Feeds:
Posts
Comments

Archive for the ‘Discussions’ Category

logical-fallacies

Millet olarak tartışırken çok sık işledigimiz mantık hataları (logical fallacies). Benim de başımdan sık geçen üç-beş tanesini bu yazımda kaleme alacağım

Asıl olaya geçmeden, kısa bir giriş yapalım: İngiltere’de büyüdüm ve buralarda her türden, her milletten insanla tanıştım. Nispeten, buradaki akademik camiada da kendime bir yer edindim ve birçok yabancı akademisyen/araştırmacı arkadaş edindim. Burada yaşadığım süreç içerisindeki gözlemlerimle de şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: bizim insanımız kadar ‘bir tartışma nasıl yapılmalı?’ hiç bilmeyen ve karşısındaki insanı aşağı çekme/itibarsızlaştırma konusunda maharetli ikinci bir millet bulmak zor – sadece, bize çok benzeyen diğer Orta Doğulularla yarışıyoruz bu konuda. Normal halkı geçtim; “mürekkep yalamış” insanımız da aynı problemden muzdarip.

Bu konuda birçok trajikomik anekdot paylaşabilecek akademisyen arkadaşım var. Benim de başıma çok sık gelen bir-iki örneği burada paylaşmak istiyorum: İngiliz eğitim sisteminde (nispeten, yaşıma göre) başarılı olmuş, 28 yaşında bir akademisyenim. Genç olmamın, benden daha başarılı, tecrübeli ve makamı yüksek olan Ingiliz meslektaşlarım ve/ya da hocalarım arasında hiç bir önemi yok. Söylediklerim/sorularım mantıklıysa (mantıksız konuşmamaya calışıyorum), benim fikrimi/sorumu bir Profesörün fikrinden/sorusundan ayrı tutmuyorlar. Lakin, Türkiye’de yetişip, buralara gelmiş meslektaşlarımın çoğu için aynısını söyleyemeyeceğim (istisnalar da yok degil Allah’tan. Onları tenzih ediyorum buradaki söylemlerimden). Maalesef çoğu kendilerini hala Türkiye’de sanıyorlar ve oralarda yaptıkları yanlışları ve kurdukları hiyerarşik yapıları buralarda da devam ettirmek istiyorlar – karşısındakini hiç bir şekilde ikna etme ihtiyacı duymadan.

Örneğin:

1- Bir konu üzerine tartışma oluyor ve konuyla ilgili bir-iki hatalarını ve/ya da Ingiltere de bu işlerin böyle olmadığını söylüyorsun:

Biz de biliyoruz bu işleri”, “ben 3 yıldır İngiltere’de yaşıyorum”, “Master/doktoramı Avrupa/Amerika’da yaptım”, “şurada konferansa gittim” gibi sözler sarfedip geçiştiriyorlar. Çünkü kendileri (her) konuyla ilgili herşeyi biliyorlar ve senin gibi “ukala gençler”den öğrenecekleri çok birşey yok.

2- Ortadaki bir sorunu (İngiltere’deki) konjönktüre en uygun ve etkin şekilde çözelim diye fikir beyan ediyoruz:

Her kafadan ses geliyor. Bize bu dönemde sorgulamadan iş yapacak adamlar lazım”ı tekrar tekrar duymaktan insana gına geliyor. Istiyorlarki karşılarındaki “yetenekli ama daha yolun başındaki” gençler “hadlerini bilsin” ve her dediklerini yapsın; hiçbir şekilde “şunu neden böyle yapıyoruz?” diye sorgulamasın.

3- Konuyla ilgili gördüğün bariz hataları, baktın sakince anlatınca anlamıyor/dinlemiyorlar, biraz sert bir dille söylüyorsun:

Samimiyetsiz bir şekilde “Tabi arkadaş genç; onu da anlamak/dinlemek lazım” deyip, kendi aralarında sana “meczup/kanser hücresi” muamelesi yapıyorlar. Daha anlayışsız, cahil ve/ya da görgüsüz olanları ise, söylediklerini kişiselleştirip, direk kişiliginize saldırıyorlar.

4- Önemli bir detaya parmak basıyorsun:

Detaylara takılmamak lazım“, “mükemmeliyetçilikten vazgeçmeli; o zaman hiçbir iş yapamayız” gibi cümleleri yağdırıyorlar üzerine.

5- Yapılmak istenen işe atılmadan “bir ön çalışma başlatmalıyız” diyorsun:

Ya Hu biran evvel başlamalıyız. Kervan yolda düzülür” cevabını alıyorsun. Bir-iki ay sonra herkesin hevesi kaçınca (“gaz bitince”), iş ortada kalıyor ve o kadar emek boşa gidiyor. Oysa başta biraz sabır gösterip, hazır bir şekilde yola çıkılsa daha uzun soluklu projelere imza atılabilir. Maalesef, “dostlar alışverişte görsün” mantığı da hakim birçogumuzda.

6- On tane şeyden bahsediyorsun; aralarından birisi bir tanesine takılıp, onun üzerinden senin tüm soylediklerini heba etmeye çalışıyor. Diğerleri de “dur arkadaş; söyledikleri mantıklıydı” demiyor. Çünkü hakikati bulmaktan çok, herkes kendi fikrini kabul ettirme derdinde. (not: Felsefe’deki mantık hataları/logical fallacies kavramlarına her akademisyen/araştırmacı/yazarın bakması lazım bence)

 

Anlatamıyorsun maalesef. Eğer İngiltere akademik/bilimsel arenada (futbol tabiriyle) ‘Premier League’se, Türkiye maalesef (çok genel olarak konuşursak) ‘3.ncü lig’. Ekstrem bir örnek olsa da, buralarda yetişmiş (son sınıf/ileri seviye) doktora öğrencisi bile bazen alanına Türkiye’deki bir Doçent/Profesör’den daha hakim olabiliyor. İngiltere’de çıkardıkları bir yayının, Türkiye’dekilerin bütün akademik hayatında çıkardığı yayınların toplamından daha fazla impact factor/etki faktörü olabiliyor. Yani bazılarının yaşları (nispeten) genç ve/ya da ünvanları düşük olsa da, Türkiye’den gelen çoğu akademisyenin (akademik çerçevede) onları küçümseyip, “ah bu hayta gençler/delikanlılar yok mu?”, **”kendisi buralarda basit bir Yardımcı Doçent/Assistant Professor” gibi tavırları takınmaları doğru değil. Türkiye’de yetişen gençlerin/insanların aksine kendilerine çok güvenen, araştırdığı konularda kimseye “eyvallah”ı olmayan, belli bir standardın altında (baştan-sağma, amatör) iş yapmaktan kaçınan, aklını duygularının önüne koymayı becermiş kişiliklere sahip oluyorlar.

Yine bizdekinin aksine, İngiltere kültüründe yetişmiş bir akademisyen/araştırmacı bilmediği, araştırmadığı konularda fikir beyan etmez. Bu yüzden bir konu hakkında konuşuyorsa, çoğu kez söylediklerinde bir mantık vardır. Fakat Türkiye’de genel olarak işler liyakatle değil de ünvanlarla ilerlediği için, buralara Türkiye (ya da Orta Dogu)’den gelen akademisyenlerde “ben Doçent/Profesörüm, bu da basit bir araştırma görevlisi” tavrını gözlemlemek çok zor değil. Bundan dolayı kendi fikirleri, eğer kafalarında şekillendirdikleri ‘hiyerarşi’de aşağılardaysan (hele bir de gençsen), senin fikrinden çok daha önemlidir – konunun ne olduğu ya da liyakatinin olup-olmadığı farketmez. Bu (hak edilmemiş*) kibirlerinden (ve bir çoğunun da ekstradan, aşağılık kompleksinden) dolayı ne kadar anlatsan da, bu yazdıklarımı anlamaları zor görünüyor.

Kısaca toparlamak gerekirse: Gençsen, çocuk muamelesi görüyorsun. Kadınsan, “bunun ne işi var bu kadar erkeğin arasında?” bakışları arasında boğuluyorsun. Ünvanın düşükse, adam yerine konmuyorsun (konuyla ilgili bilgi/tecrübenin çok önemi yok). Gurbetçiysen, “tabi kultürümüzden/ülkemizden uzak kalmış” tabirlerine maruz bırakılıyorsun. Bir gruba yeni katılmışsan, “sen giderken biz dönüyorduk oğlum”un muhattabı oluyorsun. Bir sorunun çözümü adına (sakin/aklı selim bir şekilde) fikir beyan ederken ağlayıp-sızlayıp, görmek istedikleri kadar duygusal davranmıyorsan, “sen bu işin ızdırabını çekmiyorsun!”, “sen bilmezsin; biz neler yaşadık!” cevaplarını alıyorsun; sorunu konuşma/çözme yerine, arabesk bir mağduriyet yarışması başlıyor – “’hangimiz daha çok sıkıntı çektik?’ anlatalım da görelim” yarışması… Maalesef, sen de çıldırdığınla kalıyorsun; ve çoğu kez “o kadar işimin arasında bir de sizinle mi ugraşacağım?” deyip aralarından ayrılmak zorunda kalıyorsun.

Artık “akıl yaşta degil, baştadır” gibi atasözlerimiz sadece lafta kalmamalı; her işi ehline bırakmayı (daha doğrusu bırakabilmeyi) öğrenmeliyiz. Ehil olan kim olursa olsun…

 

*”Hak edilmemiş” tabirini kullandım çünkü alanlarında çok büyük başarılara imza atmış ve/ya da dünyaca ünlü olsalar, yine yakışık almasa da, bir nispet anlayacağım kibirli davranmalarını.

**Bir defasında misafir akademisyen olarak ugradıgım bir Türk üniversitesinde dekan olan bir Hocaya, benim hakkımda telefondan “önemli biri mi?” diye soruldugunda “yok ya; asistan” dedigini duydum. (Soranda da, cevap verende de) Seviye bu işte – ki asistan da degildim. Ayrıca o yaşımda kendisinden daha fazla yayınım ve atfım vardı.


Istişare kuralları

PS: Ingiliz kültürüyle ilgili gözlemlerimi karaladığım Ingiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazıma da göz atabilirsiniz.

PPS: Bazı şeyleri söylerken, onları iyi/halis bir niyetle, “kendini begenmiş/ukala”ca davranmadan söyledigini ispat etmen çok zor. Karşındakinin ne düşündügünü kontrol edemiyorsun. Ama insan böyle görünme pahasına dahi bilgi ve tecrübesinin hakkını vermeli. Ben de çapım yettigince her girdigim ortamda “kötü olma” pahasına dahi olsa yanlış ya da daha iyi yapılabilecegini düşündügüm konularda fikrimi beyan ediyorum. Fakat en çok kızdıgım/kendimi tutamadıgım zamanlar, ortalıkta liyakatli insanlar varken, “onun gözünün üzerinde kaşı var“, “bizden degil“, “o da kim? daha çömez o“, “biz ne yaptıgımızı biliyoruz, kendisine ihtiyaç yok“, “ama üslubu kötü” gibi sebeplerle işin ehline verilmedigini gördügüm zamanlar (hatta bence insanlara devamlı “üslubun kötü” diyen insanları hayatınızdan çıkartın – hiçbir şey kaybetmezsiniz). Maalesef ne zaman “bu konuda işe başlamadan önce, şurada şoyle bir hocamız/arkadaşımız var; ona da bir fikir danışalım” dedigimde bizim insanımız tarafından çok sallanmadıgımı gördüm. Oysa o insanlar, Ingiltere gibi dünyada en üste oynayan ve inanılmaz bir rekabet ortamı olan bir ülkede bir akademisyen/araştırmacı olarak çok başarılı olmuşlar. Başarılı olmalarını saglayan en önemli faktörler de, tipik Türk insanının aksine, (i) bir işe başlamadan önce ön-çalışma/araştırmaları yapmaları ve gerekli rapor/makaleleri okumaları, (ii) kendilerine en iyi şekilde yardımcı olabilecek insanları tespit etmeleri, ve (iii) kendilerini devamlı geliştirme ve yenileme adına sistematik bir yaklaşım/metot geliştirmeleri. Bu sayede hem başarılı oluyorlar, hem de uzun vadeli projeler üretebiliyorlar. Yani kendilerinden ögrenecegimiz çok şey var.

Ozellikle bizim insanımızın “ben yapayım” hastalıgı, birçok işin yarım-yamalak ve/ya da kısa vadeli bir vizyonla yapılmasına sebep oluyor. Sadece işler sarpa sardıgında çıkıp sana geliyorlar; sen de, içinden kızsan da, yine insaniyet namına kendilerine yardımcı oluyorsun. Aslında onlara da bu sayede kötülük yapıyoruz çünkü sen işi düzeltince, yaptıkları hatalardan ders almıyorlar ve bir süre sonra yine eski hallerine geri dönüyorlar. Yine ne arayan var, ne de bir fikrini soran.

Read Full Post »

eiMX9R6in
“Union Jack” Birleşik Krallık (United Kingdom; Ingiltere, Galler, Iskoçya ve Kuzey Irlanda)’ın bayragıdır. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler; Not 2: ‘Ünlü Ingiliz Atasözleri’ en aşagıda)

Sıkıcı bir giriş olacak ama öncelikle bir-iki şeyden bahsetmeliyim: hayatının çogunu Ingiltere’de geçirmiş*, ingilizlerin arasına nispeten karışmış ve Britanya egitim sisteminde (nispeten) başarılı olmuş biri olarak, ingiliz kültürü hakkında gözlem yapma fırsatım oldu. En sonda söylecegimi başta söylecek olursam: Kanaatimce, genellersem, birçok güzel hasletlere sahipler ve bana kalırsa (banal olacak ama) “Anadolu insanı” ve “müslüman halklar” olarak ingilizlerden ögrenecegimiz çok ama çok şey var. Ufak bir ülke olmasına, popülasyonu da çok yüksek olmamasına ragmen (~65 milyon), neredeyse hayatın her alanında en üst düzeyde insan(lar) yetiştirmişler – eski bir anket olsa da, Wikipedia’da 100 Great Britons listesine bakmanızı tavsiye ederim. Kanaatimce, millet olarak ulaştıkları seviyelere ulaşmalarında kurdukları sistemler kadar, (‘sivil toplum’ olarak güçlü olmalarında) kültürlerinin de büyük önemi var.

Aşagıda sıraladıgım, bize/size göre “yanlış” olan, bazı hasletlerinde ise “kendi bilecekleri iş!” demek lazım; malum din, dil ve kültür farklılıkları var. Bu yüzden bize göre “saygısızlık/edebsizlik/ahlaksızlık” olarak görünen şey, onlara göre degil.

Bu gözlemlerimin bazılarını, (sıralama yapmadan) çok genelleyici bir şekilde, üç başlık altında sizlere sunmak isterim. Lütfen her gözlemin yanında, bizim kültürümüz/alışkanlıklarımızın o konuda onların gözünde nasıl durdugunu düşünelim ve hangisi iyiyse onu hayatımıza örnek alalım. Ben böyle yapmaya çalıştım hep. Umarım Ingiliz kültürünü merak edenler/ögrenmek isteyenlere bir nebze yardımcı olur. Bir ülkenin kültürünü bilmeyince, insan dili iyi bilse/konuşsa dahi, çok pot kırabiliyor.

