Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘turk’

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve ‘cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz.



Az İş Çok Laf – Bölüm 1: Mesut’un ‘Karen Öğretmen’ Tweeti ve Maradona’nın vefatının düşündürdükleri (28/11/20)

Host: Fikri Çiçek (Twitter) ve Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog)

Bu bölümde Mesut’un 25 Kasım’da attığı (aşağıdaki) tweetin Türkiye sosyal medyasında en çok ‘like’ alan tweetlerden biri olması ve (Cezmi Kalorifer, Saykodeli paylaşımlar gibi milyon+ takipçili) ünlü Instagram hesapları tarafından da paylaşılmasının muhtemel nedenlerini ve Maradona’nın vefatının bize hatırlattığı diğer üzücü ünlü vefatlarını konuştuk

Not: Metehan’ın (£1.9 milyonluk) Zolgensma tedavisi için gereken para toplandı

Az İş Çok Laf – Bölüm 2: Yakında! Podcastimizi SpotifyYouTubeiTunes ya da Google Podcasts‘ten takip edin!


İntro müzikleri

Altın Gün – Goca Dünya
Umudumuz Şaban’dan bir sahne

Öneri, soru ya da reklam için: coklafazis.podcast@gmail.com

Podcast episode edited by: Tarık Gönen, Mesut Erzurumluoğlu & Fikri Çiçek

Read Full Post »

Gönül muhabbet ister podcast bahane! 🙂
Genelde, başarılı, bilgili ve cool’ insanlarla hafif konularda muhabbet ediyoruz. Twitter’da #AzIsCokLaf hashtagini kullanarak öneride bulunabilirsiniz. (Not: Yavaş konuştuğumuzu düşündüğünüz bölümlerde Spotify ya da Youtube’un 1.2x hızlandırma özelliğini kullanabilirsiniz)


Az İş Çok Laf – Podcast Trailer

Hostlar: Mesut Erzurumluoğlu (Twitter|Blog) ve Fikri Çiçek (Twitter)

Tanıtımdaki bölümler: Sırayla Bölüm 3 (Kerem Aydın), 2 (Yusuf Karadaş) ve 4 (Fahri Karakaş)

Bizi Twitter‘dan takip edin!

Podcast tavsiyelerimiz için: ‘Bölüm 0’ı dinleyiniz (sonunu) ya da detayları okuyunuz

İntro müzikleri:

Kemal Sunal’ın ‘Umudumuz Şaban’ filminden bir sahne

Altın Gün – Goca Dünya


Yeni logomuzun dizaynı için Ayşegül Babalı’ya (Instagram|Twitter) çok teşekkür ediyoruz!

Read Full Post »

Ne en güçlü, ne de en zeki olanlar hayatta kalır… Hayatta kalanlar değişime en çok adapte olabilenlerdir.” – Charles Darwin’in söylediği iddia edilir


Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?

Twitter’da gördüm sanırım: “Aynı soru sana üç defa sorulduysa bir blog yazısı yazma vakti gelmiştir”e benzer bir cümleydi. Ben de “Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?” ve benzeri sorularla pek çok defa karşılaştıktan sonra birşeyler karalamaya karar verdim. Leicester Üniversitesi’nde çalışırken bunun onda biri dahi sorulmamıştı 😉

Doktora öğrencilerine, doktorayı yeni bitirenlere ve akademik kariyer düşünen gençlere yönelik uzun bir doküman hazırladım. Az da olsa ingilizce terimler kullandım ama merak eden herkes okuyabilsin diye elimden geldikçe azaltmaya çalıştım (Not: iyi derecede ingilizce bilmeyenlerin iyi üniversitelere girmesi, hasbel-kader girdiyse de oralarda tutunması zor).

Okuyacağınız herşey benim şahsi düşüncelerim ve hiçbirine katılmak zorunda değilsiniz. Eminim yazdıklarımda hatalar ve eksikler olacaktır; bunları da bana bildirirseniz dökümanı hep beraber geliştirmiş oluruz. Katkıda bulunanlara da bir şekilde değineceğim. Şimdiden teşekkürler!

Darwin’e atfedilen yukarıda paylaştığım hakikat dolu sözle bir bağlantı kuracak olursam, evet, bir akademisyen için çok akıllı/zeki olmak bir avantajdır. Ama oyunun kurallarını (örneğin ‘arkadaşlarım/hocalarımla aramı nasıl iyi tutarım?‘, ‘iyi makale nasıl yazılır?‘, ‘nasıl fon getiririm?‘i) öğrenmek ve onlara göre adapte olmak da en az o kadar önemli – özellikle akademide oldugu gibi ‘oyun’un kuralları devamlı degişiyorsa… İşin bu kısımlarına da vakit harcayın.

Aşağıdaki dökümanda “Doktora sürecinde nelere dikkat etmeliyim?”, İngiltere’de akademik kariyer opsiyonları, “CV ve ‘Personal statement’ nasıl hazırlanır?“, ‘mülakat anı, öncesi ve sonrası neler yapmalıyım?‘, tez yazarken dikkat edilecekler, makale yazarken dikkat edilecekler ve prosedür, “Hocanızla ilişkiniz nasıl olmalı?” gibi konularda bilgiler ve tavsiyelerim bulunuyor. Umarım yardımcı olur. İlgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınıza da yollarsanız sevinirim.

Ek olarak ilgili video ve tweetler:

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Biyomühendislik ve Elektronik Mühendisliği lisans öğrencilerine sunum (13 Mayıs 2020)
Brit-Iş TV’den Ergin Balabeyoğlu’na verdiğim kısa roportaj
Rafşan Çelik’le Cambridge Üniversitesinde Akademisyen Olmak ve İngiltere’de Yaşam, Kültür ve Akademik Hayat uzerine (Instagram üzerinden*) söyleşi yaptık (3:38’de başlıyor).


Ingiltere’de üniversiteler – genel kurallara uyma dışında – devletten bağımsızdır. Örneğin hepsi kendi fonunu kendi bulur, yani büyük bir şirket gibi işlerler. Fakat en büyük fon 7 senede bir devletten gelir – üniversitelerin başarı seviyesine göre. Bu da onunla ilgili bir Tweet zinciri
Kıymetli Prof. Hikmet Geçkil Hocamın da bu dokümanı tavsiye ettiğini gördüm ve mutlu oldum. Umarım faydalı olmuştur

Read Full Post »

Genetik_epidemiyoloji_alani_mesut_erzurumluoglu

Genetik alanının genel olarak alt-dalları. 15-20 yıl önceki “Genetik”le şimdiki genetik çok farklı ve bir sürü alt-dala ayrıldı. Belki de son 10-15 yılda ortaya çıkan Genetik Epidemiyoloji alanında çalışan ve bütün günü bilgisayar başında geçen bir araştırmacı olarak ben de “genetikçi”yim, tüm günü laboratuvarda geçen ve fare genetiği üzerine çalışan bir araştırmacı da. Not: Yazının genetikle ilgili bölümüne geçmek isterseniz direk “Bu girişten sonra asıl meselemiz olan “genetiğin reklamına” dönecek olursak…” diye başlayan kısma geçin.

Türk (ve Britanyalı) bir bilim insanı olarak halkımızın bilimle fazla ilgilenmemesine çok kızıyorum. Hatta akademisyenlerin/araştırmacıların dahi fen bilimleri ve/ya da sosyal bilimlerden çok siyasetle içli-dişli olması beni çıldırtıyor ve ülkem adına ümidimi kaybediyorum. Fakat kendi kendime “bir bilim insanı olarak bunun değişmesi için neler yapıyorum?” diye düşündüğümde haftada bir gün birkaç Türk gence özel fen/matematik/ingilizce dersi vermenin ve sağda-solda gençlere verdiğim konuşmaların dışında fazla birşey aklıma gelmiyor. Bunun üzerine “belki bir-iki kişi okur/çocuklarıyla paylaşır” düşüncesiyle bilimin her türlüsünün, özellikle de genetiğin reklamını yapan bir blog yazısı yazmaya karar verdim. Genel olarak bilim üretmenin önemi üzerine fikirlerimi sunduktan sonra, kendi alanım olan Genetik/Genetik Epidemiyoloji’ye doğru bir geçiş yapacağım. Kendim de nispeten genç ve daha yolun başında olduğum için (yaş 30) sözlerim daha çok lisans öğrencisi ve üniversite-öncesi yaşlardaki arkadaşlara yönelik olacak; hızlıca yazdığımdan daha olgun okurlarım için çiğ bir yazı olarak görünebilir. Ayrıca, istediğimden uzun bir yazı oldu maalesef. Isterseniz sonraki iki paragrafı okumadan direk “Bu girişten sonra asıl meselemiz olan “genetiğin reklamına” dönecek olursak…” diye başlayan kısma geçin.

