİK İSE BUNU DAHA SOFİSTİKE BEDENLERE TAŞIMANIN MAKSADI NE? GEBELİK ANATOMİSİ VE FİZYOLOJİSİNDEN HİÇ BAHSETMİYORUM BİLE.
YANİ YERYÜZÜNDEKİ İLK ÜREME EYLEMİ BUGÜNKÜYLE AYNI OLMAK ZORUNDA.ÇÜNKÜ BİR BASAMAKTA AKSAKLIK OLUNCA İNSAN OLUŞMUYOR (ÖR FALLOP TÜPLERİ TIKALIYSA VEYA FİMBİRLARDA CİLİER HAREKET YOKSA…VB)..BU KADEME KADEME EVRİMLEŞEMEZ YA:)?
İKİNCİSİ SPERM HAREKETLİ OLMASI GEREKTİĞİ KONUSUNDA,YUMURTAYI DELECEK ENZİMLERİ BARINDIRMASI GEREKTİĞİ KONUSUNDA VEYA KROMOZOM SAYISINI YARIYA İNDİRMESİ GEREKTİĞİ HUSUSUNDA NASIL EVRİMLEŞEREK BİLGİ SAHİBİ OLABİLİR ?..
ÇÜNKÜ SPERM ÇIKTIĞI TESTİSE ASLA GERİ DÖNMEDİ.BİLGİ AKTARIMI YAPMA/ GELİŞİMKAYDETME ŞANSI OLMADI.ŞİMDİKİ SPERM HANGİ TEMEL DONANIMA SAHİP İSE İLK SPERMİN DE O DONANIMA SAHİP OLMASI GEREKMEZ Mİ?
PEKİ KARŞI CİNSE DUYULAN CİNSEL İSTEK???BU OLMASA ZATEN ÜREME BAŞTAN OLMUYOR…MESELA PENİS EREKSİYONU OLDUKÇA KOMLİKE BİR İŞ..PEKİ YA SEMİNAL VESİKÜLLER ORAYA NASIL YERLEŞTİ?DAHA NE İŞE YARADIĞINI KENDİ BİLE BİLMİYORKEN
AYRICA TÜM BUNLAR NEDEN OLSUN Kİ? MİTOZ BÖLÜNME VARKEN?
DEMEM O Kİ TANRI EVRİM MANTIĞI İLE YARATMIŞ OLABİLİR KESİN YANLIŞTIR DEMİYORUM.AMA ÇOK ZORLAMA DEĞİL Mİ?YA 🙂 HAKKATEN ÇOK UÇUK GELİYOR BANA..SELAMLAR
dr haydar
Merhaba Haydar Bey,
Tesekkur ederim ilginiz icin.
Tabi ki bu blogda her soruya cevap bulamazsiniz – amaci da bu degil zaten. Bir de her spesifik konu aydinlatilmis degil. Malum arastirmalar hala devam ediyor. Fakat bu sorunuzun kisaca cevabi: Evrimin ‘dogal seleksiyon’ disinda da bircok mekanizmasi var: mutasyonlar, genetic drift/sürüklenme, goc, co-evolution ve cinsel seleksiyon gibi… Cinsiyetlerin evrimi de bunlarin kompleks karisimiyla ortaya cikmis gorunuyor – ‘the evolution of the sexes’ diye bircok makale ve video var. Onlara birakiyorum uzun cevabini… Tabi sizin sorunuz ‘insanlardaki cinsiyet nasil ortaya cikti?’ fakat “cinsiyetler memeli hayvanlarda nasil ortaya cikti” diye arastirmak semantik acidan daha dogru olur.
Ucuk gelmesi konusunda da birsey diyemeyecegim – hayat, evren, atomlar zaten inanilmaz karmasik. Bu yuzden evrim kendi basina hic de ucuk gelmiyor bana 😀
Kolayliklar dilerim!
Mesut
Sitenin adı bilim ve yaratılış ağacı hocam