Burada yazdıklarım genelde orta-sınıf ingilizler için. Ingilizlerin sahip oldukları sosyo-ekonomik statüye göre karakter/hasletleri, hatta diyetleri (yöresel aksanları bile; dinlemek için tıklayın) dahi çok degişiyor . Bu da anca tecrübeyle gözlemlenebilir ancak işçi sınıfı ingilizlerin hayatını hızlıca – tabi dramatize edilmiş halde – ögrenmek için Eastenders ya da Coronation Street dizilerine bakabilirsiniz. Ingilizler kesinlikle homojen bir toplum degiller; ve bireysel olarak çok fazla ‘degisik/unique’ tipten insanı gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca, genel olarak, sivil toplum anlayışları da çok gelişmiştir. Son olarak, sosyo-ekonomik statü yükseldikce aşagıda bahsettigim ‘British value‘lara daha sadık yetişiyorlar

english-culture-3-16-638
Cok bilinen Ingiliz ikonları. Kralice, Anglikan kilisesinin başı ve “dinin koruyucusu”dur. Ingiltere’nin Hristiyan kesiminin çogu Protestan’dır, fakat Katolik olanlar da az degildir (~4 milyon civarı)

Sosyal hayata dair

  • İngilizler denince aklıma herşeyden önce nezaket (politeness) ve sadelik (simplicity) geliyor. Siz de nazikçe ve sade bir hayat yaşıyorsanız, büyük bir ihtimalle Ingiltere’de ve Ingiliz sisteminde fazla problem yaşamayacaksınız. Bu iki hasletten sonra da pragmatizm denebilir – orta sınıf bir İngiliz kendisine fayda getirmeyecek bir işle fazla uğraşmaz; rahatını bozmaz. Bu yüzden ingiliz ‘fanatik’leri (devletçi/milliyetçi, ırkçıları) bile genelde bizim fanatiklerimize göre daha az şiddetlidir (daha az “dava”sına bağlıdır).
  • Kurallara uyarlar ve üç kagıtçılıga fazla kafa yormazlar. Bir arkadaşım anlatıyor (örnek olsun diye): eskiden tren istasyonlarında çok fazla görevli bulunmuyordu. Bir orta yaşlı kadına “görevliler olmamasına ragmen, neden her defasında bilet alıyorsunuz?” diye sordugumda, kadının verdigi cevap: “üç kagıtçılık/hırsızlık kötü birşeydir!“. Bitti.
  • Hayatın her alanında ama özellikle trafikte çok sakin ve sabırlıdırlar – hatta bizim gibi hep acele iş yapanlar için bazen çıldırtıcı şekilde sabırlı olabiliyorlar. Yol isteyene, en kalabalık saatlerde dahi, yol verirler (sizin de aceleniz varsa, arkada çıldırırsınız; fakat yapacak birşey yok!). Kesinlikle kırmızı ışıkta geçmezler.
  • Ezilen/hakkı yenilen kesimlerin yaşadıkları sıkıntılara karşı duyarlılardır; ondan (bazılarımıza ilginç gelse de) LGBT’ler ve (kültürlerine saygı duyan ve sisteme entegre olan) azınlıklara karşı sempati duyarlar.
  • Insanların kesinlikle din ve ideolojilerini araştırmazlar/ilgilenmezler. O konular hakkında konuşan çok az insan vardır.
  • Cuma ve Cumartesi dışarıda (çogunlukla “pub”larda) içer (eğer evlerine uzak bir yerdeyse, eve taksiyle dönerler – kesinlikle içkili araba sürmezler), Pazarları ise evlerinde dinlenirler. Zengin/kalbur üstü/elit olanlar ise daha çok restoranlara giderler.
  • Cuma geceleri sokaklarda çok sarhoş gezinir fakat çogunlukla (kendilerine verdikleri zarar dışında) zararsızdırlar. Size seslenirlerse duymamış gibi yapıp cevap vermeyin, yoksa peşinize takılabilirler. Aynısı sokaklarda yaşayan evsizler için de geçerli…
  • Cogunluk başka bir dil ögrenmez. Okul yıllarında çogunlukla Fransızca (bazıları da Almanca) ögrenirler; onu da sonradan geliştirmezler.
  • Haftasonu dışarı çıktıklarında önce eglenir (çogunlukla pub/barda içer, cebindeki paranın çogunu harcar), sonra ceplerinde kalan parayla da yemek yerler.
  • Şaşırtıcı şekilde “görmüş/geçirmiş”tirler. Genç yaşta olanlarının dahi, dunyada gormedikleri ülke/kültür, tatmadıkları yemek/içki kalmamıştır.
  • Futbol, Rugby ve Cricket en sevdikleri sporlardır. Halk olarak, Tenisi de Wimbledon turnuvası başladıgında takip ederler. Fakat her alanda önemli sporcular yetiştirmeye calışırlar ve okul çaglarında (her alanda) yetenekli çocukları arar/bulurlar. Yaşlıların arasında yaygın olan sporlar ise Bowls ve Golf’tür.
  • Hava durumu hakkında konuştukları kadar başka bir konu hakkında konuşmazlar.
  • En ufak bir güneş çıktıgında, ailecek cümbür-cemaat parklara akın eder ve güneşlenirler.
  • Kurallı oyunlarda, eskiden kalan en basit protokol/kültürlerini/’centilmenlik kuralı’nı dahi korurlar. Örneğin hakimleri, hala peruk (judge’s wig) giyerler. Genel seçimler, hiçbir hukuki ve hatta mantıki sebebi olmamasına rağmen, hep Perşembe gününe denk getirilir. Cricket’de ‘Ashes’ turnuvasında Avustralya’ya karşı oynadıklarında, kazanan hala ufacık bir kupa olan ‘Ashes urn’ kupasını kaldırır. Wimbledon turnuvası sırasında ‘strawberry and cream’ (krema ve çilek) yerler – onu yemek zorundaymışsın gibi bir ortam oluşur. Rugby maçında rakip oyuncu penaltı çekerken, bütün stat sessiz durur – aynısı Tenis maçı için de geçerlidir. Cornwall bölgesinde tost ekmeği/scone’un üzerine önce reçel sonra kaymak (clotted cream) konur. Hemen yan bölge olan Devon’da ise önce kaymak sonra reçel konur. Bu tarz kurallara uymayanlardan irite olurlar
  • Hukuk herşeyin üstündedir. “Millet”in canı başka birşey istese dahi, hukukun dışına çıkılmaması gerektigini içselleştirmişler.
  • Tarih/kültüre büyük saygı gösterirler; tarihi hiçbir şeyin (bina, yol, yeşil alan) değiştirilmesine izin vermezler. Belediyeden ve komşularınızdan izin almadan evinizin önünde dahi (ciddi) degişiklik yapamazsınız.
  • Doğaya da çok önem verirler. Ülkenin/şehirlerin en pahalı yerlerinde (Londra’daki Hyde Park gibi) çok büyük parklar görmek mümkündür.
  • Degişik/sıradışı insanları severler. Sıradanlıgı/sıradan insanları ise sevmezler; halk nazarında, iş dünyasında veya akademik dünyada önemli yerlere gelmeleri çok zordur bu tip insanların.
  • Insanlar bilmedikleri/araştırmadıkları konularda konuşmaktan sakınırlar.
  • Sadeligi severler; göze batacak lüksten kesinlikle kaçınırlar (pahalı araba, altın bilezik vb.). Evi çok uzakta olmayanların birçogu işe bisikletle ya da yürüyerek gelir – üniversite hocaları ve milletvekilleri arasında da böyleleri az degil.
  • Devlette önemli yerlere gelmiş insanların onlara hizmetkar olması gerektigini bilirler. Onlara bizdeki gibi yalakalık yapmayı bırakın, devamlı eleştirir hatta kafa tutarlar. Milletvekilleri/liderler de bu hali kabullenmişlerdir; ve kesinlikle halka/elestirenlere karşı ters bir hareket yap(a)mazlar.
  • Christmas’a 3-4 ay önceden maddi/manevi (özellikle maddi olarak) hazırlanmaya başlarlar. Eş-dosta bol bol kart alır/gönderirler. Kart sektörü bu dönemde inanılmaz kar yapar, posta servisleri ise inanılmaz yavaşlar bu donemde.
  • Kraliçe (2nci Elizabeth) halk nazarında çok önemli bir yerdedir. Ama onu “eleştirilemez/alay edilemez” görmezler. Onun hakkında saygı sınırlarını fazlasıyla aşan şaka/skeçler yapan komedyenler, (devletin kanalı) BBC’de dahi iş bulur.
  • Okuma alışkanlıkları vardır; otobüs/metrolarda çogunun elinde bir kitap görmek mümkündür.
  • Çocuklarına (kendi kişisel inançlarına ters düşse bile) açık görüşlü olmayı ögretirler ve kendilerine güvendikleri ve çok çalıştıkları takdirde hayatda istedikleri herşeyi başarabileceklerini aşılarlar. Fakat kurallara/kanunlara uymayı da hep tembihlerler. Cocuklarıyla (özellikle küçükken) sokaktan karşıya geçerken, yol boş olsa dahi yayalar için yeşil yanmadıkca geçmezler.
  • Bilim adamları, entellektuelleri, sanatçılarına büyük saygı gösterirler. Brian Cox, Stephen Hawking, Richard Dawkin, David Attenborough, Jim Al-Khalili gibi entellektuel/akademisyenlerin sundugu programlar izlenme rekorları kırar.
  • Churchill, Darwin, Queen Victoria, Shakespeare, Charles Dickens, George Orwell, Oscar Wilde gibi tarihi şahsiyetlere de (biraz eski bir liste de olsa, link de fazlası var) çok önem verirler. Iskoçlar da ise ayrıca William Wallace ve Boudica çok önemli tarihi şahsiyetlerdir.
  • Eleştiriyi (bizim gibi) kişiselleştirmezler. Kendilerini çok ciddiye almazlar. Cok ciddiye alanlardan da irite olurlar. Hatta kendileriyle (belli bir standart/kalitede) alay etmeyi severler. Komedi anlayışları dahi çogunlukla bunun üzerinedir; ondan anlamayız biz. Bu yüzden de kültürlerini tanımadan şakalarına gülmek zorlaşır. Komedi anlayışlarını ögrenmek için, Stewart Lee, Michael McIntyre, Russell Howard, Ricky Gervais, Jimmy Carr, Stephen Fry gibi komedyenlerini izlemenizi tavsiye ederim. Ayrıca Twitter’da ‘Very British Problems’ hesabını da takip edebilirsiniz (kitabı da var – “Sorry I’m British“i de tavsiye ederim). Mr Bean (Rowan Atkinson), Monty Python (grubu) ve Charlie Chaplin ise Ingilizler hepsinin bildigi eski komedyenlerdendir.
  • Haftaiçi dışarıdan yemek yerler: her gün farklı bir mutfak denerler (Çin, Italyan, Turk/kebap, Hint mutfagı favorileridir).
  • Polis, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, islamofobi/anti-semitizm ve nefret söylemlerini çok önemser; aradıgınızda anında kapınızda olurlar. Kaza ve hırsızlıga dahi (çok ciddi, ölümlü bir olay degilse) bu kadar önem vermiyorlar.
  • Genel olarak ‘Patriotic’ (vatansever) olsalar da, evlerinin/binalarının önünde fazla asılı bayrak gormezsiniz. Bayrak (Union Jack) kesinlikle bizdeki gibi kutsal birşey degildir. Bayraklarını giysi (hatta iç çamaşırı ve çorap) olarak giyenler de görebilirsiniz. Evinin önünde Ingiltere bayragı (St George’s Cross) asanlar, çogu zaman ırkçı Ingilizlerdir (örnek: English Defense League gibi grupların üyeleri/sempatizanları).
  • Kendi dert/problemini/fikrini anlatmak isteyenler arasında, sadece somut konuşanlara deger verirler; duygusallık onlara işlemez. Özellikle “şöyle uçarım, böyle kaçarım”a kesinlikle deger vermezler.
  • Şikayet kültürleri vardır ve şirketler/devlet daireleri şikayetleri ciddiye alırlar. Bundan dolayı, millet herşeyi şikayet eder. Sikayetlerini kale almayanları, herkese rezil ederler.
  • Komşuluk çok önemli degildir. Senelerce yan yana yaşayıp birbirini tanımayan komşular çoktur.
  • Duygusallıgın hayatlarında çok yeri yoktur. Akıl/mantık hayatlarının her alanında daha önemlidir.
  • Yaptıgı işi tutkulu yapan (passionate) insanları da severler. Ornegin, en sevdikleri futbolculardan birisi olan Gascoigne’ini de bundan dolayı överler hep.
  • “Not bad” (fena degil), “interesting” (ilginç) gibi terimleri çok kullanırlar; ve bu terimleri çogu zaman literal anlamlarının tersi anlamında kullanırlar.
  • Standartları çok yüksektir. Bir Ingilizi yaptıgınız işle memnun etmek için her detayı düşünmüş olmalısınız.
  • “Please”, “Thanks”, “Sorry”, “Allright” gibi tek kelimelik terimleri çok kullanırlar. Özellikle ilk ikisi her cümleden önce ve sonra kullanılıyor desem mubalaga yapmış olmam.
  • Insanlarla samimileşmedikce ve karşıdaki kendisi anlatmadıkça (bu da aylar sürebilir) “nerelisin?” (where are you from?), “ailen nasıl?” gibi kişisel sorular sormazlar. Hele yabancı uyruklu bir insana kesinlikle (yanlış anlayabilir düşüncesiyle) “aslen nerelisin?” (where are you originally from?) gibi soruları kesinlikle sormazlar.
  • Saatlerce uzun bir kuyrukta dahi kimse “kaynak” yapmaz ve sırasını sabırla bekler.
  • Evlerin neredeyse yarısında kedi/köpek gibi evcil hayvan beslenir. Onları (abartısız) evlatları gibi sever, ve yemek ve diger ihtiyaçlarına (saglık, oyuncak vb) ciddi harcamalar yaparlar.
  • “Britain’s Got Talent” (bizim “Yetenek Sizsiniz”) gibi yetenek yarışmaları izlenme rekorları kırar. Bu tür yarışmaların en ünlü versiyonları Ingiltere’de oldugundan, dünyanın her yerinden/milletinden yarışmacılar katılıyor. Fakat ilginçtir, kazananlar halk oylamasıyla seçilmesine ragmen, azımsanmayacak bir oranda bu yarışmayı yabancı gruplar kazanıyor. Bu da Ingiliz halkının ne kadar açık görüşlü ve meritokrat/hakkaniyetli oldugunu gösteriyor.
  • Restoranlarda hesap geldiginde, herkes kendi harcadıgını öder.
  • ‘Posh’ ingilizce (Posh English) konuşabilmek bir iftihar sebebidir.
  • Ingiliz kanallarında akşam 9’dan sonra küfür/şiddet/cinsellik içeren programlara izin var. Fakat bunlarda dahi ölçü kaçınca yüzlerce şikayet gelebiliyor; bu yüzden birçok kanal bu tarz programları akşam 10-11’den sonra yayınlıyor ve birçok sözü ‘bip’liyor.
  • Maalesef, dünyanın neredeyse her ülkesinde oldugu gibi, buralarda da ‘sex sells’. Bu yüzden, kanuni düzenlemelerle yavaş yavaş azalsa da, bazı şirketlerin reklamları gereksiz şekilde cinselleştirilmiş (sexualised) olabiliyor.
  • Işçi sınıfı cogunlukla ‘Full English Breakfast’ yer (bize ters gelse de ham/bacon’ı çok severler). Orta sınıf/üst sınıf ise daha hafif kahvaltı yaparlar (cereal gibi şeyler yerler).
  • Bizde ölülerin hayrına ceşme yapılır; onlar da ise parklara bank konulur
british-culture-38-728
Ingilizler kahvaltıda bizim gibi çok çeşit hazırlamazlar