Belki sıkıcı, yavan ve klişelerle dolu olacak ama önemli gördüğüm bir girişle başlayayım: Tüm gün siyaset, futbol/dizi ve komplo teorileri hakkında konuşan milletlerin, tüm insanlığı geçtim, kendi ülkelerine dahi bir fayda sunmaları imkansız. Bu milletler bir süre ülkenin kendi yeraltı/üstü kaynaklarından faydalanıp, onları tükettikten sonra, her alanda dışa bağımlı olmak zorunda kalırlar. Maalesef, Türkiye de bu konuda epey bir yol kaydetmiş durumda: Teknoloji, tıp ve diğer önemli bilim alanları adına çok birşey üretmediğimizden dolayı, hemen hemen her ilaç, teknoloji ve sistem/bilgiyi dışarıdan ithal ediyoruz. Haliyle belki 5 liraya üretilen elektronik eşya/sistem/ilacı 100 liraya satın alıyoruz. Ayrıca, o kadar para harcamamıza rağmen, “know-how”, yani bir işi düzgün bir şekilde yapabilme ve daha da geliştirebilme özelliğini de kazanamıyoruz. İşler böyle gittiği sürece de ilelebet fahiş fiyatlar ödemek zorunda kalacağız. Devlet insanına ve bilime (research & development) yatırım yapmadığından, ülkenin ekonomik olarak alım gücü zayıfladığı an, büyük krizler kapıdan içeri girecek ve normalden de daha büyük tavizler vermeden, bir sürü maddi-manevi sıkıntı çekilmeden ve on yıllar kaybedilmeden aşılamayacak. Özellikle biriken borçlarla gelecek nesillerin emekleri ve imkanları çalınacak. Bilimin önemine en güzel örnek iki tane dünya savaşı geçirip, ikisinde de düşman tarafından dümdüz edilmiş Almanya’nın nispeten kısa bir sürede kendine gelmesi ve şu anda dunyanın en büyük teknoloji, ilaç ve bilim üreten ülkesi olması – çünkü (dünyanın her yerinden gelmiş) bilim insanlarını baş üstünde tutan bir millet. Tüm dünya ekonomik krizle boğuşsa dahi, kendi başına ayakta kalabilecek belki de tek ülke. Bilim insanlarına atalarının yaptığı hataları analiz ettirdikten sonra, aynı hataları tekrarlamadan yollarına devam etmişler. Hem sosyal olarak, hem de teknolojik olarak gelişmişler. “Bizim atalarımız hata yapmaz” bağnazlığından kurtulup (örnek: Kemalisti de, Islamcısı da, Ulkücüsü de tiksindirici şekilde geri kafalı bu konuda), bu savaşları çıkaran ve ülkeyi her türlü krize sokan nesillere ise lanet okuyorlar. Almanya o günlerde olanlardan dolayı hala bazı ülkelere tazminat ödüyor. Biz de ise başımıza ülke olarak gelen olaylar bilimsel olarak araştırılmadığından tarih hep tekerrür ediyor – hep aynı hatalar, aynı krizler…

bilim_avam_din_mesut_erzurumluoglu

‘Bilimsel tartışma’ ve ‘Avamın tartışması’na basit bir örnek. “Bilimsel tartışma nasıl yapılır?” bilmeyen bir insanın hayata bakışıyla, bilmeyen arasındaki farkı az/çok ortaya koyuyor…

Bunları yazmamın sebebi ise eğer bilim insanı olmanın çok da önemli olmadığını düşünüyorsan, yanıldığını hatırlatmak içindir – her ne kadar da arkadaşlarının hepsi futbolcu olmak istese ya da etrafındaki insanlar tüm gün futbol/dizi hakkında konuşsa da… Bana göre bilim insanları dünyanın en çok ihtiyacı olduğu grup. Büyüdüğünde bakarsın: değerin Türkiye’de anlaşılmazsa, Amerika, Almanya, Ingiltere gibi dünyanın en gelişmiş ülkelerindeki gruplar değerini bilecektir. Gelişmiş dünyada her zaman iş bulabilecek bir insan olacaksın. Hele bir de her akademik grubun ihtiyacı olan bir yeteneğe sahipsen (fen bilimleri için genel bir örnek: ‘big data’ analiz/data science, sağlam istatistik bilgisi). Bu fırsatı başka hiçbir iş alanında kolay kolay bulamazsın. Ayrıca dünyaya ve hayata karşı bakışın ise çoğu insandan daha farklı ve kapsamlı olacak. Bu ise bana göre bir insanda paha biçilmez bir özellik. Hayatta sadece bilim insanlarının gördügü düzen ve desenler var ve bunların en azından bir kısmını görmeden ömür tüketmek çok büyük bir kayıp. Bu konuyu önceden paylaştığım Entelektüeller neden sevilmezler?, Din, bilim ve bilim adamları ve Duya duya gına geldi arkadaş gibi yazılarıma havale ediyorum. Özetle, ileride bir “bilim insanı” olmanızı tavsiye ediyorum.

dna-ve-genetik-kod-konu-anlatimi-8-sinif-fen5-1

Bir insanda 50-100 trilyon (100,000,000,000,000) hücre var (bunların %90’ı bakteri) ve inanılmaz bir şekilde, bir ignenin ucundan bile onlarca kat küçük olan (insan) hücrelerinin her birinin içinde yaklaşık 2 metre uzunluğunda DNA bulunuyor. Image source: fenogretmeni.net

Bu girişten sonra asıl meselemiz olan “genetiğin reklamına” dönecek olursak: ben çocukken genetik “geleceğin mesleği”ydi. İşin garibi şu anda da geleceğin meslekleri arasında yer alıyor. Fakat ufak bir farkla: ben çocukken, “çocukken” dediğim de daha 15 sene öncesi, genetik alanı çok genel olarak “insan genetiği/klinik genetik”, “model organizma ve hayvan/bitki genetiği” ve “adli genetik” olarak üçe ayrılıyordu ve çoğunlukla genetik denince akla beyaz önlüklü, laboratuvarda çalışan ve ufak tüplerde bazı sıvılar karıştırıp bunları değişik jellere yerleştiren insanlar akla geliyordu. Şimdi ise laboratuvarda çalışan insanlar hala olsa da, artık genel olarak laboratuvardaki işler kolaylaştığından, beyinden daha çok el mahareti önemli hale geldi ve tabir-i caizse, bu tarz “ayak işlerini” çoğunlukla akademisyen/araştırmacı olmayan “teknisyen”ler yapıyor. Akademisyenler/araştırmacılar ise asıl beyin gerektiren işlerle uğraşıyorlar ve her işlerini artık bilgisayarda hallediyorlar. Örneğin ben DNA fingerprinting’in (DNA parmak izinin) bulunduğu Leicester Üniversitesi’nde Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı (KOAH) üzerine çalışan bir Genetik Epidemiyologum ve kariyerim boyunca, doktora projemin ufak bir bölümü dışında hiç laboratuvarda çalışmadım – laboratuvarda çalışmayı da hiç sevmedim. Şu anda bir araştırma görevlisi (Postdoctoral Research Associate) olarak günlük işim yüzbinlerce insanın genetik (kişi başı milyonlarca mutasyona/genetik varyanta tekabül ediyor) ve (kişinin yaş, cinsiyet, sigara içip-içmediği gibi) fenotipik datasını “süper bilgisayar”ları kullanarak istatistiki olarak analiz etmek. Bu sayede insanları KOAH’a meyilli hale getiren genleri ve varyantları tespit etmeye ve bulduğumuz genlerin arasından biri “bir KOAH ilacına netice verir mi?” diye araştırmaya çalışıyoruz. Ayrıca yaptığımız analizlerden ne çıkacağı belli olmadığı için her sabah işe kalktığımda “ya Hu yine mi iş?” diye iç geçirmiyorum. Bir buluş yaptığımız zaman ileride insanlara bir ilaç olarak dönebileceğini düşünmek ise insanı manevi olarak mutlu ediyor. Genetik Epidemiyoloji alanı, diger alanlar gibi, çok hızlı ilerlediğinden belki her hafta ses getiren bir makale çıkıyor ve onları okuyunca insanın içi açılıyor ve geleceğe dair bazı hastalıkların tamamen tedavi edilebilmesi adına umudu artıyor.

mesut_erzurumluoglu_circos_plot_manhattan_gwas_lung_function

Bir ‘Circos’ çizimi (Circos plot). Teknik detaylara fazla girmeden, bu çizimde genomumuzda hangi bölgelerin KOAH tanısı için kullanılan FEV1, FVC ve FEV1/FVC’yle istatistiki olarak korelasyon gösterdigini görebiliyoruz. Çizimde bulunan her nokta – milyonlarca var – DNA’mızda bir varyanta tekabül ediyor ve noktalar yüksekse, orada bulunan genlere (isimleri dış dairede) sonraki araştırmalarımızda öncelik veriyoruz.

Bunları anlatmamın sebebi ise, diyelimki, lisede notların iyi ve üniversitede genetiği kazanma hakkı kazandın ama “kariyer olarak genetiği sevecek misin?” tam bilmiyorsun. Şimdiden sana seveceğini söyleyebilirim. Çünkü ilk figürde de göreceğin gibi genetik o kadar büyük bir alana dönüştüki Avrupa ve Amerika’da artık birçok üniversitenin Genetik departmanı Biyoloji departmanından ayrı. “Saf genetik” diye bir alan artık yok denebilir – çünkü genetiğin bir sürü birbirinden çok uzak alt-dalı (sub-field) oluştu. Bu yüzden ben de “genetikçiyim” dediğimde aslında işin kolayına kaçıyorum demektir. Genetik alanını bilen birisi bana “tamam da; genetikte hangi alandasın?” diye sorar çünkü başka bir “genetikçi”yle çok farklı konuları çalışıyor, çok farklı teknikler kullanıyor olabiliriz. Bu yüzden genetiği seçtikten sonra kendi kendine düşünmeli ve şimdi sıralayacağım alt-dallardan birine doğru ilerlemelisin:

  1. Eğer, daha çok çocuk yaştayken ortaya çıkan, Kistik fibroz (Cystic fibrosis) ve Akdeniz atesi (Mediterranean fever) gibi 100% genetik hastalıklar üzerine çalışmalar yürütmek istersen Klinik Genetik* (Clinical Genetics) alanını düşünebilirsin;
  2. Benim şimdi yaptığım gibi kanser, diyabet, obezite, KOAH gibi daha kompleks (hem genetik, hem sigara/alkol/hava kirliliği gibi çevresel etkenlerin önemli olduğu) hastalıkları çalışmak ve potansiyel olarak milyonlarca insanın hayatına katkı sağlama fikri hoşuna gidiyorsa Genetik Epidemiyoloji;
  3. CSI (Crime Scene Investigation) dizisindeki gibi cinayetlerin çözümünde yer almak istiyorsan Adli genetik (Forensic genetics);
  4. İnsanlık tarihini etkileyen eski caglardaki büyük savaşlar, göçler gibi olayları genetik ve tarihsel olarak çalışmak istiyorsan Popülasyon genetiği (Population genetics);
  5. İnsanlar üzerinde genetik deneylere izin verilmediği için insanlardaki bazı gen/protein/biological pathway’lerin üzerine çalışmak adına (insana genetik olarak en cok benzeyen hayvanlar olan) maymun, (fizyolojik olarak insanlara çok benzedikleri ve maymunlar üzerinde calışmaya nazaran daha ucuz ve etiksel oldukları için) fare/sıçan (murine), yuvarlak kurt (nematode), sirkesineği (Drosophila melanogaster) ya da zebrabalığı (developmental biology/gelişim biyolojisi) genetiği;
  6. Bakteriler ve menenjit gibi bakteriyel enfeksiyonları çalışma adına Bakteri genetiği (Bacterial genetics);
  7. Virüsler ve grip virüsü gibi virüslerle ilgili enfeksiyonlarını çalışma adına Virüs genetiği (Viral genetics);
  8. Mantarlar ve kandidiaz gibi enfeksiyonları çalışma adına Mantar genetiği (Fungal genetics);
  9. Bitkiler üzerine çalışmak ve/ya da insan nüfusu arttığı için ileride yemek bulmanın problem olmaması adına bitkilerin verimliliğini arttırmak istiyorsan Bitki genetiği (Plant genetics);
  10. Eski canlılar üzerine çalışmalar yürütmek istersen Paleogenetik (Palaeogenomics);
  11. Canlıların evrimi üzerine çalışmak istersen (ilk figürde olmayan) Evrimsel genetik (Evolutionary genetics)
  12. Çok büyük genetik dataların en iyi şekilde analiz edilmesini ve anlaşılmasını kolaylaştırmak istersen Biyoistatistik (Biostatistics) ya da
  13. Biyoenformatik (Bioinformatics)

alanlarında çalışabilirsin. Ayrıca, yeni dönemde (büyük ihtimalle bu sistemi bulanlara Nobel kazandıracak) CRISPR-Cas9 tekniğiyle insan genlerini dahi editlemeye/düzenlemeye başlayacaklar ve bir sürü hastalığı meydana getiren mutasyonları insanların genomlarından silecekler. Klonlamadan, kök hücre teknolojilerinden, gen terapilerinden, epigenetikten vs. hiç bahsetmedim bile. Yukarıda bahsettiğim her alt-dalda inanılmaz gelişmeler oluyor ve bu yüzden bana göre genetik alanı içinde her tür insanın beğeneceği bir alt-alan bulunabilir. Bulamıyorsan, iyi araştırmıyorsun demektir.

Bu yazımda “genetikçi” (aslında genetik epidemiyolog) olduğum için genetiğin alt-dalları üzerine detaylar verdim ve reklamını yaptım ama yukarıda söylediklerim artık birçok sosyal bilim ve fen bilimi için de geçerli**. Fakat büyük devletler genetik ve biyokimya alanına çok büyük paralar akıttığı için iş ve çalışacak proje bulma sıkıntısı çekmeyeceksiniz.

Umarım biraz fedakarlık yapıp, bilim insanı olmaya karar verirsiniz; çünkü halkımızın siyasetin kısır döngüsünden kurtulmasını bana göre ancak bilim insanları ve entelektüeller sağlayabilir. Ama binde birlerden yüzde birlere çıkması ve onlara karşı bakış açısının değişmesi ve önemlerinin artması lazım. Tabi genetik alanına girmeye karar verirseniz ekstradan mutlu olurum. Umuyorumki fikir dünyanızın gelişmesiyle doğrudan etrafınızdaki insanlara ve öğrencilerinize; yazdığınız kaliteli makalelerle ise tüm insanlığa faydanız dokunacak.

Gelecek sorulara vs. göre bu tarz yazıları yazmaya devam etmek istiyorum. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

DNA by the numbers_Life_Technologies

DNA’yla ilgili ilginç anektodlar (‘DNA by the numbers’ by Life Technologies)

*Doktoramda Suudi Arabistan’daki akraba evlilikleri üzerine çalışmıştım ve yaptığım çalışmalar daha çok Klinik genetik alanına katkı sağlamıştı. Şimdi ise Genetik Epidemiyoji alanındayım. Makalelerime Google Scholar hesabımdan bakabilirsiniz.