Iş/Güç/Politika

  • “Health and safety” herşeyin başıdır. Yapılacak olan çok önemli bir iş dahi olsa, insan saglıgını etkileyebilecek herşeye karşı önlemler almadıkça, o işe izin vermezler. Bu yüzden iş kazaları oldukça azdır.
  • Mesai saatlerinde herkes yogundur; bu yüzden ogle arası dışında çok konuşmaya fırsatları olmaz. Bu saatlerde koridorda görürseniz “Hi!” ya da “(Good) Morning!”‘den fazla bir birşey söylememeye çalışın; çünkü büyük ihtimal yetişmesi gereken bir toplantı ya da yetiştirmesi gereken işler vardır. Obür türlü, yanlış anlayıp, “benimle neden konuşmak istemedi acaba?” gibi fikirler kafanızdan geçebilir…
  • Sabah içecekleri çay/kahve günlerinin en önemli parçalarından biridir. Ona özel zaman ayırırlar. Cogu çaylarına (az yaglı) süt koyarlar.
  • Işe alacakları insanlara “işime yarar mı?” gözüyle bakarlar. “Benden mi?” diye degil.
  • (Eski emperyal ziyniyetin de kalıntıları olabilir) Her alanda standartları yüksektir, birinciliğe oynamaları gerektiğine inanırlar. Bundan dolayı da dünyanın en iyilerini, işlerine yarayacak her insanı ülkelerine davet eder, iş verir, kıymet gösterirler – Müslüman/Ateist/LGBT ya da Şaman olmaları birşey degiştirmez.
  • Solcular ve yabancılar Labour’a (Işçi partisi), muhafazakarlar ise cogunlukla Conservative’lere (Muhafazakar parti) oy verirler. Liberal demokratlar da arada sırada kayda deger oylar alırlar.
  • Devlet olarak, dış politikada inanılmaz pragmatik/Makyavelist davranırlar ve hiç bir ülkeyle “Papaz” olmazlar (ama iç basında halkı o liderler/ülkeler/diktatörler hakkında istedigini söylemekte serbesttir).
  • Siddet içermeyen her ideolojiye saygı duyarlar, gerektiginde korurlar. Her konunun (kendi tabularının dahi) konuşulabilmesini, her sorunun (ne kadar aykırı da olsa) sorulabilmesini isterler.
  • Yapıcı eleştiri olmazsa olmazlarıdır. Kesinlikle kişiselleştirmezler. Ogrenci hocasına dahi, kendi fikrine inandıgında, kafa tutar. Hoca da kesinlikle bu konuda komplekse girmez. Sogukkanlı, aklı selim düşünürler. Duygularını işlerine çok karıştırmazlar.
  • Liyakat ve başarı üzerinedir herşey. Cok çalışan, sıradışı işler başaran her insan en üstlere gelebilir.
  • Herkes başarısızlıklarının hesabını vermek zorundadır.
  • Halk olarak politik degiller; apolitik de degiller. Seçim katılım oranları gittikçe yükseliyor.
  • Benim seçtigim partiden olanlar “melek”, rakip partiden olanlar ise “şeytan” mantıgı kesinlikle yoktur.
  • Ortaya bir sorun çıktıgında, aglayıp-sızlamak yerine, “bundan sonra somut neler yapılabilir?” o tartışılır.
  • Yukarıdaki üç noktaya baglı olarak Ingilizler yardım isteyen birisine mutlaka zaman ayırırlar – özellikle bu insan ilticacı ve/ya da mazlum/magdur bir toplumdan ise. Fakat yardım isteyenin toplantıya gelmeden önce dikkat etmesi gereken çok önemli hususlar var: (i) çok ugraştıracak (özellikle kagıt-kürek-legal işler), (ii) kendisine somut birşey kazandırmayacak (para, ün, oy), ve (iii) çok iyi tanımadıgı/güvenmedigi insanlar/işler için çok birşey yapmazlar. Bu üç başlıkla ilgili ciddi düşünmeden gelen kişiler çogu kez eli boş donerler – her ne kadar karşındaki Ingiliz nezaketen yüzüne gülse ve samimi görünse de. Propaganda yapmak ve/ya da bir gruba tamamen yardım istemek yerine kişinin kendi hikayesine odaklanması ve bireysel olarak yardım talep etmesi lazım.
  • Profesyonellige çok önem verirler. Bir iş yapılmadan/tartışılmadan önce ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Sıkı hazırlanmış birisiyle, işkembeden sıkanı hemen anlar, ayırt ederler.
  • Ilk izlenim herşeydir (Ingilizce bir deyim: “First impression is last impression”).
  • Rekabet/yarışmanın oldugu alanlarda, mütevazilik, centilmenlik ve fair-play gösterenleri severler. Ama başarılı olan ukala tipleri de severler. Başarılı insanların bu türden irite edebilecek yönlerini görmezlikten gelebiliyorlar.
  • Işlerinde başarılı olmanın sırrı planlı/projeli olmalarıdır (aylar/yıllar önceden planlara başlayanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur). Toplantılarının başında da ve sonunda da dakiktirler: genelde toplantı başlamadan bir dakika önceden gelirler; toplantı da en geç 5 dakika sonra başlar. Profesyönel ortamda zaman israfını çok önemserler.
  • Iskoçlar Ingilizlerle hep bir çekişme içindedirler; fakat Ingilizler neredeyse her alanda baskın çıkar. Galler’de de yavaş yavaş ‘milli kimlik’ hareketleri başlamış olsa da, Ingilizlerle daha barışıktırlar.
  • ‘British values’ çok önemlidir kendileri için; ve başka medeniyetlerde bu ahlak kurallarını görmeyince irite olurlar.
  • Liberaller, entelektüeller ve akademisyenler daha çok The Independent (liberal) ve The Guardian (orta-sol), isçi sınıfı ise daha çok The Sun (sağcı), Daily Mirror (solcu) gibi gazeteleri okurlar. Sağcılar ise genelde Daily Telegraph (orta-sağ)’ı takip ederler.
culture-of-england-9-728
Ingilizler, iş ve sosyal hayatlarında uyguladıkları etik kuralları, hayatın her alanında koydukları/belirledikleri standartları, kanuni kuralları, ve (‘British values’) ‘ahlak’larından gurur duyarlar

Kişisel hayat

  • Birçoguna göre “hayat evde degil, dışarıda yaşanır”. Bir evin asıl var olma amacı gece dinlenmektir. Ondan evlerinde çok bir şaşa olmaz.
  • Herkes birey olarak hayatını yaşamaya programlıdır. Ondan bizdeki kadar samimi olmazlar insanlarla; bundan dolayı (olduklarından fazla) soguk gözükürler.
  • Paralarını fazla biriktirmezler (en fazla morgıçla bir ev alırlar) ve tüm paralarını tatil ve eglenceye harcarlar (konser, tiyatro, sinema, kafeler, dans studyoları hep beyaz Ingilizlerle doludur).
  • Dinin hayatlarında çok önemi yoktur. Çogunlukla yaşlılar (60 üstü) kiliseye gider. Gençlerin arasında yılda bir Christmas (onlara göre Hz. Isa’nın dogum günü) ve Easter (Paskalya; onlara göre Hz Isa’nın ölüm günü) ayinine giden dahi azdır.
  • Bireysellik ön plandadır – gençler bir an evvel kendileri hayata atılmak isterler. Buna da teşvik edilirler. Bu yüzden yenilikçi/inovatif/kreatif fikir üreten çok genç vardır.
  • Evlilikler önemini yitirmiştir. Insanlar onlarca yıl beraber yaşadıktan (ve yaparlarsa, 1-2 cocuktan) sonra evleniyorlar. Birçogu da ömür boyu evlenmiyor ve “partner” olarak kalıyorlar. Ayrıca evlenenlerin arasında boşanma oranları da oldukça yüksek. Sosyo-ekonomik statüsü en düşük kesimlerin dışında, çok çocuk yapanların sayısı da oldukça düşük (ikiyi geçen nispeten az).
  • Kariyer sahibi olanlar (yaparlarsa) genellikle geç yaşta çocuk sahibi oluyorlar. Bu yüzden yanında ufak çocuk olan orta yaşı geçmiş insanları dede/nineleri sanmayın. Ayni şekilde, bazı kadınların yanında nispeten yaşlı duran erkekleri de babaları sanmayın – çogu kez ‘partner’leri oluyorlar. Büyük bir pot kırabilirsiniz.
  • Avret temizligi konusunda sıkıntıları var fakat bunu hergün duş yaparak kapatıyorlar. Fakat bu konuda da yavaş yavaş geliştiriyorlar kendilerini – özellikle bidelerin otellerde ve evlerde daha fazla yer bulmasıyla.
Bu fotoğraf ‘ingiliz isçi sınıfının gece hayatının tablosu’ olarak lanse edilmisti – ve birçok kültürel göstergeyi içinde barındırıyor.
© Joel Goodman – 07973 332324 . 01/01/2016 . Manchester , UK . Police detain a man whilst another lies collapsed in the road , as revellers in Manchester enjoy a New Year night out at the bars and clubs of Manchester City Centre . Photo credit : Joel Goodman
english-culture-2-638
Birleşik Krallık’taki ülkeler (Ingiltere, Galler, Iskocya ve K. Irlanda) hakkında genel sembolik/dini bilgiler. (Not: Baska yerden kopyaladıgım bu resimde ‘Great Britain’ yazıyor fakat (tam dogru konuşmak gerekirse) gösterilen ‘United Kingdom’. Ikisinin arasındaki farkı ögrenmek için Britanya’da okumak/yaşamak yazıma göz atabilirsiniz)

Ünlü Ingiliz Atasözleri (ve ingilizce deyimler)

Bizim atasözü ve deyimlerimizle aşagı-yukarı aynı anlama gelen (birebir aynı değiller) Ingiliz atasözü ve deyimleri:

A bird in the hand is worth two in the bush – Eldeki bir kuş, ağaçtaki iki kuştan iyidir

Actions speak louder than words – Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz

A drowning man will clutch at a straw – Denize düşen yılana sarılır

All that glitters is not gold – Her sakallıyı deden sanma

Among the blind the one-eyed man is king – Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler

Don’t throw the baby out with the bathwater – Pireye kızıp yorgan yakma

Don’t count your chickens before they hatch – Dereyi görmeden paçayı sıvama

The grass is always greener on the other side (of the fence) – Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür

A rolling stone gathers no moss – Yuvarlanan taş yosun tutmaz

You reap what you sow (As you sow, so you shall reap) – Ne ekersen onu biçersin

Barking dogs seldom bite – Havlayan köpek ısırmaz

Better late than never – Geç olsun da güç olmasın

Curiosity killed the cat – Arayan Mevlasını da bulur, belasını da

Don’t bite off more than you can chew – Kaldıramayacağın yükün altına girme/Ayağını yorganına göre uzat

Don’t bite the hand that feeds you – Yediğin kaba pisleme

Don’t make a mountain out of a molehill – Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler bunlar

An apple a day keeps the doctor away – Güneş giren eve doktor girmez

Easy come, easy go – Haydan gelen huya gider (orijinali: Hayy’dan gelen Hu’ya gider)

Ignorance is bliss – Cehalet ne güzel şey, her şeyi biliyorsun

Like taking coal to Newcastle – Tereciye tere satmak

Killing two birds with one stone – Bir taşla iki kuş vurmak

You scratch my back and I’ll scratch yours – Sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini

Too many cooks spoil the broth – Nerede çokluk orada b*kluk

Out of sight, out of mind – Gözden ırak olan gönülden de ırak olur

The pot calling the kettle black – Tencere dibin kara seninki benden kara

It’s easy to be wise after the event – Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur

Every cloud has a silver lining – Her işte bir hayır vardır

Look after the pennies, pounds will look after themselves – Damlaya damlaya göl olur

Deyimler

Once in a blue moon – Kırk yılda bir

The last straw (that breaks the camel’s back) – Bardağı taşıran son damla

When pigs fly – Çıkmaz ayın son Çarşambası

I wouldn’t hurt a fly – Ben karıncayı bile incitmem

Speak of the devil – Iti an çomağı hazırla

You hit the nail on the head – Tam üstüne bastın (en doğru cevabı buldun!)

I know this place like the back of my hand – Burayı avucumun içi gibi bilirim

Between the devil and the deep blue sea – İki arada bir derede kalmak

Piece of cake – Çocuk oyuncağı

Adding insult to injury – üzerine tüy dikmek (halihazırda kötü olan bir durumu daha da beter hale getirme olayı)

Damned if you do damned if you don’t – Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık (“İki ucu b**lu değnek” olarak da bilinir)

Take it easy – Kolay gelsin (birebir anlamı aynı olmasa da çalışan bir işçiye söylenebilir)

Cool as a cucumber – Soğuk kanlı

He’s all yours – Eti senin, kemiği benim

My heart was in my mouth – Yüreğim ağzıma geldi

Preaching to the converted – Kendi çalıp, kendi oynuyor

Couch potato – Tembel teneke

Birebir Türkçe karşılığının olmadığını düşündüğüm diğer ünlü Ingiliz atasözleri: Road to Hell is paved with good intentions (Cehenneme gidenlerin çoğunun “kalbi temizdir(!)”); If something seems too good to be true, it probably is (bir şey kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyorsa, büyük ihtimal yalandır/yanlıştır); An idle brain is the devil’s workshop (boş bir beyin şeytanın meskenidir); Don’t judge a book by its cover (kimseyi dış görünüşüne göre yargılama); You can’t have your cake and eat it too (“hem pastam dursun, hem de karnım doysun” diyemezsin); Final nail in the coffin (son darbeyi vurmak); First impression is the last impression (ilk izlenim, son izlenimdir).

*yazıyı kaleme aldıgım bugünde (16 Mayıs 2017) 28 yaşındayım ve hayatımın 23 yılı burada geçti. Ingiltere’ye ilk gelişimde 1-6 yaşları arasında burada yaşadım; sonrasında ise orta okul (secondary school), kolej (bizdeki ‘lise’ denebilir; sistem biraz farklı), üniversite ve doktorayı bu ülkede okudum. Simdi ise Araştırma gorevlisi/Araştırmacı Hoca (Postdoctoral Research Associate) olarak Leicester Universitesi’nde çalışıyorum.

PS: Ingiltere’de okumak/yaşamak isteyenlere, ingiliz egitim, akademik ve emlak sistemi ile ilgili bazı soruları cevapladıgım Britanya’da okumak/yaşamak isimli yazımı okumanızı tavsiye ederim.