**Biyoloji, Bilgisayar mühendisliği, Kimya, Fizik ve Matematik’le ilgili (ingilizce) videolar için tıklayınız.

epidemic-emerging_threats_nature_hiv_ebola

Epidemik haline gelebilecek hastalıklar. Bunların herhangi birine çare buldugumuz vakit, milyonlarca insanın hayatını kurtarmış olacagız. (‘Emerging Threats’ graphic by Nature. Source URL: http://www.nature.com/news/how-to-beat-the-next-ebola-1.18114)

PS: Genetik Epidemiyoloji alanında grup olarak yaptığımız araştırmaları özetleyen bir (ingilizce) yazım için tıklayın: Searching for “Breathtaking” genes. Literally! (Jun 2016)

Read Full Post »

PDF versiyonu için tıklayın:

Önemli not (13/04/20): Evrim teorisine inanan, daha doğrusu, çok kuvvetli delillerin olduğunu gören/ögrenen/bilen, bir müslüman (ilgilenenler için ‘Neden ve nasıl bir müslümanım?’ bölümü en altta) ve bilim insanı olarak bu yazıyı Şubat 2018’de (bugün yazsam biraz farklı bir dil kullanırdım ama) evrime ve evrim teorisine inanmayan müslümanlar için paylaştım. Fazla genetik terim kullanmadan, herşeyi kendimce basitleştirdim (önerilere açığım)… Teknik bilgi ve detay isteyenler en yeni evrimsel biyoloji kitap ve makalelerini okumalı. İngilizce bilenler zaten benim yazımdan ziyade direkt Richard Dawkins’in ‘The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution’ kitabını okusun.

Baştan sona (dipnotlar da dahil) okumayanlar lütfen cevap yazmasın çünkü özellikle giriş kısmı fazla basitleştirildiğinden yanlış anlaşılabilir.


02_EVOW_END
Tree of life’ (Hayat ağacı) – karşılaştırmalı DNA analizi yapılarak oluşturulmuş bir figür. İnsanlar (Homo sapiens) ‘Opisthokonts/Animals’ grubunun içinde, çünkü genomumuz ve hücrelerimiz en çok onlarınkine benziyor. Hatta bize genetik olarak en yakın türlerden biri olan şempanzelerle genetik dizilişlerimiz çok yüksek oranda benzerlik gösteriyor ve bizdeki genlerin >%90′ının aşağı-yukarı aynısı onlarda da var. Ayrıca virüsten bakteriye, bitkilerden insana kadar her canlının aynı genetik malzeme/aparat/kod olan DNA’yı kullanıyor olması hala kafamın almadığı birşey ve bu – tek bir Yaratıcının olduğuna inancımı güçlendirmekle beraber – her canlının evrimsel bir ‘aile’nin bir bireyi olduğunu da kanıtlıyor (Image source URL: evolution-textbook.org)

Nerede okudum hatırlamıyorum fakat “bir soru sana üç kez sorulduysa artık blog yazısı yazma vakti gelmiştir” gibi birşey okumuştum birkaç ay önce. Hoşuma gitmişti ve “ben de zamanım oldukça böyle yapmaya çalışacağım” diye kendi kendime karar vermiştim.

Genetik mezunu olduğum ve şimdiki araştırmalarımda da insan genetiğiyle* ilgilendiğim için neredeyse her tanıştığım (özellikle islami camiadan) insan bana evrimden bahsediyor ve fikrimi soruyor. Belki de 30-40 defa aşağı-yukarı aynı şeyleri söyledim son birkaç sene içinde. Birçoğu cevabımı beğenmeyip bir daha yanıma yaklaşmadı ama olsun 😊 Önemli değil. Insanlara kendimi beğendirmeye çalışmayı yıllar önce bıraktım. Insanların da biraz başka fikirlere açık olması, “benim bildiklerim de belki yanlış olabilir” diyebilmesi lazım ama neyse; konumuz bu değil…

Evrim teorisi ve İslam dini/Tanrı inancı konusunda söylenecek çok şey olsa da kısaca fikirlerimi buraya dökmek istiyorum. Önce bilim dunyasındaki gözlemlerimi sıralayacağım, sonra da kendi fikirlerimi ekleyeceğim:

Gözlemlerime göre Avrupa’da biyoloji ve fizikle ilgilenen bilim insanları arasında evrim teorisine hiç inanmayanların sayısı belki de binde bir. Bunların hemen hemen hepsi evrim teorisini çok mantıklı buluyor ve (benim gibi) aralarında Tanrı’ya inananları dahi Tanrı’nın ilk canlıyı yarattıktan sonra diğer milyonlarca türü evrim mekanizmasını kullanarak yaratmış olabileceğine inanıyorlar. Evrim teorisini mantıklı bulmalarının sebebi ise “İslami” kesimden birçok kez duyduğum “vicdanlarında doğruyu biliyorlar ama nefislerine yenilmişler” gibi saçma-sapan bir sebepten dolayı değil, farklı metotlarla elde edilmiş tonlarca datayı analiz ettikten sonra (bir ’empiricist’ olarak) teorinin doğruluğuna gerçekten inanmalarıdır.

Bilimsel bir teoriyi yıkmanın yolları belli – yine bilimle. Ve korkmayın sizden, benden daha akıllı insanlar da bu teoriyi yıkmak ya da geliştirmek adına her tür soruyu sordular ve deneyi yaptılar. Fakat Evrim teorisi bu bilimsel ‘saldırılardan’ daha da güçlü çıktı.


Basit bir şekilde ‘Evrim’ nedir (sağ-alttaki)? Ne değildir (sağüstteki)? Bütün canlılarla – maymunlarla da – akrabayız ama maymundan gelmedik! Figurde de görüldüğü gibi evrim teorisine göre ortak bir atamız vardı (Source: matthewbonnan.wordpress.com).
(Not: ‘Harun Yahya’ grubunun ‘Atlas of Creation/Yaratılış atlası’ adlı bir kitabı vardı ve daha 20’nci sayfada fecaat bir evrimsel ‘ara form’ tanımı vardı orada – tabi yanlış olduğunu genetik okuduktan sonra anladım: evrim varsa, sözde bir denizyıldızı başka bir balık türüne dönüşmeliydi. Ondan esinlenerek ekledim bu figürü çünkü gençken benim de tüm bilim insanlarına karşı güvenimi sarstı bu tarz kitaplar)

Bu konudaki fikirlerime gelince; öncelikle bilim öğrendikçe bize çocukluktan dayatılan (8., 9. ve 10. yüzyıldan kalma ortodoks Sünni) din anlayışının hayat ve hakikatin karşısında bayağı basit kaldığını daha net görüyor insan. Basit bir örnek olarak: itikadi olarak Ehl-i Sünnet mezheplerden biri sayılan Eşariliğin ilk ortaya çıktığı 10. yüzyıl Irak’ına gelecekten bir (müslüman) bilim insanı gelip “Hocam aslında doğmadan çocuğun cinsiyetini öğrenebiliriz, çünkü Y-kromozomu belirliyor bir çocuğun erkek ya da kız olacağını (Allah’ın yarattığı bir mekanizma bu!)” dese ve buna karşılık “sus kafir! sadece Allah bilir ve belirler herşeyi!” cevabı verilse (ve sonra da “itikadi bozuk!” ya da “fitne yayıyor!” diye taşlansa) herhalde şaşırmayız birçoğumuz. Başka (basit ve yukarıdakinden farklı) bir örnek de ‘dünyanın ve içindekilerinin sadece bizim için yaratılmış olması’. ‘Dünya’ (biyolojik manada) kesinlikle sadece ‘bizim için’ yaratılmamış, biz dünyaya adapte olmuşuz: oksijenin az olduğu dönemde dünyada insan yoktu mesela (sonradan ortaya çıktık); ormanda iki gece yalnız kalsak bizi parçalayacak veya zehirleyecek hayvan ve böcek dolu etraf – bakteri/virus/mantar türlerini saymaya bile gerek yok; kulaklarımız bile ses dalgalarını toplayabilmek için çanak anten şeklinde; örnekleri uzatmaya gerek yok… Demek istediğim, o dönemlerde (mezhep imamları gibi) ameli ve itikadi mezhepleri/sistemleri ortaya atan/geliştiren insanlar çok değerli olsalar da bugün artık ‘mızrak çuvala sığmaz oldu’. Bilimin bulduğu-bulacağı şeylere gözümüzü kapatarak bir yere varamayız – bu mantık nihai olarak Allah’ı ve sünnetini daha iyi anlamamıza engel olacaktır.