Read Full Post »

UK-regional-map-562x790
Birleşik Krallık (United Kingdom, UK) Ingiltere (England), Galler (Wales), Iskoçya (Scotland) ve Kuzey Irlanda (Northern Ireland)’dan oluşur. Büyük Britanya (Great Britain) ise Ingiltere, Iskoçya ve Galler’den oluşur. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler)

Britanya/Ingiltere’de uzun yıllar yaşamış, bu ülkenin sisteminde yetişmiş ve nispeten başarılı olmuş bir birey olarak bana bu ülkenin egitim sistemi ve yaşam koşullarıyla ilgili çok soru soruluyor. Buralara gelen birçok arkadaşımız da psikolojik ve maddi sorunlarla boguşabiliyor, ya da vize, ingilizce ogrenememe, ingiliz kültürüne alışamama (Ingiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazıma bakabilirsiniz bu konuda), doktoraları ile ilgili sorunlar yaşayabiliyorlar.

İlginizi çekebilecek bir bilgisel – İngiltere’de “Home fee” okumak için verdiğim mücadeleyle ilgili…

Bir nebze yardımcı olur ümidiyle bana sıkça sorulan soruları burada (oldugu gibi, fazla düzenlemeden) paylaşacagım. Sorunuz burada cevaplanmamışsa, lütfen bana buradan (en altta ‘comment’ atma bolümü var) ya da m.erz@hotmail.com’dan ulaşın; yardımcı olmaya calışayım:

İngiltere’de Doktora/PhD öğrencisiyim. Yakında birinci yıl APG (Advanced Postgraduate Assessment*)’m var. Ne önerirsiniz?

Öncelikle bir Doktora/PhD öğrencisi olduğunuzu unutmayın. PhD, akademik olarak alabileceğiniz en yüksek ünvandır – yani çok önemli bir ünvan. Ingilizler doktorayı bitirdiğinizde, size çalıştığınız spesifik konu/alanda ‘bir uzman’ gözüyle bakacaklar – bu yüzden size şimdiden “uzman olacak potansiyel var mı?” gözüyle bakarlar. Bunun şuurunda olun ve kesinlikle pısırık davranmayın.

APG’ye hazırlanırken (bence) yapmanız gerekenleri kendi tecrübe ve gözlemlerime göre sıralarsam:

1- Herşeyden önce literatüre hakim olun. Spesifik konunuzla ilgili her makale ve kitaptan haberdar olun. “Çok fazla makale var” diyorsanız, spesifik konunuz nedir tam bilmiyorsunuz demektir. (Yıl boyu tembellik yaptıysanız, en son çıkan 1-2 review ya da önemli makaleyi okuyup, tamamen anlamaya çalışın.)

Buna rağmen yine de gözünüzden bir makale kaçmışsa, ve APG’nizde examineriniz “şu makaleden haberin var mı?” diye sorarsa, “yok görmedim” yerine “evet haberim var; print edip masamın üzerine koymuştum. Burdan çıkışta ilk okuyacağım makale olacak” gibi politik cevaplarla geçiştirmeye çalışın.

Bir de examinerlarınızın CV’lerine ya da Google Scholar sayfalarına bakın ki ne gibi makaleler çıkarmışlar haberdar olun.

2- Ingilizlerin çok sevdiğim ve gerçekten de birini ‘judge’ yaparken karakterlerini yansıtan bir deyimi var: “First impression is last impression”  (ilk izlenim, son izlenimdir). Ilk izlenim çok önemli; güler yüzlü olun ve rahat görünmeye çalışın. Heyecanlı olabilirsiniz fakat bunu azaltmanın yolları var. Sunuma başlamadan önce sesinizi odada tanıdık birisiyle konuşarak kalibre edin (hatta bir arkadaşınızdan rica edin, biraz erkenden gelsin sırf bu iş için). O kişiyle konuştukça sesiniz açılacaktır ve nefesinizi daha iyi ayarlamanıza yardımcı olacaktır.

Ayrıca sunumunuza slaytlara değil de, insanların gözünün içine bakarak başlayın. Bu süreci kolaylaştırmak için de aklınızda unutmayacağınız 3-5 basit cümle tutun. Örnek: “Hi everyone. I’m Mesut; and I’m a PhD student working under Prof. Brian studying whether dopamine overexpression causes schizophrenia-like behaviour in mice. In the next 15 minutes or so, I’ll try and present how I’m going to do this. I also have some preliminary results that I’d like to share with you and get your comments on. If at any point you have a question, please do ask“. Sizin rahat (confident) olduğunuzu görünce, examinerlarınız da rahatlayacaktır; ve sonradan ufak-tefek hatalar dahi yapsanız görmezlikten geleceklerdir.

3- Introduction’ı kısa tutun, çünkü examinerlar başkalarının ne yaptığını değil, sizin ne yaptığınızı dinlemek için orada. Fakat alanınıza hakim olduğunuzu göstermeniz önemli (çalıştığınız konu neden önemli? benzer çalışmalar oldu mu? Varsa, senin çalışmanı ayıran nedir?). Güzel bir review/makaleyi örnek alın ve onu 2-3 slaytta anlatın. Sonraki slayt da ise arkadaşlarımızın belki de en az yaptığı şeyi yapın: eski literatürü biraz eleştirin; eksikliklerini, hatalarını bulun ve “ben bu eksiklerden haberdarım” mesajı verin. Bir bilim insanı gibi davranın: eski araştırmalara/buluşlara saygılı ama aynı zamanda eleştirel (critical) yaklaşabilen bir insan gibi…

En başta kendinizi tanıtırken hocanızın da ismini zikrettiniz. Artık bir daha ismini dahi anmayın – ta ki en son slaytınız olan “Acknowledgements” slaytına kadar. Ikide bir hocanızın ismini anmanız ve/ya da teşekkür etmeniz sizi pısırık ve hocasının arkasına saklanan bir öğrenci olarak gösterebilir. Türk mentalitesiyle ikide bir hocanızı övmenizin (“onun sayesinde oldu bunlar“, “hocama çok teşekkür ediyorum“) size hiçbir faydası dokunmayacaktır.

4- Introduction, **Aims & Objectives, Methods, Results ve Discussion slaytlarından sonra birer slaytı da (i) “bu bir senede neler öğrendim?” ve (ii) “bu sene neler yaptım?”a ayırın. Birincisi için, öğrendiginiz “skill”er (programming, wet-lab skills, istatistik vs. gibi), ikincisi icin de (a) bitirdiğiniz kurslar/workshoplar, (b) katıldığınız konferanslar/sunduğunuz posterler, (c) hazırda olan makaleleriniz (submitted/published olmasına gerek yok), (d) katılmayı planladığınız workshop ve conferencelardan bahsedin. Kazandığınız ‘skill’erin doktoranızda size nasıl faydalı olacağından bahsedin.

5- Gelebilecek soruları düşünün. Spesifik soruların dışında çok sık gelen genel sorular: (i) “what do you hope to achieve at the end of your PhD?” – iki cevabınız olsun; biri idealist, diğeri realist; (ii) “how does this help the man on the street?”; (iii) “what are the implications of studying this question?” – mesela önemli bir proteini calışıyorsanız, bunun bir hastalık icin ilaç üretilmesine yol açabileceğini söyleyebilirsiniz.

Çok iyi olan öğrenciler ise gelmesini istedikleri soruları dahi kendileri ayarlayabiliyorlar. Sunumlarında mesela ilgi çekebilecek bir konudan bahsedin ve “isterseniz soru-cevap kısmında daha detaylı anlatabilirim” deyin. Emin olun soracaklardır. Bu sayede sorulacaklardan bir soru azaltmış olursunuz.

Soru-cevap kısmında gerçekten takıldıysanız, “I have no idea” vs. gibi cevaplar vermeyin ya da sessiz-sessiz (kızarıp) durmayın. Gerekirse soruyu onlara geri çevirin: “Of course as a PhD student, I’m still learning; and would value the thoughts of experts like you. You’ve published many papers on schizophrenia before. What do you think?” demeniz daha akıllıca bir opsiyon. Bu da examinerlarınızın CV’lerine önceden bakmış olmanın yararları…

Umarım işinize yarar. Kolaylıklar dilerim.

*First year review ve Probation review olarak da biliniyor.

**’Aim’ ve ‘Objective’ arasındaki farkı ögrenmek/bilmek önemli. Örnegin: Aim “Londra’dan Istanbul’a varmak”sa, “Objective”leriniz (i) Skyscanner.com websitesine girip uygun bir fiyata Londra-Istanbul uçak bileti satın almak, (ii) Evinden Londra’daki havaalanına uygun bir saate otobüs/taksi/tren ayarlamak, (iii) Yola cıkmadan Türk Pasaport’unu yanına almak, (iv) Havaalanına 2 saat erken gelmek ve varınca “check-in” yapmaktır. “Aims and Objectives” slaytı sunumuzun belki de en önemli kısmı.

Yazın İngiltere’de dil okuluna gitmeyi düşünüyorum. Hangi ili seçmemi önerirsiniz? Brighton maddi açıdan uygun gibi duruyor… Ayrıca önerebileceğiniz bir dil okulu var mı? Bir yakınınızın gittiği ve/ya iyi bildiğiniz… Aile yanında kalmak en uygun seçenek gibi duruyor fakat sizin çevrenizde sıkıntı yaşıyanlar oldu mu? Size göre bir insanın aylık yeme-içme masrafı ne kadar olur?

Ben şu anda Leicester’da yaşadıgım icin daha çok bu civardaki dil kurslarından haberdarım. Maddi durumunuzu bilmiyorum ama üniversitelerin ‘intensive’ dil kursları, biraz pahalı olsalar da, çok kaliteli oluyor. Bu intensive kurslar pahalı gelirse, üniversitelerin normal “summer class”ları dahi baska yerlere nazaran daha iyi olabiliyor. Leicester üniversitesinin (konaklama dahil) ‘International Summer School‘ kursuyla kıyaslayıp (fiyat, ders programı vs.), ona göre kararınızı verin bence.

Aile yanında kalacak olmanız ingilizcenizi daha iyi geliştireceksiniz anlamına gelmiyor. Yanında kalacagınız aile işten dolayı yogunsa ve/ya konuşkan olmazsa, yüzlerini dahi göremeyebilirsiniz.

Yemek vs. Orta ve Kuzey Ingiltere’de nispeten ucuz ve zorlarsanız aylık ortalama £150-200’la geçinebilirsiniz. Ama Londra vs. de bunun iki katı rahat gidebilir. Ayrıca belki her gün bir-iki saatiniz metroda/yollarda geçebilir.

Brighton’ı çok bilmiyorum ama turistik bir yer oldugu için yazın konaklama fiyatları tavan yapabilir. Ayrıca Brighton’ın kalitesiz dil kurslarıyla ilgili kötü bir ünü var.

Tabi yazdıklarım çok genel. Aynı şehir içinde dahi fiyatlar ve kalite çok degişebiliyor. Begendiginiz birkaç yere email atıp aklınızda kalan soruları sorabilir, ona göre son kararınızı verebilirsiniz. En geç Nisan/Mayıs’a kadar kursunuzu ayarlamanızda fayda var çünkü yaza dogru hemen hemen her kurs ve aile yanı doluyor. Son dakikaya kalırsa size maddi açıdan çok pahalıya mal olabilir.

Ben İngiltere’de Yüksek Lisans (Master) yapmak istiyorum ama herhangi bir ücret ödemem gerekiyor mu?

Ingiltere’de yüksek lisans/Master’lar ücretli; ve hangi ülkenin vatandaşı oldugunuzun fiyatın belirlenmesinde büyük etkisi var. Avrupa birligi ve Britanya vatandaşlarına daha düşük bir fiyat uygulaması var (yıllık ~£9000 gibi). Yabancılara ise ~£12000 civarında (yıllık). Bu fiyatlar bolümden bolüme ve üniversiteden üniversiteye degişiyor (tıp ve benzeri alanlar çok daha yuksek). Universitenin ‘postgraduate prospectus’larını isteyip bakmak ya da admissions office’e email atıp sormak lazım. QS Top Universities sitesinde bazı genel bilgiler mevcut.

Iyi olan Britanya/ingiltere’de cogu Master programı bir sene (ama iki sene olanlar da var). Findamasters.com ve jobs.ac.uk gibi sitelerde reklamlar oluyor; ama her açılan Master programı da bu sitelerde yayınlanmıyor – bu yuzden direk universitenin sitesine bakmak gerekebilir kendi alanınıza gore.

Ayrıca kira, yemek vs. giderleri yıllık £6-7 bini bulabilir. Londra gibi pahalı şehirleri duşunuyorsanız, bu rakamın üzerine en az bir £3-4 bin daha ekleyin.

Maddi durumunuz yeterliyse, geriye kalan tek sey IELTS skorunuz olacaktır. Cogu üniversite 6-6.5 istiyor.

İngiltere’de üniversite okumak için Türkiye’de uluslararası bakalorya (International Baccalaureate) kapsamında olan bir lisede eğitim görmem zorunlu mu? Yoksa IELTS ve GCE yeterli olacak mıdır? Su an lise öğrencisiyim, İngiltere’de İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü okumayı planlıyorum. 

Universitelerin en çok ilgilenecekleri kualifikasyonunuz ingilizce yeterliliginiz olacaktır. Normalde IELTS’ten 6 ya da fazlasını alırsanız (ve maddi durumunuz yerindeyse), size çogu bolümün kapısı açılır. Fakat Ingiliz dili ve edebiyatı (ve hukuk) için büyük ihtimal daha yüksek skorlar gerekecektir. Eger IELTS dereceniz nispeten yüksekse (7 gibi), sizi büyük ihtimal direk (lisans) 1’nci sınıfa alırlar. Ama orta seviyeyse (ama yine de en az 6 gerekiyordur ingiliz dili ve edebiyatı icin), o zaman size (bir sene) ‘Foundation’ okumayı şart koşabilirler. Bence başvuruları yapın ve gelecek cevaplara gore pozisyonunuzu belirleyin. Kabul gelirse ne güzel; gelmezse hocalarla emailleşir derdinizi anlatırsınız. Belki bir-iki aylık ‘pre-sessional’ kurstan sonra kabul ederler.

Daha detaylı bilgi isterseniz, üniversitelerin çogunun sitesinde “Turkey” bölümü var (Turkiye’den gelen ögrenciler için). Ornek: Leicester Universitesi le.ac.uk/student-life/international-students/countries-list/europe/turkey ve le.ac.uk/courses/major-in-english-literature-ba

Britanya/Ingiltere’de üniversite okumak ucuz birşey degil. Yabancı ogrenciler (Avrupa birligi dısındakiler) icin fiyatlar senelik £10-15bin arası (tıp ve benzeri alanlar daha da pahalı). Üç yıllık bir kurs için (kira, yemek vs. ile) £60-70binlik masraf demek bu.

Yurtdışına ilk çıkış ve yerleşme bir problem. Biz yaklaşık 10 arkadaş İngiltere’ye gelecegiz. Öncelikli problemimiz ailece yaşayabilecegimiz bir ev bulabilme.