Evrim teorisi de (ortodoks Sünni) din anlayışımızı temelden sarsan buluşlardan birisi. Bilmeyenler için biraz açıklamaya çalışacağım bu blog yazımda: öncelikle “mikro” evrimin (tırnak içerisinde yazıyorum çünkü ‘mikro/makro’ diye bir ayrım yapılmıyor bilim çevrelerinde – ama insanlar böyle ikiye ayırınca daha iyi anlıyorlar) gözle dahi görülebilen bir olgu olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum. Görsek de görmesek de (görmek istemesek de) her tür genetik olarak evrilir ve nihai olarak yaşadığı ortama adapte olur – adapte olmak zorunda yoksa tür zamanla yok olur. Basit bir örnek olarak insanlarda cilt rengi kullanılabilir: Siyahi insanlar nasıl yaşadıkları ortamlara (Afrika’nın güneşine) adapte olmuşlarsa, beyaz insanlar da kendi (az güneşli) ortamlarına adapte olmuşlardır. Bu basit şekliyle evrimdir. Örnek olsun diye: ilk atamız (bizim inancımıza göre Hz. Adem**) belki de siyahiydi. Fakat zamanla (belki binlerce sene sonra) soyundan gelen insanların genlerinde doğuştan cilt renklerini değiştiren mütasyonlar oluştu ve on binlerce yıllık zamandan sonra bembeyaz, simsiyah ve arası tonlarda insanlar ortaya çıkıverdi dünyanın dört bir yanında (detay). Fakat bu tarz evrim illa başka türlere yol açacak anlamına gelmez. Bu örnekte olduğu gibi siyahisi de, beyazı da (ve arası tonlardakiler de) insan. Başka bir örnek olarak geçen senenin grip aşısının bu sene işe yaramamasının sebebi de ‘mıkro’ evrim (mekanizma: Antigenic drift).

İlk Darwin’in bilimsel bir çerçeveye oturttuğu, sonraki 150 yılda daha da geliştirilen ve güçlenen ‘Evrim teorisi’ ise bu ve buna benzer gözlemleri kullanıp işi birkaç adım öteye taşıyor (“mikro” evrimden “makro” evrime). Çok basitleştirerek (avamca; ‘doğal seleksiyon’, ‘mütasyon’, ‘genetik kayma’, ‘gen akışı’ gibi teknik terimlere girmeden) söylersem, diyorki “nispeten böyle kısa zaman dilimlerinde (binlerce senede) bile evrim kendisini gösterebiliyorsa, milyonlarca (hatta milyarlarca) senede başka türlerin ortaya çıkmasına da sebep olabilir. Öyleyse ilk yaşam formlarının ortaya çıktığı ~3.5 milyar sene öncesinden başlayıp bugünlere doğru gelen hızlandırılmış bir film izleyebilsek, şu anda gözlemlediğimiz her canlı türünün o (bakteri gibi tek hücreli) tek atadan evrimleşerek meydana geldigini görecegiz.” Bu hipotezi desteklemek için sadece bir örnek verecek olursam: Bir kara parçası olarak ~88 milyon sene önce Hindistan altkıtasından fiziki olarak ayrılan Madagaskar adasında bulunan on binden fazla bitki türünün %90‘ından fazlasının dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmamasının sebebi (“makro”) evrimdir – yani uzun zaman (milyonlarca yıl) boyunca genetik karışım olmadığı için Madagaskar’a adapte olan bambaşka türler oluşmuş.

Şimdi gördügümüz ya da çoktan yok olmuş milyonlarca tür arasındaki ilişkilerin tartışmaya açık spesifik tarafları olsa da – ki elinize düzgün bir evrimsel biyoloji (evolutionary biology) kitabı/makalesi alsanız bunları sıralarlar – bilimsel bir şekilde evrim teorisine toptan karşı çıkmak imkansız hale gelmiştir. Hatta bir adım öteye gidersem, evrim teorisine artık hakikat gözüyle bakan bilim insanı sayısı böyle bakmayandan kat kat daha fazla (“aslında simülasyonda yaşıyoruz” vs. diyenleri de katıyorum bu ikinci gruba). Batıda üst düzey bilim insanlarıyla hemdem olmamışlar için yazıyorum: Bu insanların çoğu inanılmaz akıllı ve açık görüşlü insanlar – hiçbiri laf olsun diye ‘evrimci’ olmuyor. Yazdıkları makaleleri anlamaya kalksak çoğumuzun ilk paragrafta başı ağrır. Fakat genellersem “Orta Doğulular” (ya da müslümanlar) olarak komplo teorilerini çok seviyoruz ve çok kaliteli insanları dahi karalamayı ve aşağı çekmeyi becerebiliyoruz. İnternette bir sürü komplo teorisi yayan sitelerde görebileceğiniz gibi “aslında Tanrı’nın var olduğunu biliyorlar ama ruhlarını Şeytan’a satmışlar; ondan evrim teorisini insanlara pompalıyorlar” tarzı palavralara inanan çok maalesef.

Bilim insanları ellerindeki bulgulara göre evrim teorisine inanıyorlar ve bu teoriyi bir “bilimsel model” olarak kullanıyorlar. Ayrıca Darwin’in 1859’da ilk defa ortaya attığı ‘Evrim teorisi’ de zamanla tabir-i caizse ‘evrilmiştir’ ve bugüne kadar yapılan genetik, paleontolojik, biyokimyasal çalışmalarla bambaşka bir hal almıştır. Yani ‘Harun Yahya’ ve benzeri sözdebilimci/bilim düşmanı grupların sık yaptıgı gibi “Darwin yerle bir edildi!” deyip bunu “evrim teorisi yerle bir edildi!” anlamına getirenlere kanmayın. İngilizler atalarına büyük saygı gösterirler ve Darwin’in ~150 sene önce söylediği birçok şeyin şimdi yanlış olduğu bilinse de, müthiş bir bilim adamı ve biyolojinin her alanına katkısı çok büyük olduğundan, sonraki bilim insanları saygılarından birçok önemli buluşu hala Darwin’e atfeder. Bu yüzden evrimsel genetik alanındaki gelişmeleri fazla takip edemeyen birisine de evrim teorisi sanki hala Darwin’in söylediği versiyonuyla kalmış gibi görünebilir. Evrim teorisi her zamankinden daha güçlü ve neredeyse yıkılmaz (bilimsel) surlar arkasında. Evrim teorisinin yanlış çıkması bilim tarihinin açık ara farkla en büyük şoku olur – bunun için binlerce makalenin yalan/yanlış cıkması gerekir ki böyle birşey imkansız, çünkü bu araştırmaları yapan sadece bir insan ya da grup degil; onlarca farklı ülkeden, yüzlerce farklı alandan (genetik, paleontoloji, veri bilimi, biyokimya) uzman yayınlıyor bu makaleleri.


Evrimi tam anlamayanların en büyük hatalarından biri de türlerin devamlı daha da kompleksleşmesi ve “mükemmelleşmesi” gerektigidir. Böyle birşey yok. Sadece bir örnek olarak Pandalarla ilgili bu (ingilizce) videoyu izleyin. Sadece Panda bile bizim “mükemmellik” anlayışımızla Allah’ın “mükemmellik” anlayışının çok farklı oldugunu gösteriyor. Panda da farklı bir “sanat” ama düz bir insan olarak baktıgımızda (haşa!) hataları çok: tüm gün bambu yiyor ama doğru düzgün sindiremiyor bile. Bu yüzden tüm gün yemek yemek ve kaka yapmak zorunda. Fazla enerjisi olmadığı için de yemek yemenin dışında günlerini uykuda geçiriyorlar.