Hoşgeliyorsunuz. Maalesef bir çok arkadaşımız (makul fiyatlarda) kalacak yer bulma sorunu yaşıyor. Biz de bu konuda çok yardımcı olamıyoruz maalesef. Birçok ogrenci grubunun Facebook sayfası var (ornek: University of Leicester Turkish Society), orada duyuru yapabilirsiniz. Bazen buradaki arkadaşlar yazları (ya da kursları bitince) evlerini boşaltıyorlar ve yerlerine kalacak birilerini arıyorlar.

Gruplardan ses çıkmazsa, www.rightmove.co.uk/, www.zoopla.co.uk/ ve www.gumtree.com gibi sitelerden sizlere uygun ‘rent/kira’lık evler aramanız lazım. Bu sitelerdeki evler istediginiz gibi degilse, ajenta/estate agentları da aramanız gerekebilir. Onlara istediginiz tarzdaki evi anlatırsanız (ornek: üniversiteye yakın, 2 odalı, aylık £600), ellerine geçtikçe sizi ararlar (yabancılardan 6 aylık kirayı eve girer girmez isteyebiliyorlar). Acil çözümler için de otel odası tutulabilir, fakat oteller son saniye tutulursa çok pahalı oluyor. Universitelerin de geçici ‘accomodation’ları var fakat onlar da pahalı olabilir. Son çare geçici olarak Booking.com ve Airbnb.com gibi sitelerden ev/otel odası kiralamak.

Bu gibi ülkelerde işin püf noktası her işi çok önceden ayarlamaktır. Lütfen son ana bırakmayın, çünkü ev tutarken kagıt/kürek işleri dahi 1-2 hafta sürebiliyor (bir ay sürenler dahi var). Fazla yardımcı olamadıgım için özür diliyorum.

Anladığım kadarıyla İngiltere’de doktoraya burslu kabul almak biraz zor; eğer vaktiniz varsa, doktora (PhD) başvurum konusunda bana tavsiyede bulunabilir misiniz? Yani “burs alman için şunu yapsan işine yarar“, “dil skorun olmasa da olabiliyor” ya da “deadline’lar genelde şöyle“; “buraları takip etsen çok iyi olur” gibi

Dediğiniz gibi Britanya/İngiltere’de burslu doktora bulmak oldukça zor. Öncelikle ingilizceniniz oldukça iyi bir düzeyde olması lazım (sadece yazım değil, konuşmada da). Bir de açılan pozisyonda/projede ‘background’ınızın iyi olması gerek; sizi rakiplerinizden ayıran özellikleriniz ve somut başarılarınız olmalı.Örneğin kıytırıktan bir makale dahi yazmış olsanız, sizin için büyük avantaj çünkü çogu doktora-öncesi öğrencinin makalesi olmaz.

Şansınızı arttırmak için güzel bir CV ve bir sayfalık ‘Supporting statement’ yazıp, uygun gördügünüz her hocayı ‘spam’leyin (ve kendinizi ‘reject’lere alıştırın) derim. Kısmetin nereden çıkacağı belli olmaz; her yolu denemek lazım. Supporting statement’ta “ben şöyle uçarım; böyle kaçarım“ı yemiyor İngilizler. Bu yüzden somut şeylerle desteklemeniz lazım söylediklerinizi: örnegin “writing skillerim çok iyi” yerine, “şu sayıda makale yazdım” gibi; “şu ‘analysis skilleri’ ögrendim” yerine “şu isimde bir workshop’a katıldım” gibi; “presentation skill’lerim çok iyi” yerine; “şu-şu konferanslarda sunum yaptım” gibi. İngiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazımın ilgili kısmına bakabilirsiniz bu konuda.

Son olarak, eğer Avrupa Birliği ya da Britanya vatandaşı değilseniz, size verecekleri bursun büyük bir kısmı ‘tuition fee’inize gidecektir (PhD’de ‘Home’ fee: ~£4000; ‘Overseas’ fee: ~£12000). Bunu da düşünmelisiniz.

Doktora burslarını findaphd.com ve jobs.ac.uk gibi sitelerden takip edebilirsiniz. Ben de buralardan bulmuştum doktora bursumu. Ayrıca şu an İngiltere’de bir üniversitede öğrenciyseniz, ‘departmental email’lere de bakmayı ihmal etmeyin. Ben (Leicester Üniversitesi’ndeki) ilk Post-doktoramı, Bristol Üniversitesi’nde doktora yaparken departman-arası gönderilmiş bir emailde gördüm.

Benim (yazıyı yazdığım tarihteki) CV ve Supporting statement örneklerim aşağıda – size uyan kısımlarını uyarlarsınız; benimki bayağı akademik bir versiyon:

mesut_erzurumluoglu_cv_mar_2017

mesut_erzurumluoglu_supporting_statement_postdoc

İngiliz eğitim sisteminden biraz bahsedebilir misiniz?

Ingiliz_egitim_sistemi
En basit şekilde Ingiliz egitim sistemi

Ingiltere’de zorunlu eğitim süresi 11 yıldır (‘Year 11’a kadardır; 15 yaşında mezun olunur). Yukarıdaki tabloyu kısaca özetlersek, ogrenciler 5 yaşındayken okula (1’nci sınıf), 15 yaşında iken GCSE sınavlarına (buna Ingiltere’nin LGS/LYS’si denebilir) başlarlar. GCSE’de aldıkları dersler ve notlara göre ise ‘Sixth form’ college’e girerler (Ingiltere’nin sistemi Türkiye’yle aynı olmasa da, bunlara kabaca ‘lise’ denebilir). GCSE Maths (Matematik), English (Ingilizce) ve Science (Fen) college’lerin en çok önemsedikleri derslerdir. Bu derslerde ‘B’ ve üzeri (en yüksek not ‘A*’, en düşük not ‘G’dir. ‘U’ ise ‘dersten kaldı’ anlamına gelir) alan ögrencilere her bölümün ve kolejin kapısı açılır. College’de ögrenciler çogunlukla 4 ‘A-level’ seçerler; ve yine seçtikleri dersler ve (2 yıl sonunda) bu derslerde aldıkları notlar onlara belli universite ve bölümlerin kapısını açar (örnegin, Cambridge/Oxford’a girmek için başvurdugunuz alanla ilgili olan en az 4 tane A* almak, sonra da bir mülakatdan geçmek gerekiyor. Diger üniversitelerde mülakat yok; sadece notlarına bakıyorlar). Her şey yolunda giderse, bir ögrenci 18 yaşında üniversiteye başlar. Sonrasında yüksek lisans (Master) yapmak isteyenler üniversitede (3 yılın sonunda) en az ‘2.2’, doktora (PhD) yapmak isteyenlerin ise en az ‘2.1’ alması gerekiyor.

Tavsiye edeceğim siteler:

Ucretsiz Ingilizcenizi geliştirmek için: learnenglish.britishcouncil.org

Reel TL/Sterlin kur hesabı için: XE

Burslu ya da ‘self-funded’ PhD/doktora bulmak için: findaphd.com ve jobs.ac.uk/phd

Yüksek lisans/Master kursu bulmak için: findamasters.com ve *jobs.ac.uk

Part-time ya da Full-time iş bulmak için: *jobs.ac.uk, *reed.co.uk, *monster.co.uk ve *indeed.co.uk

Kiralık ev bulmak için: *rightmove.co.uk, *zoopla.co.uk ve *gumtree.com

Kiralık oda/ev bulmak için: *airbnb.com

Otel odası kiralamak için: *booking.com ve *trivago.co.uk

Ucuz uçak biletleri için: *skyscanner.net ve *easyjet.com

Park yeri bulmak için: *justpark.com

Ucuz araba sigortası için: *gocompare.com, *moneysupermarket.com, *comparethemarket.com, *confused.com ve *directline.com

Provisional UK sürücü belgesine başvurmak için: gov.uk/apply-first-provisional-driving-licence

Banka hesabı açmak için gereken belgeler: barclays.co.uk/validid

Ingiltere’de oturum almanın yolları: visabureau.com/uk/indefinite-leave-to-remain.aspx

Ucuz telefon hatları: Lycamobile, Vectone, Lebara ve giffgaff (bir de bu siteye bakın derim: moneysavingexpert.com/phones/cheap-sim-only-contracts)

Dünya üniversite sıralamaları: QS World University Rankings

Okul/kolejlerin performanslarını karşılaştırmak için: Compare School/College Performance

Ingiltere’de gezilecek tarihi yerler için: english-heritage.org.uk

Ucuz otobüs ve tren biletleri için: *uk.megabus.com (otobüs), *crosscountrytrains.co.uk (tren) ve *virgintrains.co.uk (tren) – Eger ögrenci iseniz ve sürekli tren kullanacaksanız, mutlaka 16-25 Railcard‘da da başvurun

Ucuza araba kiralamak için: *Enterprise

Bedava üniversite seviyesinde dersler için: *coursera.org

Etrafınızdaki kazalardan haberdar olmak için: crashmap.co.uk/Search ya da Waze*

*app’ı da var

Ekleme (07/09/2019):

Read Full Post »

This is a response* to the News Feature “The Turkish paradox: Can scientists thrive in a state of emergency?” (Nature 542, 286-288; 2017), which appeared in the scientific journal Nature.

First, I thank Alison Abbott (the author of the article)** for bringing the problems of Turkey and Turkish scientists to the fore. However, I have found some parts of this article to be factually insufficient. As a Turkish scientist working abroad, I contend that the country’s government is using its former political ally, the Gülen movement, as a scapegoat to cover up their own injustices and incompetence, and remain unaccountable.

It is obvious that this is a well-intentioned piece and the issue was covered due to concern for science and the safety of scientists in Turkey. But, some of the statements in the article require either a reference and/or that they state whose opinions they are. Just one example:

TÜBİTAK had been deeply infiltrated by the religious organization known as the Gülen movement, which is believed to have orchestrated the coup attempt. Over the past few decades, these followers of exiled preacher Fethullah Gülen had established themselves in Turkey’s military, judiciary and government offices, as well as in universities.

For me, the use of “infiltrating” and “believed to have orchestrated the coup attempt” are unfortunate. From what I’ve seen, the accused are ordinary Turkish citizens who happen variously to sympathise with none, little, some or most of Gülen’s teachings and – whatever you think of Gülen – have every right to work in any workplace in Turkey. Also “believed” means (at least should mean) nothing in the eyes of the law without concrete evidence.

There are other statements which I do not even want to get into:

Scientists generally agree that removing Gülenists from the system was necessary, and not just because of the coup attempt. ”

Which scientists agree with this? How do you determine that someone is a “Gülenist”? Is sympathising with some of Gülen’s teaching/ideas a crime?

So, the main question here is: where/whom/what is the reliable sources for this article? The individuals who stated these views do not have any additional information other than what they are being exposed to on pro-government media outlets and unfortunately have acted as a mouthpiece for the government’s propaganda. Over eight months has passed since the “15 July coup attempt” (intentionally put in inverted commas, as what happened that day was too strange an event to be called an ordinary “coup attempt”), and sceptics like me are still waiting for an independent investigation*** into what went on that day and whom was really to blame. Consequently, we are also waiting for concrete evidence linking Gülen, and more importantly, the tens of thousands of people (including thousands of academics, journalists and judges; see http://turkeypurge.com/ for comprehensive figures) whom the government have unconstitutionally sacked and/or jailed, to the “coup attempt”. Additionally, Gülen has repeatedly denied the accusations and – whatever you think of Gülen and/or his followers – the burden of proof is on the accusers (i.e. the Turkish government and the President).

I’d like to bring some context to the story: the Gülen movement has/had millions of followers in Turkey (and in over 160 countries around the world) and is well-known to have an emphasis on education, inter-faith tolerance and dialogue. Before our President (Erdogan) started closing schools, ordering the burning of books and purging/jailing academics whom he labelled as Gülen-“FETÖ”-related (anyone who does not fully support him will be included under this term; it’s only a matter of time!), almost everyone (and I mean everyone; many seculars and the religious) in Turkey wanted their children to attend their schools as they were well-known for bringing the best out of them – academically and ethic/morally. It is then a statistical inevitability that these people will be over-represented in most settings. They did not ‘infiltrate’, but rather deserved to be where they were. Also for the same reasons, almost everyone in Turkey is at least vaguely associated with the Gülen movement (e.g. via a friend, colleague, child’s attendance to a “Gülen-inspired” tuition centre); sometimes without knowing, as many Gulen-inspired people did not declare it publicly. Therefore it is possible to indict/imprison anyone, including President Erdogan himself, if being associated with the movement was a crime. And that is exactly what the government is doing, except that this criteria is only being used against anyone who is a non-loyalist and with a bit of influence; hence the numbers, reaching almost a hundred thousand imprisoned and/or dismissed from their posts.

Needless to say, if some of them have committed crimes for the benefit of Gülen, themselves and/or the movement, (after due process) it should be those individuals who pay the price and not the whole group. However, so far it seems like President Erdogan is not interested in finding criminals, but rather acting in a revanchist manner and destroying anyone who poses a threat to his one-man rule – starting first with the big fish; and choosing the Gülen movement as a scapegoat for the coup attempt was a masterstroke, as many groups in Turkey will find it believable. If Gülen orchestrated this coup attempt, he would have betrayed everything he ever stood for for the last five decades or so and, more importantly, his followers who didn’t know anything about a coup attempt and definitely would not support such an abhorrent event – in fact there is clear evidence that this was the case as even soldiers/generals who were dismissed/imprisoned as “Gülenists” had not taken part in the coup attempt. These just didn’t make sense, and were the main reasons why I chose to wait for an independent investigation to learn the full story (which has not happened, causing me to think that the government are intentionally hiding the truth) – before I can denounce him. Still waiting…

Finally, unfortunately, many academics in Turkey (especially the silence of secular academics was disappointing to say the least!) have stood quite when innocent people/academics/journalists/lawyers/teachers were being jailed/sacked for laughable charges (e.g. for downloading an app called “Bylock”; having an account in a legal bank called “Bank Asya”, owned by a “Gülen-inspired” group; contributing to charities such as “Kimse Yok mu?” which are led mostly by “Gülen-inspired” people). Now it is their turn unfortunately and no one is left to defend them or let their voices be heard in Turkey – as “Gülen-inspired” media (e.g. Zaman, Samanyolu TV****, Bugün), before they were all closed down, had great influence and allowed representatives of different ideologies/political parties to voice their opinions in their channels/newspapers/journals.

 

Addition to post (25/03/17): Over the last week or so, there were important statements made by: (i) the chief of the BND (German national intelligence agency) Bruno Kahl and (ii) the chair of the (US) House Intel committee Devin Nunes, essentially proclaiming that there was no concrete evidence linking Gülen and/or the Gülen movement to the “coup attempt”. These were then followed by a comprehensive report by the (UK) Foreign Affairs Committee, making similar points. These are significant statements contradicting the Turkish government’s rhetoric, thus the best way to clear themselves of any accusations (e.g. of faking a coup and making the most of it to silence opposition) is to allow an independent organisation to carry out an investigation into what happened on the 15th of July and the preceding days.

 

*This piece is a longer version of the (~200 word) Correspondence I have sent to the editors – which they have gracefully accepted (titled: Listen to the accused Turkish scientists). For an enhanced pdf version of the article, click here.

**I also thank Celeste Biever (Chief news editor at Nature) for giving me the opportunity to write and publish a response

***To make matters even more suspicious for sceptics like me, a shambolic/tragicomical investigation was carried out by the “15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu” (a committee comprising of 15 Turkish MPs; 9 from AKP, 4 from CHP, 1 from MHP and 1 from HDP), which concluded without quizzing any of: (i) the Chief of the General Staff, Hulusi Akar, (ii) Director of Turkish Intelligence, Hakan Fidan, (iii) Zekai Aksakallı, the general who allegedly stopped the coup plotters (iv) the Prime Minister, Binali Yildırım, (v) the President, Recep Tayyip Erdogan – although, at least the former three, should have been the first ones to be interrogated.

****I have not even watched Samanyolu TV (or Samanyolu Haber TV, their news channel) once since ~2014 but I know, although there was clear bias for people with similar beliefs to them (i.e. religious, moderate, and sympathises with Gülen’s teaching), people from most ‘sides’ – if not all – were being welcomed on their shows. Zaman (newspaper) and Bugün TV were different though: They really did have people of all beliefs/political parties/ethnicities feature frequently on their columns/shows/programmes.

 

PS: I declare that I do not have any financial conflicts of interest. I also do not contribute to or attend any Gülen-related activities since 2016. I wrote to Nature as I thought it was my intellectual responsibility to provide my views on the matter. I saw that the Turkish government were getting away with murder by using the “FETÖ” card on everything and anything – and many people were buying into it because they were a very convenient scapegoat.

References:

Abbott A. 2017. The Turkish paradox: Can scientists thrive in a state of emergency? Nature. URL: https://www.nature.com/news/the-turkish-paradox-can-scientists-thrive-in-a-state-of-emergency-1.21475

Erzurumluoglu AM. 2017. Politics: Listen to accused Turkish scientists. Nature. URL: https://www.nature.com/articles/543491c

Read Full Post »

bileve_qt_paper_3_lung_function_traits_concentric_circos

Breathtaking genes: A ‘Circos’ plot depicting how chronic obstructive pulmonary disease (COPD) has become a global concern – the 3rd biggest killer, defined by poor lung function. Our work shows that many parts of our DNA play a role in our lung health. Peaks in red are newly discovered regions, and the blue ones were previously identified by other groups. Millions of genetic variants from tens of thousands of individuals were analysed in this study. The identified genes will help us understand why some of us have better lung function, and lead to the identification of drug targets of potential relevance to COPD.

A press release was issued by the University of Leicester Press Office on 6 February 2017 about a study that I was also heavily involved in (please click on links below for details):

Breakthrough advance offers the potential to defuse a ‘ticking timebomb’ for serious lung disease, including for over 1 billion smokers worldwide (source: World lung health study allows scientists to predict your chance of developing deadly disease — University of Leicester)”

COPD_smoking_nat_genet_lung_function_gwas_wain

The study has received a lot of attention from the media, with articles appearing in large media outlets such as BBC News, The Independent and MSN News. If you’re interested in the details, please read the paper published in Nature Genetics.

If interested in reading about the area of Genetic Epidemiology itself, please have a look at my (previously published) blog post about the matter: Searching for “Breath taking” genes. Literally!

Details on Circos plot* (above): FEV1: Forced expiratory lung volume in 1 second; FVC: Forced lung volume capacity; FEV1/FVC: the ratio of the two measurements. Labels in the outer circle show the name of the nearest gene to the newly identified (red) variants. X-axis: Genomic position of variant in genome (chromosome number in the outer circle), Y-axis: Statistical significance of variant in this study (higher the peak the greater the significance).

*The figure is a more artistic version of Figure 1 (Manhattan plot) in the above mentioned academic paper. It did not make it into the final manuscript published in Nature Genetics (6th Feb 2017) as it was found to be “confusing” by one of the reviewers – and the editor agreed. 😦 However, the plot was shortlisted (title: Breathtaking genes) and displayed in the Images of Research exhibition (9th Feb 2017) organised by the University of Leicester. 😉

 

My role in the Wain et al paper mentioned above: I led the ‘functional follow-up’ of the identified associated variants (e.g. mining eQTL datasets, biological pathway analyses, identify druggable genes, pleiotropy, protein-protein interactions) and appropriately visualise the GWAS results (various Manhattan and Circos plots). I was part of the core bioinformatics team of three in Leicester – alongside Dr. Nick Shrine and Dr. Maria Soler-Artigas.

 

References:

Wain LV et al., Published online 6th Feb 2017. Genome-wide association analyses for lung function and chronic obstructive pulmonary disease identify new loci and potential druggable targets. Nature Genetics. URL: https://www.nature.com/articles/ng.3787

Read Full Post »

635818446043317487-1207666941_Malala-Quote-10_10-Twitter

It was my dream…
My dream as a child…

That when I grow up,
I would help solve the mysteries of the universe;
Inspire youngsters to become selfless individuals;
Discover that Syrian kid who would cure cancer;
Help that Gazan who would bring peace to the world;
And stand side-by-side with the African to make hunger a thing of the past…

But I’ve lost contact;
And my dreams, side-tracked…

Then my conscience says:
Yes! Seize the day!
But, in another way…
Yes! You only live once!
That’s life!
Doesn’t care about what one wants…

Then again – though some choose to leave a legacy,
Most, like me, will be lost in their vanity…

Read Full Post »

smoking-infographic_cancer_research_uk

We now know that, through studies carried out by many natural scientists over decades, smoking is a (considerable) risk factor for many cancers and respiratory diseases; but the public ignore these findings and keep smoking, which is where social scientists can help facilitate in getting the message across. Just one example of where the social sciences can have a massive (positive) impact on society. Image taken from stopcancer.support

Scientists focus relentlessly on the future. Once a fact is firmly established, the circuitous path that led to its discovery is seen as a distraction.” – Eric Lander in the Cell journal (Jan 2016)

 

As scientists in the ‘natural’ sciences (e.g. genetics, physics, chemistry, geology), we have to make observations in the real world and think of hypotheses and models to make sense of it all. To test our hypotheses, we then have to collect (sufficient amounts of) data and see if the data collected fit the results that our proposed model predicted. Our hypotheses could be described as our ‘prejudice’ towards the data. However, we then have to try and counteract (and hopefully eliminate) our biases towards the data by performing well-designed experiments. If the results backup our predictions, we of course become (very!) happy and try to (replicate and then) publish our results. Even then (i.e. after a paper has been submitted to a journal), there is a lot left to do as the publication process is a long-winded one with many rounds of ‘peer-reviewing’ (an important quality control mechanism), where we have to reply fully to all the questions, suggestions and concerns the reviewers throw at us about the importance of the results, reliability of the data, the methods used, and the language of the manuscript submitted (e.g. are the results presented in an easy-to-understand way, are we over-sensationalising the results?). If all goes well, the published results from the analyses can help us (as the research community) understand the mechanisms behind the phenomenon analysed (e.g. biological pathways relating to disease, underlying mechanism of a new technology) and provide a solid foundation for other scientists to take the work forward.

If the results are not what we expected, a true scientist also feels fortunate and becomes more driven as a new challenge has now been set, igniting the curious side of the scientist; and strives to understand if anything may have gone wrong with the analysis or that whether the hypothesis was wrong. A (natural) scientist who is conscious and aware of the evolution and history of science knows that many discoveries have been made through ‘happy accidents’ (e.g. penicillin, x-ray scan, microwave oven, post-it notes) since it is in the nature of science to be serendipitous; and that a wrong hypothesis and/or an unexpected result can also lead to a breakthrough. Hopefully without losing any of our excitement, we go back to square one and start off with a brand new hypothesis (NB: the research paradigm in some fields is also changing, with ‘hypothesis-free’ approaches already been, and are being developed). This process (i.e. from generating the hypothesis to data collection to analysis to publication of results) usually takes years, even with some of the brightest people collaborating and working full-time on a research question.

 

The first time you do something, it’s science. The second time, it’s engineering. A third time, it’s just being a technician. I’m a scientist. Once I do something, I do something else.” – Cliff Stoll in his TED talk (Feb 2006)

 

Natural scientists take great pride in exploring nature (living and non-living) and the laws that govern it in a creative, objective and transparent way. One of the most important characteristics of publications in the natural sciences is repeatability of the methods and replication of the results. I do not want to paint a picture where everything is perfect with regards to the literature in the natural sciences, as there has always been, and will be, problems in the way some research questions have been tackled (e.g. due to poor use of statistical methods, over-sensationalisation of results in lay media, fraud, selective reporting, sad truth of ‘publish or perish’, unnecessary number of co-authors on papers). However science evolves through mistakes, being open-minded about accepting new ideas and being transparent about the methods used. Natural scientists are especially blessed with regards to there being many respectable journals (with relatively high impact factors, 2 or more reviewers involved in the peer-reviewing process) in virtually all fields within the natural sciences, where a large number of great scientific papers are published; and these have clearly (positively) affected the quality of life of our species (e.g. increasing crop yield, facilitating understanding of diseases and preventive measures, curative drugs/therapies, underlying principles of modern technology).

I wrote all the above to come to the main point of this post: I believe the abovementioned ‘experiment-centric’ (well-designed, statistically well-powered), efficient (has real implications) and reliable (replicable and repeatable) characteristics of the studies carried out within the natural sciences should be made more use of in (and probably become a benchmark for) the social sciences. There should be a more stringent process before a paper/book is published similar to the natural sciences, and a social scientist must work harder (than they are doing at current) to alleviate their own prejudices before starting to write-up for publication (and not get away with papers which are full of speculation and sentences containing “may be due/related to”). I am not even going to delve into the technicalities of some of the horrendously implemented statistical methods and the bold inferences/claims made as a result of them (e.g. correlations/associations still being reported as ‘causation’, P-values of <0.05 used as 'proof').

Of course there are great social scientists out there who publish some policy-changing work and try to be as objective as a human being can possibly be, however I have to say that (from my experience at least!) they seem to be a great minority in an ocean of bad sociologists. Social sciences seem (to me!) to be characterised by subjective, incoherent and inconsistent findings (e.g. due to diverse ideologies, region-specific effects, lack of collaboration, lack of replication); and a comprehensive quality control mechanism does not seem to be in place to prevent bad literature from being published. A sociologist friend had once told me “you can find a reference for any idea in the social sciences”, which I think sums up the field's current state for me in one sentence.

 

The scientist is not a person who gives the right answers, he’s one who asks the right questions.” – Claude Lévi-Strauss, an anthropologist (I would humbly update it as “The scientist is not necessarily a person who gives the right answers, but one who asks the right questions”)

 

Social sciences should not be the place where ones who could not (get the grades and/or) be successful in the natural sciences go to and get a (relatively) easier ride; and publish tens of papers/books which go insufficiently peer-reviewed, unread and uncited for life; but get a lecturer post at a university much quicker in relation to a natural scientist. Social scientists should not be any different from natural scientists with regards to the general aspects of research, so they should also spend years (just like most natural scientists) trying to develop their hypotheses and debunk their own prejudices; work in collaboration with other talented social scientists who will guide them in the right way; and be held accountable to a stringent peer-reviewing process before they can claim to have made a contribution (via books/papers) to their respective fields. Instead of publishing loads of bad papers, they should be encouraged to and concentrate on publishing fewer but much better papers/books.

Social sciences have a lot to offer to society (see the above figure about smoking for an example), but unfortunately (in my opinion) the representatives have let the field down. I believe universities and maybe even the governments all around the world should make it their objective to develop great sociologists by not only engaging them with the techniques used in the social sciences (and its accompanying literature), but also by funding them to travel to other laboratories/research institutions and get a flavour of the way natural scientists work.

 

Addition to post: For an academically better (and much harsher!) criticism of the social sciences than mines, see Roberto Unger’s interview at the Social Science Bites website (click on link).

moon-suit

Moon landing – a momentous achievement of mankind, and the natural sciences (and engineering)

PS: I must state here that I have vastly generalised about the social sciences; and mostly cherry picked and pointed out the negative sides. However every sociologist knows within them whether they really are motivated to find out the truth about sociological phenomena; and are not just in it for the respect that being an academic brings, or for the titles (e.g. Dr., Prof.). I personally have many respectable sociologist friends/colleagues myself (including my father) who are driven to understand and dissect sociological problems/issues and look for ways to solve real-life problems. They give me hope in that sense…

PPS: I am not an expert in the natural sciences nor in the social sciences. Just sharing my (maybe not so!) humble opinions on the subject matter as I get increasingly frustrated with the lack of quality I observe throughout the social sciences. Many of my friends/colleagues in the social sciences would attest to some or all of the things I stated above (gathering from my personal communications). I value the social sciences a lot and want it to live up to its potential in making our communities better…

Read Full Post »

Difference between the lung of a COPD patient and an unaffected one. Image taken from NHLBI website (click on image to access the source)

Difference between the lung of a COPD patient and an unaffected one. Image taken from the NHLBI website (one of the leading institutes in providing information on various diseases; click on image to access the source)

Many of us will either suffer or have a relative/friend who suffers from a disease called Chronic Obstructive Pulmonary Disease (COPD, click on link for details) which is a progressive respiratory disease characterised by decreasing lung function (struggling to inhale/exhale air, irreversible airflow obstruction), very likely accompanied by chronic infections. COPD has a prevalence of over 2% in the UK population (corresponding to approx. 1 million in the UK, probably a lower bound estimate due to many undiagnosed cases; this figure is approx. 16 million in the USA) and is currently the third biggest killer in the world (only behind cancers and heart-related diseases) – costing the lives of millions (in the USA alone, number of deaths attributed to COPD is over 100 thousand); and the health services, billions of pounds.

Contrary to the well-known genetic disorders such as Cystic Fibrosis and Huntington’s disease, which are diseases caused entirely by a person’s genetic makeup and caused by mutations in a single gene, COPD is a (very!) complex disease with many genes and environmental factors (e.g. smoking, pollutants) contributing to the development/progression of the disease. This complexity makes it much harder to dissect the causes and find potential (genetic) targets for cures or therapies. However, we do know that smoking is by far the biggest risk factor with up to 90% of those who go on to develop clinically significant COPD being smokers. But only a minority (<25%) of all smokers develop COPD, indicating the strong role genetics can play in the progression of this disorder. Also not all COPD patients are smokers (up to 25% in some populations), indicating that – at least in some patients – genetics can play a rather determining role. I must stress that all the statistics I provide here can vary considerably from population to population due to different lifestyles and genetic backgrounds.

Genetic_epidemiology_genetics_mesut_erzurumluoglu

I – together with a large group of collaborators – search for genetic predictors of lung function, which helps us to identify which individuals are more likely to develop the disease and potentially understand the underlying biology/pathology of respiratory diseases such as COPD and asthma, and related traits such as smoking behaviour. To do this, we carry out what is called a genome-wide association study (GWAS, click on link for details), where we obtain the genetic data (millions of data points) from tens of thousands of COPD (or asthma) patients and ‘controls’ (people with normal lung function). To ensure that our results are not biased by different ethnicities, life styles and related individuals, we collect all the relevant information about the participants and make sure that we control for them in the statistical models that we use. GWASs have been extremely successful in the identification of successful targets for other diseases and have led to the field of Genetic Epidemiology (GE, click on link for details) to come to the fore of population-based medicine. GE requires extensive understanding of Statistics (needed to make sense of the very large datasets), Bioinformatics (application of computer software to the management of large biological data), Programming (needed to change data formats, manage very large data), Genetics (needed for interpretation of results) and Epidemiology (branch of medicine which deals with how often diseases occur in different groups of people, and why); thus requires inter-disciplinary collaborations.