Ben de yaklaşık on senedir genetik alanındayım ve genetikle ilgili okuduğum akademik makale/kitap sayısı bini geçmiştir. 18 yaşında, Türk insanının birçoğu gibi, evrime kesinlikle inanmayan birisi olarak çıktığım bu yolda, şimdi otuzuna dayanmış ama evrim teorisinin (çok çok yüksek ihtimalle: %99.999…) doğru olduğuna inanan birisi olarak devam ediyorum. Bunları söylerken de beş vakit namazını kılan ve Allah’ın varlığına tüm kalbiyle inanan birisi olarak söylüyorum. Bu konuda degiştigimi de söylemekten hiç gocunmuyorum. Banal olacak ama insan devamlı öğrenmeli ve inançlarını yeni bilgiler doğrultusunda sorgulamalı. Ama insanların çoğu “benim inançlarım doğru çıkmalı!” gözlügüyle bakıyor olaylara ve yanlış olma ihtimalini dahi düşünmek istemiyor – çünkü “bugüne kadar bildiklerim (büyük ihtimalle) yanlışmış” deme cesareti çok az insanda var. Benim öyle bir derdim yok; olmadı.

Evrim teorisi konusunda neden böyle düşündüğümün sebeplerini de kısaca sayarsam: Birincisi, Allah bizi (bilimle, fosillerle vs.) kandırmaya çalışmaz. Ikincisi, ne Kuran’da ne de hadiste, ilk insanların (Hz. Adem ve Havva’nın) yaratılışıyla ilgili mahiyetini tam olarak bilmediğimiz detaylar bulunsa da, insandan önceki canlılarla ilgili neredeyse hiçbir şey yok. Popülasyon genetiği alanındaki araştırmalara göre (modern) insanlar son 150-200 bin senedir bu dünyadalar. İlk canlıların ~3.5 milyar sene önce ortaya çıktığı göz önünde bulundurulursa, insanların dünyada bulunma süreleri bazı türlere nispeten çok kısadır. Eskiden olup da şimdi aramızda bulunmayan bir sürü canlının fosili bulundu (dinazorlar, trilobitler, Neandertallar gibi) – ve eldeki milyonlarca fosile bakıldığında, en geçmiş zamandan şimdiye doğru bir film şeridi gibi canlıları izleyebilsek, ilk canlıların gittikçe daha türlü hale geldiğini ve çogunun kompleksleştiklerini göreceğiz***. Din konusunda uzman değilim fakat bununla ilgili de hiçbir ayet veya hadise rastlamadım (yani “Allah milyarlarca sene önce tek hücreli canlıları yarattı; sonra şunları; sonra da dinazorları…” gibi. Bilen varsa yazsın lütfen). Bütün bunları ve evrim teorisini destekleyen bulguları**** birleştirince Allah’ın bildiğimiz-bilmediğimiz tüm canlı türlerini evrimi kullanarak yaratmış olduğuna inananlardanım.

Benim bir bilim insanı olarak amacım hakikati araştırmaktır – her insanın da böyle olması lazım ama çoğumuz bir şeye inandık mı hakikate dahi gözümüzü kapatıyoruz. Bilime gözünü kapatan, Allah’ın en önemli eserlerinden biri olan ‘kainat kitabı’na da gözünü kapatmıştır. Bilim insanlarının yaptığı gibi sorgulamadan, araştırmadan, diğer uzmanların sordukları sorular üzerine samimane kafa yormadan “benim dediğim doğru!” diyen her insan tam anlamıyla zırcahildir, kibir abidesidir – ve kibir Allah’ın en sevmediği hasletlerden biridir. Allah (kibirsiz) sorgulayan insanları sever; insan sadece sorgulayarak ‘tahkiki iman’a ulaşır.

Ben öğrendiklerim ışığında artık şu noktadayım: Allah tüm türleri (species) evrimle yaratmışsa da şaşırmam; (çok gizemli bir şekilde) direkt yaratmışsa da. Ama (“eviren”in O olduğunu varsayarsak) birinci senaryonun ikincisine nazaran çok daha güzel; akla ve Sünnetullah’a da daha uygun olduğu kanaatindeyim*****. Çünkü ~14 milyar sene önce kainat yaratılıp, bundan ~10 milyar sene sonra dünyadaki ilk canlıya hayat “üflendikten” ve (DNA, metabolizma, algılama gibi) gerekli biyolojik mekanizmalar verildikten sonra evrimle herşey yine Allah’ın akıl sır erdiremediğimiz yüce planı ve koyduğu kurallar içinde/sebep-sonuç dairesinde işlemeye devam ediyor.


Evrim teorisine inanmıyorsanız alternatif teorinizin ne olduğunu düşünmeniz lazım. Bana göre en fazla iki alternatif teoriniz olabilir: Alternatif teori 1: Tüm türler dünyanın yaşamaya elverişli hale gelmesinden, yani ~3.5 milyar yıldan beri varlar ve aynı kalmışlar. Örneğin şempanzeler, tüm dinazor türleri, insan, tüm bakteri turleri, tüm bitki türleri vs. hep vardı ve aynı kaldılar. Fakat bu ‘teori’yi yapılan araştırmalar ve bulunan fosiller desteklemiyor. Görünen, bugünkü türlerin çoğunun sonradan ortaya çıktığıdır – özellikle de çok hücreli canlıların (bkz: canlı türlerinin ortaya çıkma kronolojisi – aşagıda). Alternatif teori 2: Evrim sadece diğer canlı türleri için vardı ve insan çok (çok!) sonradan dünyaya ‘ışınlandı’. Bu ‘teori’nin de sorunu, ana yazımda da belirttiğim gibi, DNAmızın birçok hayvan ve canlıyla çok yüksek benzerlikler göstermesi. Ayrıca modern insana benzer, Neandertaller ve Denisovalılar gibi çok yakın insan türlerinden aldıgımız DNA da cabası – atalarımız Afrika’dan çıktıktan sonra onlarla çiftleşmiş ve bugün Afrikalıların dışında neredeyse her millette %1-2 arası Neandertal ve Denisovalı DNAsı var. İnsan biyolojik, fizyolojik ve genetik olarak diğer canlılardan çok farklı bir yaratık olsaydı, bu tarz çiftleşmeler imkansız olmalıydı – ama değiliz!

Uzadı… Kısaca özetlemek gerekirse söylemek istediğim haddini bilen ve gerçeğin peşinde olan bir insan, bilim insanlarının saf olmadığını, çoğumuzdan daha akıllı olduklarını, (bundan bahsetmek bile utanç verici ama) komplo teoricilerin bize anlattığı gibi “aslında biliyorlar ama Şeytan’a hizmet ediyorlar” gibi bir durumun olmadığını bilmesi gerekir. Bilim modellerle ilerler ve biyoloji alanında şu andaki en iyi ‘bilimsel model’ de evrim teorisidir. Ben dahi evrim teorisini kullanarak ilk defa ya da az görülen mutasyonların proteinler üzerindeki etkilerini tahmin etmeye çalışıyorum ve kullandığım algoritmaların başarı oranı %80’lerin üzerinde.

Umarım kendimi anlatabilmişimdir. Bu konu/hamur daha çok su götürür; bu yüzden burada bırakıyorum. Bu arada insanların evrime inanıp-inanmaması beni çok ilgilendirmiyor – yazıyı entelektüel bir sorumluluk olarak gordügüm için yazdım – fakat evrim teorisi düşmanlıgı insanları bilim insanı düşmanlığına, sonra da tamamen bilim karşıtı olmaya doğru ittiğini gözümle gördüm kaç defa (ben de gençken kısmen bu gruptaydım). Böyle insanlar sonra aşı karşıtı, ve ya homeopati ve ‘düz dünya’ gibi saçmalıkların savunucusu oluyorlar. Bunu engellemek için ben de kendi çapımda bana düşeni yapmak istedim******.