GWAS results are traditionally presented with a Manhattan plot (due to its resemblance of the city's skyline) where the genetic variants corresponding to the dots above the top grey line (representing P values less than 5e-7 i.e. 0.0000005) are usually followed up with additional studies to validate their plausibility. Image taken from Wikipedia (click on image to access source)

GWAS results are traditionally presented with a Manhattan plot (due to its resemblance of the city’s skyline) where the genetic variants corresponding to the dots above the top grey line (representing P-values less than 5e-8 i.e. 0.00000005) are usually followed up with additional studies to validate their plausibility. Image taken from Wikipedia (click on image to access source)

The inferences we make from these studies can shed light in to which genes and biological pathways play key roles in causing COPD. We then follow up these newly identified genes and pathways to analyse whether there are molecules which could be used to target these and be potential drugs for treating COPD patients. Our results can be of immense help to Pharmaceutical companies (and ultimately to patients), as many clinical trials initiated without genetic line of evidence have failed, costing the public and these companies billions of pounds.

As smoking is the biggest risk factor for respiratory diseases like COPD, I am – also with the contribution of many collaborators – in the process of analysing whether some people are more likely to start smoking, stop after starting, and smoke more than usual when they start smoking. The results can have huge implications as many people struggle to stop smoking, and when they do, research suggests that up to 90% (figure differs between populations) of them start to smoke again within the first year after quitting. Smoking is not only a huge contributor to the risk of developing COPD, but also to lung (biggest killer amongst all cancers), mouth, throat, kidney, liver, pancreas, stomach and colon cancer (not an exhaustive list). In the UK alone, these cancers cause the slow and painful death of tens of thousands, alongside a huge psychological and financial burden on the families and public resources.

The “lung” and the short of it (stealing a phrase thought up by my colleagues at the University of Leicester, click on link to see who they are) is that COPD is a disease that is going to affect many of us, and any useful finding which leads to cures and/or therapies could increase the life years of COPD patients and affect the lives of thousands of people directly, and millions indirectly (e.g. families of COPD sufferers, cost to the NHS). Finding targets to help people stop smoking can potentially have even bigger implications as many continue to smoke, despite huge efforts and funding allocated to smoking prevention and cessation.

A nice TED talk about the world of Data science and Genetic Epidemiology

Addition to post (09/02/17): A Circos plot presenting results from our latest lung function GWAS (Wain et al, 2017; Nature Genetics) was shortlisted (title: Breathtaking genes) and displayed in the Images of Research exhibition (9th Feb 2017) organised by the University of Leicester

Read Full Post »

Arabesk bir girişle başlayayım: Insanımız yıllar yılı ezilmiş; darbeler görmüş; fakirlik görmüş; 95%’inden fazlasının müslüman olmasına ragmen, dinini dahi gizlice yaşamak zorunda bırakılmış… Ayrıca Kürt, Türk, Laz, Cerkez ayrımı da yapılmamış bu konuda; herkese eşit(!) davranılmış. Bu tanıma göre Anadolu insanının bir çogunu ‘ezilmişler’ kategorisine koyabiliriz. Bir çogumuzun ailesi de farklı degil; büyüklerimize bir dokunsak, bin ah işitiyoruz!

Fakat benim ‘ezilmişlik’ten ziyade tartışmak istedigim konu ‘eziklik’. ‘Ezilmiş’ olmak çogu kez bir suç degil; kaderdir… Fakat ‘ezik’ olmak bana göre (çok!) kötü bir haslet; ve bu hastalık insanımızı hayatlarının her alanında etkiliyor! Destekledigi siyasetçi/liderler ve verdigi oylar, olaylara bakışı, komşu/müşteri/diger insanlara davranışlarına kadar… Kimlerden bahsettigimi kısaca açıklayayım: ‘Ezik’ insanlar “ben ezildim; öyleyse başkalarını ezme hakkım var!” ve/yada “başkaları da ezilsin” diye düşünen (ve bunları normal gören) tiplerdir. Bu tarz insanlar güçsüz iken dünyanın en sessiz/sakin insanlarıdır; ama guç ellerine geçtiginde vicdansızlıkları ve çapsızlıkları ayan/beyan ortaya çıkar!

Bu tarz insanlarda gözlemledigim hasletleri ve semptomları aşagıda sıralayacagım:

1- Herkesi kendileriyle kıyaslarlar ve/ya kendilerine rakip/düşman görürler. Bu yüzden kimseye güvenmezler… Ozellikle başarılı insanlara karşı içleri haset doludur; kesinlikle iyiliklerini istemezler! Haset ettikleri insanları aşagı çekmek için ellerinden birşey gelse, seve seve yaparlar. Zor durumda kaldıklarında ise, onları övmemek için konuyu dolandırırlar; ve gerekirse başka insanlardan bahseder ve onları överler…

Hasetçilerin bütün karakter(sizlik)lerini üzerlerinde toplarlar. Kesinlikle hakkaniyetli davranmazlar! Olaylara hak-hukuk meselesi olarak (objektif) degil, kendi dar çerceveleri ve kalıplarından bakarlar; ve sadece kendi kararlarını/düşüncelerini önemli görürler (NB: konu hakkında bilgisinin olup-olmadıgının hiç bir önemi yoktur). Haset ettigi kişiye zarar verme şansı eline geçse, karşılıgında dünya yansa umrunda olmaz; o işi gözü kapalı yapar/onaylar! Karşısındakine kendisine verilenin iki katının verilecegini duydugunda, “benim bir gözümü çıkarın” diyen (hasetçi) kişi misali…

2- Tartışmaya girmeye her zaman hazırdırlar ve hiç bir zaman son sözü soylemeden susmazlar! Cevabı olmasa dahi sorun degil; hemen konuyu degiştirirler. Amaçları kesinlikle ögrenmek degildir. Önemli olan etrafindakilere demagoji yapmak ve övü(l)nmektir; bu yüzden tartışma sonu “nasıl susturdum gördünüz!” demeyi ihmal etmezler! ‘Öz eleştiri’ diye bir terim lugatlerinde mevcut degildir.

3- “Okumuşsun ama adam olamamışsın!”, “senin gibi ellisini cebimden çıkarırım!”, “sizin gibi vatan haini degiliz”, “komünist/Ermeni dölü/gavur”, “okusak sizi geçerdik”, “sümüklünün tekiydi bu!”, “boş işlerle ugraşıyorsunuz”, “siz giderken, biz geliyorduk!”, “sen kendini ne sanıyorsun!”, “agzını-burnunu dagıtırım!” gibi seviyesizce lafları çok kullanırlar. Özellikle haset ettikleri insanlara karşı…

4- Önemsiz şeyleri dahi (basit bir spor müsabakası gibi) hayat-memat meselesi gibi görürler. Cünkü ‘rakibin’ yenilmesi kendi ezikliklerini tatmin etmeleri adına çok önemlidir! Bu tarz gövde gösterilerine çok önem verirler! Devamlı birileriyle (halk tabiriyle, affedersiniz) ‘sidik yarışı’ içindedirler!

Bilimle, ilmiyle, görgüsüyle, başarılarıyla bir yerlere gelemeyecekleri için lüks araba-ev alarak kendilerini gösterme derdine girerler. Aç kalır, yine de o lüks arabanın parasını biriktirir. Cünkü ezikligini tatmin etmekten daha önemli birşey yoktur hayatında!

Bu tabloda sadece ezik insanlardan bahsediyorum. Ayrica soldaki meslekleri daha asagi gordugumden degil, altinda calisan insanlar ve/yada uzerindeki sorumluluga gore siraladim. Genelde ezik insanlarin asil yuzleri eline gucu gecirince ortaya cikiyor!

Ezik insanlar için genel ‘Azgınlık endeksi v Meslek’ tablosu. Anlatmak istediğim, ezik insanların asıl (zalim, karaktersiz) yüzleri genelde ellerine gücü geçirince ortaya çıkıyor! Soldaki meslekleri daha aşağı gördügümden değil, altında çalışan insanlar ve/yada üzerindeki sorumluluğa göre sıraladım (bazılarının yeri degişebilir). Buradaki kesinlikle bilimsel bir çalışma degil; benim genel olarak düşüncelerimdir. Istisnalar elbette vardır (hem iyi, hem kötü yönde); ve çoktur (inşallah iyi yönde!)

5- Kendisinin hiç bir katkısı olmamasına ragmen, başarılardan kendisine pay çıkarmanın yollarını arar. Ve onlarca kez anlatma geregi duyar (ornekler: “ben demiştim!”, “soylemiştim şimdi gol olacak diye!”; “sizi sandıga gömdük!”; “ben olmasam, olmazdı”). Bir çogu hayatta hiçbir şey üretemeyip, başkalarının ürettikleri üzerinden kendini ispatlamaya(!) çabalar. Milliyetçilik ve dincilik çogu kez sıgındıkları limanlardır.

6- Kendilerine/ailelerine/mahallesine dahi faydaları olmamasına ragmen, din, vatan, millet, ümmet edebiyatını çok yaparlar ki kendileriyle ilgili ‘Dünya arenası’nda da övünecek birşeyler bulsunlar. Kazandıkları ufak başarıları devleştirirler; yaptıkları ufak iyilikleri onlarca kez anlatırlar.

7- Iş yerlerinde/hayatlarında biraz yükselirlerse, etrafındakilere bunu hissettirirler ve yonettigi insanlara gittikçe otoriter davranırlar. Ezmek fıtratlarındadır! Siddetli bir şekilde insanlar “hep beni konuşsun/övsün” isterler. ‘Alt’ında gördükleriyle asla yüz/göz olmaz, (gerçek manada) istişare yapmazlar!

8- Hayatda tek önemli gördükleri şey para, mal ve mülk yıgmaktır. O yüzden gezme/görme, sanat, sinema/tiyatro gibi aktivitelere para harcamazlar… “Harcarsam, eski günlere döneriz” korkusu içlerine işlemiştir… Bir türlü kurtulamazlar! Bundan dolayı cimridirler de. Allah rızası için dahi elleri cebine gitmez (ama bu din edebiyatı yapmalarına mani degildir)!

9- Bir duruş sergileyemezler (bu konuda Insanın bir ‘duruş’u olmalı yazıma da bakabilirsiniz). “Aman işsiz/aç kalırım!” korkusu hep akıllarının bir kenarındadır. O yüzden zalime ve/yada ‘üst’üne karşı onların haksız olduklarını bildiklerinde dahi dik duramazlar… Hatta istedikleri gücü/makamı ele geçirene kadar öpmedik el/etek/ayak bırakmazlar! Daima birilerine yaranmaya çalışırlar ve her zaman güçlünun yanında yer alırlar! Sürü psikolojisiyle hareket ederler çogu kez.

Bu yüzden eziklerin arasından (akademisyen dahi olsa!) olaylara eleştirel yaklaşabilen entellektüellerin çıkması da imkansızdır! Insanımızın müthiş potansiyeline ragmen ‘entellektüel insan fakirligi’ yaşamasının en baş sebeplerinden biri de bana göre budur.

10- Düz mantık düşünür, açık görüşlü düşünemezler. Kalıpları ve ‘tartışılmaz dogru’ları çoktur; ve bunları tartışanlara karşı nefret doludurlar. Kesinlikle saygıları yoktur… Mesela (örnek olarak) kendisi ‘Dinci’ geçinen bir tip ise, farklı düşünenleri ‘Cehennemin odunu’ olarak görür; ve aşagılar (aşagılık olan kendisi olmasına ragmen!). Vicdanlarını kaybetmişlerdir! Insanları hep negatif şekilde genellerler! Her konuda bir fikirleri vardır, ama araştırmaya/okumaya ihtiyaçları yoktur!

11- ‘Batılı’lara karşı içten içe bir aşagılık kompleksleri vardır; ve (madde 4’deki gibi) onlarla karşılaşınca kendilerini göstermeye çalışırlar! Batılı herhangi birine karşı aldıgı galibiyet/başarıyı bütün Batı’ya karşı bir ‘savaş’ kazanmış gibi gösterirler.

12- (Az da olsa) Sevdikleri (özellikle geçmiş tarihten) insanları (tabir-i caizse) peygamberleştirirler (hatasız görürler); sevmedikleri (yine, özellikle tarihi) insanları ise şeytanlaştırırlar… Bu sayede onların başarılarından pay alır (aldıklarını sanır); hata/günahlardan kendilerini arındırırlar.

13- Haset ettikleri insanlarda hata ararlarki kendi (sürekli işledikleri) suç/günahlarına mazeret bulsunlar. “Sende şunu yapmıştın”, “bunu herkes yapıyor”, “senin hiç mi suçun yok?” gibi lafları agızlarında sakız yaparlar. Birde gerçekten bir hatanı buldularsa, onu artık her tartışmada (alakalı-alakasız, konusu önemli degil) önüne getirirler.

14- Biraz ellerine para-mal-mülk-makam geçse, ‘sonradan görme’ oldukları hemen belli olur. Cünkü altında Ferrari dahi olsa ‘mazlum edebiyatı’ yaparlar… Cünkü bilirler; ‘mazlum’ edebiyatı en güçlü silahlarıdır! Her türlü günahlarına, suçlarına, pisliklerine (kendileri gibi cahil insanların gözünde) örtüdür!

Yukarıda bazı gözlemlerimi sıraladım. Yazdıklarımın hepsi ezik insanların ‘karakter’leri uzerineydi. Ben delikanlıca konuşanları severim. O yüzden bende öyle davranmaya çalışacagım ve açık konuşacagım: Günümüzden örnek vermem gerekirse, ‘Siyasi Islamcı’ların neredeyse hepsi tam manasıyla ezik! Su an siyasi güçte ellerinde oldugundan bir çogunun gerçek yüzü ortaya çıkmıştır! Nasıl dinin içini boşaltmış sahtekarlar oldukları… Devlet malını talan eden, yalancı, hırsız, arsız, yolsuz, torpilci oldukları… Vicdanlarını kaybetmiş, çapsız tipler oldukları… Bir duruşları da yok; bugün ‘ak’ dedigine, yarın çok kolay ‘kara’ diyebilirler! Sosyal medyada dolaşan örneklerinin bir çogu klavye arkasına saklanıp, kendilerini bir ‘adam’mış gibi takdim eden, rezil-kepaze-cahil-cüheladır!

IŞİD gibi terör örgütleri dahi ezik bir sürü hiç bir işe yaramaz, kendine dahi faydası olmayan, İslamın ‘İ’sini dahi anlamamış, ‘hiç oglu hiç’, serseri/ayyaş genci ‘İslam/müslümanlık’ adı altında toplayarak/kandırarak akıl almaz vahşetlere sevkediyorlar. Müslümanlıgı, kendi din anlayışının dışındakilerin (yani insanlıgın 99%’unun, müslümanların çogu da dahil) canlarını alma ve haklarını gasp etme yetkisini elinde bulundurma olarak gören zavallıların ülkemizi ve dünyayı yaşanmaz hale getirmeye çalıştıgı bu dönemde ‘aklı selim’e ve cesur entellektüel seslere, ama en çokta eziklikten (ve cehaletden) kurtulmaya ihtiyacımız var.