Belki ilginç gelmiştir ama yazımda ateizm’den hiç bahsetmedim. Çünkü evrim teorisiyle ateizm farklı şeyler. Ateizm, tanrının olmadığına dair bir inanış, evrim teorisi ise – yukarıda bahsettiğim gibi “tüm canlıların ilk atası”nın ortaya çıkmasından sonra – şu anda dünyada bulunan milyarlarca türün neden ve nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışan bilimsel bir teori/model/mekanizmadır. Her evrim teorisine inanan ateist değildir çünkü evrim teorisinin dogru olup-olmamasının Allah’ın varlığıyla bir alakası yoktur – aynı dünyanın küre olup-olmamasının da bir alakası olmaması gibi*******. Ayrıca, ateizm evrim teorisinden önce de vardı. Yarın birgün (sanmıyorum ama) evrim teorisi yanlış çıkarsa – örneğin 3.5 milyar senelik bir hayvan fosili bulunursa – ateizm yine var olacak – çünkü ateistlerin Tanrı’nın varlığına inanmamalarının en önemli sebepleri bilimselden ziyade felsefidir (birkaç örnek: neden bu kadar çok kötülük/hastalık/şiddet var? Tanrı varsa, neden saklanıyor? dinler/dindarlarda bulunan bazı hurafeler; mutlak kadir, ezeli ve ebedi bir Tanrı anlayışını “mantıksız” bulmaları). Evet; bugün ateistlerin çoğu evrim teorisine inanıyor ve bunu inanışlarını desteklemek için kullanıyorlar gibi görünüyor ama hepsi değil. Örneğin Çin’de neredeyse ülkenin tamamı ateist/Budist ama evrim teorisini gerçekten anlayanların sayısı nispeten çok azdır. Ateistlerin bakış açısını çok önemli bir ateistin perspektifinden öğrenmek isterseniz Prof. Richard Dawkins’in ‘God Delusion’ kitabını tavsiye ederim. Müslümanlar olarak bizlerin Allah’ın varlığına dair kullandığı her argümana (kendilerine göre) mantıklı cevapları var ama hepsi tartışmalı tabi.

Son olarak, benim müslüman olarak kalmamın sebebi bilim değil, Efendimiz (Sav)’in hayatı ve Kuran-ı Kerim’dir. Bugünün (her dinden) dindarlarının paçozluk ve cehaletini görünce, Efendimiz’i doğru bir şekilde tanımayan bir insanın ateist veya din düşmanı olmasını da kesinlikle yadırgamıyorum.

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yorumlarınızı bekliyorum…



Dipnotlar

*Şu anda Leicester Üniversitesinde (İngiltere) bir Genetik Epidemiyolog olarak çalışıyorum ve grup olarak insanlarda akciger fonksiyonunu ve kronik obstrüktif akciger hastalığını (KOAH) genetik olarak araştırıyoruz. Elimize yüzbinlerce insanın genetik ve fenotipik (yaş, cinsiyet, sigara içiyor mu?) datası geçiyor ve bu bilgileri “süper bilgisayarlar” aracılığıyla istatistiki modellere tabi tutarak (“fit” ederek) hangi genlerin iyi bir akciğer fonksiyonu veya KOAH için önemli olabileceğini bulmaya çalışıyoruz. Umuyoruz ki yaptığımız buluşlar ileride insanlara faydalı bir ilaçla sonuçlansın. Detaylari bu iki yazimda okuyabilirsiniz: Bir bilim ve genetik reklamı & Searching for “Breathtaking” genes. Literally!

**Allah, (150-200 bin sene önce dünyada yaşayan) Homo sapiens‘lerin (modern insanların) arasından ikisine Hz. Adem ve Havva’nın ruhunu ‘üflemiş’ olabilir. Bu benim için şaşırtıcı olmaz. Çünkü, objektif olarak karşılaştırdığımızda, modern insanları Neandertaller (Homo neanderthalensis) ve Denisovalılar (Denisova hominins) gibi diğer insan türlerinden, ve şempanze gibi genetik olarak yakın hayvanlardan ayıran faktörün genler ve biyolojiden çok aradaki ilim farkı olduğunu görüyoruz. Meleklerin Allah’a “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” sözü bu şekilde de manidar oluyor – çünkü modern insana (Homo sapiens) benzer yaratıklar da birbirlerinin kanını dökmüşlerdi.

***Dünyada yaşadığı bilinen canlı türlerinin tarih cetveline (timeline) bakabilirsiniz: https://en.wikipedia.org/wiki/Timeline_of_the_evolutionary_history_of_life

****İngilizce bilenlere Richard Dawkins’in “The Greatest Show on Earth: The Evidence for Evolution” kitabını ve yukarıdaki “What is the evidence for evolution?” videosunu tavsiye ederim.

*****Allah bir insanı bile yaratmaya karar verdiğinde o insanı dünyaya ‘ışınlamıyor’. Anne rahminde ~9 ay geçiriyor; sonrasında da belki 20-25 yaşına kadar kendi başına bir ‘birey’ olmuyor o insan. Herşey bir süreç sonucunda yaratılıyor.

******Uydurma bir senaryo çizmek istiyorum: Örneğin, 1920’lerde yaşıyoruz… Bilim fazla ilerlememiş ve büyük bir veba salgını var. Milyonlarca insan ölüyor ve bütün imamlar hutbelerinde: “Bu işlediğiniz günahlardan dolayı Allah’ın bize gönderdiği bir beladır; çekeceksiniz başka çaresi yok!” diyor. Bir bilim insanı da çıkıp “Hayır; benim gözlemlerime göre büyük ihtimal bunun sebebi farelerden bulaşan gözle göremediğimiz birşey. Araştırmam lazım!” dese ve karşılıgında da “Ne demek yani; Allah göndermedi mi bunu? Bu adam Allah’a şirk koşan sapık bir kafirdir!” damgası yese kaçımız – “kafir” damgası yeme ve toplumdan dışlanma pahasına – o bilim insanının tarafında yer alırdık? Evrim’deki gibi ortada herkesin gözle dahi görebildiği birşey var: veba hastalığı. Fakat mekanizma olarak biri “Allah istedi; oldu“, diğeri ise “(Allah istedi/istemiş olabilir – bunu objektif olarak bilemem/kanıtlayamam – fakat) bunun biyolojik sebebi bir bakteridir” diyor.

*******Fakat ‘din anlayışımız’la bir alakası vardır. Eğer din anlayışın “dünya düzdür” diyorsa, tonlarca somut bilimsel delille küre olduğu ıspatlanmış dünyanın küre olup-olmadığını değil, din anlayışını gözden geçirmen/sorgulaman lazım.

Eldeki bulgulara göre, canlı türlerinin ortaya çıkma kronolojisi (Source: bbc.co.uk)

PS: Yıllar önce evrim teorisi ve ateizmle ilgili görüşlerimi 2009’da önce Leicester Üniversitesi öğrencilerinin hazırladığı bir gazetede, sonra da (daha uzun bir şekilde) “God of Science” adlı yazımda paylaşmıştım. O günler ateizm’le ilgili söylediklerimin çoğuna hala katılsam da, evrim teorisi konusunda tamamen değişmişim 🙂 Bunu da gururla söylüyorum. Maalesef sorgulayanların sevilmediği, dogmatik bir milletiz. Hakikatin peşinde koşmanın ve bilimin önemini anlarsak, Allah’ı daha iyi tanıyacağımızı düşünüyorum.

PPS: Yazıyı paylaştığım günün (bugün 12 Şubat’ın) dünyada “Darwin günü” olması da ayrı bir tesadüf/tevafuk.


Ek 1 (18/05/2019): Konuyla ilgili bir Twitter zinciri (thread)


Ek 2 (03/12/19): Evrim Ağacı’ndan konuyla ilgili eğitici bir video

Ek 3 (30/04/20): Makale tavsiyesi

Evrim teorisini anlatma konusunda başarılı bulduğum bir video daha

KısacaNeden ve nasıl bir müslümanım?’ (ama >%10 da agnostiğim) (Not: önem sırasına göre sıralanmadı)

1- (Tek) Tanrının varlığını (biliyormuş gibi) ‘hissediyor’ olmam

Özellikle baba olduktan sonra bu duygu çok arttı. Oğlumun geçtiği her aşamayı izledim ve bir insanın/canlının nasıl açıklanamaz bir mucize olduğunu gözlerimle gördüm.