Burada saydıgım kötü hasletler sadece ‘ezik’ insanlara ait olacak diye birşey yok… Her kesimden kendini aşırı şekilde begenmiş, güç zehirlemesi yaşamış, bencil insanlarda bulunabilecek özelliklerden bazıları da yukarıda vardır… Ben burada sadece ezik insanlar üzerine odaklanmaya calıştım…

Peki ezikligimizi nasıl yeneriz? Kendi gözlemlerime göre (i) her ceşit (ırk, dil, din, mezhep, ideoloji farketmez) insanla tanışıp, onların fikirlerine de saygı duymayı (ve/yada tolere etmeyi) ögrenerek; (ii) Dünya klasikleri ve benzer literatürü okuyarak; (iii) Dünya’yı gezerek; (iv) Insanlarla kendimizi (mal-mülk-makam-başarı anlamında) kıyaslamayı bırakıp, herkesi kendi dünyasında bir ‘birey’ olarak degerli görerek; (v) Kimseye karşı kin-nefret-garez-haset beslemeyerek…

Hayatda çektigimiz sıkıntıları bir eziklik kaynagı olarak degil, güç kaynagı olarak görmeliyiz; ve mental olarak daha da güçlü hale gelmeye çalışmalıyız… Nietzsche’nin hakikat dolu “seni öldürmeyen şey güçlü kılar” sözü de (kuyuya düşen eşeğin menkıbesi gibi) bu anlamda manalıdır…

Bir dua ile bitirecegim: Allah ıslah etsin hepimizi; ve özellikle Islam alemini bu ‘eziklik’ten kurtarsın! Geçmişte çektigimiz ve bazılarını hala çekiyor oldugumuz eziyetlerin psikolojik (ve sosyo-ekonomik) prangalarından kurtarıp, kendimizi yeniden geliştirmenin ve ‘dirilme’nin yollarını göstersin! Amin!

PS: (Biraz ilginc bir gözlem olacak ama) Nedense ‘ezik’ tipler (bütün gün) Arabesk tarzı şarkılar dinlemeyi çok seviyorlar; keşke sadece bununla kalsalardı. (NB: Arabesk dinleyen herkes eziktir demek degil bu; yazdıklarım/söylediklerime ekstra anlamlar yüklemeyelim)

Bu yazım, eski Epidemik cehalet yazımla benzerlikler gösteriyor; o yüzden bazı konuları oraya havale ediyorum. Cünkü (bu tarz) ezikler, aynı zamanda cahildir!

PPS: Soruyorum; nezaket, incelik, etik ve insanlık bilmeyen; estetik, sanat, ilim/bilim ve zerafet düşmanı ‘islamcı’lara! Bu ayet size de inmedi mi?
“Siz, insanların iyiligi için ortaya çıkmış en hayırlı ümmetsiniz!” (Al-i Imran 3/110)

Fakat ayetin tam aksisiniz! Dünyanın her milletinden, ideolojisinden, dininden insan tanıdım; (siyasal) islamcılar kadar kaba, yalancı/takiyyeci, talancı, dolandırıcı, cahil, görgüsüz, hasetçi, vicdansız ve şiddet eğilimli bir güruh görmedim. Fakat bir veba salgını gibi Islam dünyasının her yerine yayıldı bu ideoloji; ve dünya kamuoyunda Islam’ın pak çehresini kapkara hale getirdi!

Biz müslümanların bu ‘islamcılık’ akınından bir an evvel kurtulması lazım artık! Firavuna dahi yumuşak dille konuşmamızı emreden Yaradanın (Taha 20/44); namaz kılmak için bile önce eşinden (Hz. Aişe annemizden) izin alan Peygamberin (sav) dininin mensupları olarak, nezaket, zerafet, incelik sahibi olmamanın da (ulema arasında) “günah mı? degil mi?” tartışılması lazım bence; çünkü bu iş böyle gitmez! Yukarıdaki ayetle şereflendirilmiş müslümanlara hiç yakışmıyor bu igrenç karakter(sizlik)ler!
Böyle giderse, ezik, hayatdan beklentisi kalmamış, depresif insanların, cahil-cuhelanın dışında kimse bu dine girmez (girmiyor da!); cahil-cuhelanın dışında kimse de bu dinde kalmaz.

Read Full Post »

Birçok kez şuurlu (farkında olarak, özellikle babam), ama çogu kez de farkında olmadan anne-babam bana (ve kardeşlerime) birçok hayat dersi vermeye çalıştılar; ve verdiler/ögrettiler. Istemek/çalışmak ayrı, başarmak apayrı… Bazı anne-babalar çocuklarını küçümseyip “anlamazlar” sanıyorlar, fakat çocuklar her zaman anne-babalarını gözlemlerler; ve çogu kez taklit ederler. Cocukken yaptıklarımız – zorla, sevdirilmeden ve/ya anlatmadan yaptırılmamışsa – sonradan karakterimizi etkiler; ve “kişi 7’sinde neyse, 70’inde de odur” deyimi çogu kez dogru çıkar. Ornegin çocugu döverek/zorla terbiye etmeye kalkarsan, yarın büyüyüp, size ihtiyacı kalmadıgında anne-babanın tüm ögrettiklerini terk edeceklerdir. Hadi o zaman da döv; tabi dövebiliyorsan!

Bu yazıyı sadece kendi gözlemlerimi paylaşmak için yazıyorum (tum önceki yazılarım gibi). Isteyen istedigini alabilir…

Babamla başlayacagım…

1- Ben kendimi bildim bileli kimsenin malında, parasında, makamında gözüm olmadı. Kendi işime-gücüme baktım; başarılı olmak için çabaladım ve Allah bana birçok insana nasip etmedigi başarıları (ve nimetleri) nasip etti. Bugün anlıyorum ki bunun babamın bize helal para yedirmesiyle birebir ilişkisi var. Ama gerçekten (tabiri caizse) kılı kırk yararak yaşadı; ve ‘gerçekten helal’ yedirdi. Yoksa sorsak herkes “çocuklarıma helal lokma yedir(iyorum)dim” der, ama kaç tanesi gerçekten helal yediriyordur, sayıları nispeten çok azdır kanaatimce. Mesela kişi ‘iş-veren’se, kaç tanesi işçisinin hakkını tamamıyla veriyordur. Işçi ise, kaç tanesi işini gerçekten düzgün bir şekilde yapıyordur. Kaç tanesi torpil yapmadan, hak ederek bir yerlere girmiştir (ya da haketmedigi bir iş için birilerini aracı etmiştir)? Konumuz bu olmadıgı için uzerinde fazla durmayacagım. Vicdanında herkes biliyor bu soruların cevabını – en önemlisi de Allah biliyor! Insan helalinden kazanınca, hem dünyevi manada, hemde vicdanen mutlu oluyor. Kanaat etmeyi, işini dürüst yapmayı, kimsenin hakkına girmemeyi, Allah’tan başka kimseye dünya namına veremeyecegin bir hesabının olmaması; bunlar çok önemli şeyler! Hayatdaki en önemli şeyin ‘mutluluk sahibi olmak’ oldugunun, ve bunu da ancak helalinden (dürüst) iş yaparak kazanabileceginin canlı şahidi oluyorsun.

2- Babam bize bunun kadar önemli başka bir şey ögrettiyse, o da sadece çok çalışarak önemli yerlere gelebilecegimizi ögretmesidir. Yurt dışında da yaşasan, fakir de olsan, farklı bir dinden-dilden-görünüşten de olsan, hakeden adamın önünü kimsenin alamayacagını ögretti. “Hakkım yeniyor” diye aglayıp sızlama yerine, gerçekten işe yarar bir adam olursan, kimse senin yerine başka ‘işe yaramaz’ bir adamı tercih etmez. Bir yerde olmazsa, başka yerde mutlaka alırlar. Bundan dolayı çok çalıştım; başkalarından fazla çalıştım; ve Allah’ın da izniyle hep başarılı oldum.

3- Babam ayrıca kimsenin evde sigara içmesine izin vermezdi – yaşlılara ve kendi kardeşlerine bile. (Ben ve hiçbir kardeşim sigara içmez.)

4- Amcalarımın/büyüklerimizin bizimle ilgilenmek ve bizi güldürmek için yaptıkları fakat kandırmalı şakalarına bile ciddi bir şekilde karşı çıkardı. Mesela bir parmagını gösterip “bu hangi sayı?” diye sorarlardı. Tabi “bir” derdik. Sonra iki parmagını birleştirip, “peki, bu hangi sayı?” diye tekrar sorarlardı; biz de “iki” derdik. Fakat amcam “hayır, bu ‘kalın-bir’” derdi. Biz de şaşırırdık. Fakat bunu babam gördügünde onlara dönup “çocukları kandırmayın” der, sonra da bize dönüp “hayır kızım/oglum, siz dogrusunuz; evet bu da ‘bir’” derdi.

 

Anneme gelecek olursak…

Babam genellikle, çocukluk yıllarımızda bizimle fazla (istedigi/istedigimiz kadar) ilgilenemedi. Cünkü hem çalıştı-para kazandı, hem okudu (doktora yaptı), hem bize baktı; başkalarının işleriyle de (yardım etmek için) çok ugraştı. Cok fedakar bir insandı. Bu yüzden neredeyse hayatının her döneminde çok yogun bir hayat yaşadı.

1- Bundan dolayı bizimle genellikle annem ilgilendi; ve çocukken ne ögrendiysek çogunu annemizden ögrendik. Annemin üniversite diploması yoktu fakat kendisini çok iyi yetiştirmiş bir insandı. Babam fedakarlık ve cefakarlıkta ‘bir’se, annem (nispeten) ‘on’du. Bize okumamızı, kötü alışkanlıklardan uzak durmamız ve vatana-millete-insanlıga faydalı insanlar olmamız gerektigini bıkmadan-usanmadan anlatarak, bizim yaramazlıklarımıza sabrederek, büyük fedakarlıklar yaparak ögretti; ve bu öğretileri içimize adeta işledi. Bizimle çok yakın bir bağ kurdugundan (korktugumuzdan degil) ona karşı saygısızlık yapmaya çocukken bile uzak dururduk. Bu yüzden bize bazen ufak hatalarımızdan dolayı kızdıgında bile karşı çıkmazdık. Mesela üzerimde azıcık sigara kokusu bile olsa çok kötü kızardı. “Yok anne biz degil, arkadaşlar içti” desek te, “o zaman, o arkadaşlarından uzak dur!” derdi. Agzımızdan küfür çıksa ve/yada ‘edep dışı’ sayılacak olayları konuştugumuzu duysa hemen kızardı. Hem de çok! (Ailemizde agzı küfürlü kimse yok)

2- Fakir degildik çok şükür; evde (memur maaşıyla) tek parayı kazananın babaların oldugu her Türk ailesi gibiydi bizim durumumuzda – yani ‘orta hal’ denebilir. Fakat çok kanaatkar bir aileydik. Annem ögretti bunu da bize. Belki farkında dahi olmadan… Bunun ne kadar önemli oldugunu şimdi anlıyorum. Eger zengin/kalbur-üstü bir aileden gelmiyor ama hayatda gerçekten başarılı olmak istiyorsanız, nispeten çok çok daha az *hata yapma şansınız/hakkınız oluyor. Cok şükür bugün (genç ve nispeten başarılı bir akademisyen olarak) dönüp baktıgımda (Allah’a karşı verecek çok hesabım var fakat) dünya namına hesabını veremeyecegim bir suçum, yüz kızartıcı bir halim ya da bilerek hakkına girdigim/yarı yolda bıraktıgım bir insan hatırlamıyorum. Genç yaşıma ragmen kanaatkar olmanın ve (çapım yettigince) haramdan/kul hakkından uzak durmanın başarılarımda ne kadar büyük bir payının oldugunu yeni yeni anlıyorum. Insanlar kısa zamanda ‘köşeyi dönmenin’ peşinde koşarken, ben sabırla okudum, çalıştım, ve bir çogunun (akademik olarak) başaramadıgını başardım…

 

Ne annem, ne de babam, bizi hiç bir zaman kısıtlamadılar. Dindar olmalarına ragmen, dindar insanların çogu kez başaramadıgı ‘açık görüşlü olmayı’ başardılar; ve bize de tembihlediler. Kesinlikle “şunu-bunu yapma” demediler. “Her işin bir adabı vardır, adabına gore yapın” dediler. Babam bana hep “Mesut bey” diye hitap ederdi. Bir şey sordugumda ya da kendisine muhalefet ettigimde “ya Hu napacan?” ya da “git işine yorgunum şimdi!” demek yerine, bana anlatmaya çalışırdı. Bana hep bilginleri, bilim adamlarını ve alimleri örnek gösterirdi. Kendilerinden birşeyler ögrenebilecegim, kaliteli ve ahlaklı insanlarla tanıştırırdı. Şaka yollu da olsa, sınavlarımızda 95’te alsak, “neden 100 almadın?” diye tembihlerdi… Bu sayede belki de rehavete düşmemizi engellemeye çalışırdı.

Son olarak, annemin de, babamın da agızları hep dualıdır. Duaları sayesinde hep önümün açıldıgını gördüm hayatta. Bunun da onemini yeni yeni anlıyorum; ve herkese tavsiye ediyorum “anne-babanızın duasını alın mutlaka” diye.

Tabi “hatasızdılar” ya da “mükemmeldiler” demiyorum. Onlar da gençti; kimse onlara ‘anne-babalık nasıl yapılır?’ı ögretmedi. Onlerinde öyle çok iyi örnekler de yoktu. Hem babam, hem annem devamlı güçlü olmak zorunda kaldılar. Ne kadar güçlü de olsalar, bazen yorulmuş, bazen ‘tepeleri atmış’, ve (bize ya da birbirlerine) kendi yüksek seviyelerine yakışmayacak bir-iki davranışta bulunmuş olabilirler… Fakat kendilerini hep geliştirdiler; ve zamanla bazı şeyleri daha iyi yapmaya ve bizlere karşı daha sabırlı ve toleranslı davranmayı ögrendiler. Fakat yaptıkları tonlarca iyi iş karşısında, bir-iki ufak hatayı hatırlatmak hakkaniyetli bir davranış olmaz. Ayrıca onları eleştirmek haddime degil.

Allah onları başımızdan eksik etmesin!

*Bu durumda olmanın en büyük handikapı , arkadaşlarının çogu ‘gelecegi parlak olmayan’ tipler oluyor. Suç, kötü alışkanlıklar, cehaletden doğan ahlaksızlıklar vs. diz boyu. Allah korudu bizleri!

 

PS: Bizim kültürümüzde, genel olarak anne ‘terbiyeci’, baba ise ‘rol model’dir çogu zaman. Insana terbiye sınırlarını, adabı ve kanaati anne öğretir; baba ise çocuklarının onünü açar (ya da kapatır) ve büyük işler başarabileceklerine inandırtır onlara (ya da bu inancı bitirir ve çocuk ‘ezik’ bir tip olur)!

Read Full Post »

« Newer Posts - Older Posts »