(Not: Bu sebep bazen – karşılaştığım olaylar sonrasında az ya da çok – sarsılıyor ama hala önemli bir sebep benim için)

2- İslam dininin özünde çok güzel ve (alternatiflerine göre) özel bir din olması: a) Öncelikle, senin bir yaratıcın var; ona karşı mütevazı ol (Allah’a şirk koşma!) – herşeyi ondan iste (aciz bir mahluk olduğun için de mütevazı ol). b) Kısa ömrünüzde güzel işler yapmaya çalışın; sorumluluk sahibi olun (emri bil maruf, nehyi anil munker); imtihan dünyasındasın: yaptıklarından da yapmadıklarından da sorguya çekileceksin. c) Kesinlikle başkalarının hakkına girme; Allah affedicidir ama her kuluna (fakir-zengin, ünlü-ünsüz farketmiyor) çok değer veriyor – bu yüzden kendi hakkını affetse bile onların hakkını senden alacak. d) Sorgulamaya (tahkiki iman taklidi imandan daha efdal) ve ilim/bilim öğrenmeye (Kıyamet günü, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir – Hadis) teşvik ediyor. e) Allah’ın “esma-ül hüsnası” (Halim, Rahman, Rahim, Selam gibi) sadece iyilik, sevgi ve affetme temelli değil, (Adil, Kahhar, Kabıd gibi) adalet, zorluk ve ceza temelli isimlerden de oluşuyor. Ayrıca, Batın ve Hakim isimleri de evren ve hayatın – bazı kısımları hoşumuza gitse de gitmese de – neden böyle gizemli, hatta anlaşılmaz ve hakikatinin araştırmaya değer olduğunun bir emaresi…

3- Kuran’daki bazı – bana göre direkt ilahi olduğu belli olan – ayetler: Peygamberi eleştiren/ikaz eden ayetler; “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı gerektiği tarzda tazim ederler” (Fatir, 28); “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez” (Necm, 39); “O, insanı bir damladan yarattı. Fakat bir de bakarsın ki Rabbine apaçık bir hasım oluvermiş!” (Nahl, 4); “Allah size, emanetleri/işi ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hüküm vermenizi emreder” (Nisa, 58); “O insana kalemle yazmayı öğretendir” (Alak, 4) gibi ayetler…

4- Birçok duygusal ya da mantıksal sebep: örneğin, a) İslam’ın yok olmamış ya da Afrika’da birkaç kabilenin inandığı bir din olmaması önemli; b) önceki büyük dinleri ve peygamberleri tasdikliyor (ya da tamamen yalanlamıyor) olması – onların da “ileride gelecek bir peygambere” işaret etmesi (örnek); c) İslamı, Hz. Muhammed gibi doğruluğu (örneğin – Duha suresinde de bahsedildiği üzere – bir süre vahiylerin kesilmesini hiçbir menfi sebeple açıklayamam) ve adaletiyle bilinen ve davasına tüm kalbiyle inanmış bir peygamberin (örneğin, günde en az 5 vakit namaz ve her yıl en az bir ay oruç tutmayı hiçbir menfi sebeple açıklayamam), Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Halid bin Velid gibi ‘kimseye eyvallahı olmayan’, zamanının çok önünde ve (kendi alanlarında) başarılı figürlerin temsil etmesi de inancımın güçlenmesine katkıda bulunuyor. d) Ayrıca, Hz. Muhammed’in ‘veda hutbesi’ni verdikten ve Kuran tamamlandıktan kısa bir süre sonra vefat etmesi de önemli bir delil benim için.

5- Ateizm’in temeli olan Materyalizm’in – bana göre – bazı olguları hiçbir zaman açıklayamayacak olması: Örneğin felsefede ‘Emergent properties’ (ortaya çıkan yeni özellikler) diye bilinen olgu – mesela Hamlet, Savaş ve Barış, Karamazov Kardeşler gibi şaheserlerin yazılmasını hangi fizik kuralı ile açıklayabilirsiniz? Futbolun kuralları nereden geldi? Ortada ‘kreatif’ (ve bana göre Doğa bilimleriyle hiçbir zaman anlayamayacağımız) birşey var. İnsan şuurunun – her ne kadar fiziki alemle (beyin aracılığıyla) bağlantısı olsa da – hiçbir zaman nöroloji, kimya, algoritmalarla vs. tamamen açıklanamayacağına (ve kontrol edilemeyeceğine) inanıyorum. Yani Determinizm’e inanmıyorum; bir yöne meyilli olsak da özgür bir irademizin olduğuna inanıyorum. Ayrıca, şuurun – mahiyetini anlamadığım bir şekilde – ‘tanrısal/metafiziksel’ bir olgu olduğuna inanıyorum.

6- Herkes söylediği için artık banal oldu fakat (bizim ilmimize kıyasen, fizik, matematik, biyoloji, kimya bilgisi) sonsuz bir ilim sahibi bir zaatın anca bu kainatı yaratabileceğine inanıyorum. Bu da Islam’daki (herşeyi bilen, herşeye kadir) ‘Allah’ (‘The God’) tanımına uyuyor.

Fakat gördüğünüz gibi yukarıda saydığım nedenlerin bazıları duygusal, bazıları da mantıksal – ama hiçbiri bilimsel değil! Bunu da kabul ediyorum; agnostik kısmım da buradan geliyor. Kafamdaki birçok sorunun** cevabını bilmiyorum; çok araştırdım; sordum; bildiğini iddia edenlerin de bilmediğini üzülerek gördüm. Şunu da belirtmem lazım: insan hayatın gizemleri karşısında bazen sadece ‘bakakalıyor’. Her zaman yeni şeyler öğreniyor, gözlemliyor ve hayretler içerisinde kalıyorum. Aklımın almadığı konularda haddimi bilip, susuyorum – asla kesin konuşmamaya dikkat ediyorum ama sorgulamaya ve araştırmaya devam ediyorum.

Ayrıca – yazının başında da belirttiğim gibi – eskiden kalma İslam anlayışının da yeni bilgiler karşısında yetersiz kaldığını görüyorum*. ‘Yeni’ fikirlere ve – daha da önemlisi – cesur ilim/bilim insanlarına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Varoluşsal sancılar çekiyorum bazı geceleri – özellikle ölüm ve sonrası kafamı çok kurcalıyor. Vefat edenlerden hiçbir bilgi/geri dönüş al(a)mamamız da canımı çok sıkıyor. Orneğin, rahmetli veya başka sevdiklerimiz/saydıklarımız ne yapıyor acaba? Hiç ‘somut’ (?!) bilgisi olan var mı?
Son birkaç haftada rahmetli dedemi, Isaac Newton, Cem Karaca, Barış Manço, Sokrat, Muhammad Ali, Robin Williams, Steve Irwin (liste uzun…) gibi farklı insanları da düşündüm – belki saatlerce… Görüşmelerim ve kişisel araştırmalarım sonuçsuz kaldı – tatmin edici birşey çıkmadı. Ondan bir de buradan yazmak istedim – ulaşanlara şimdiden teşekkürler

Dipnot (Kısaca neden müslümanım?)

*İslam, bugünkü (ve belki de son 600-700 yıldır) yaşandığı haliyle (kadınlara, gayrimüslimlere, azınlıklara, bilim ve felsefeye bakışıyla) evrensel bir din değil. Fakat bazı ayetlerin bile sonradan neshedildiğini göz önünde bulundurursak, fanatikler/bağnazlar tarafından sık kullanılan birçok (sahih) hadisin de sonraki hadis/sünnetlerle neshedildiğine inanıyorum. Bu yüzden bir hadis ya da ayeti kullanıp, evrensel değerlere ya da bugünkü bilime ters argümanlar üretenlere:

1- “Bu ayetin sebeb-i nüzulü neydi?” ya da “bu hadis söylendiği dönemdeki/esnadaki şartlar/kontekst neydi?”, ve

2- “O ayet/hadisten sonra bu ayet/hadisle çelişen başka bir ayet/hadis indi mi?”

diye soruyorum. Cevap veremeyenleri de kâle almıyorum…

Özellikle veda hutbesi benim için birçok konuda mihenk taşıdır, çünkü, Efendimizin (sav) en son sözlerindendir ve bugün için bile (cinsiyet ve ırk eşitliği, sosyal ve hukuki adalet, barış içinde yaşama gibi konularda) evrensel mesajlarla doludur.

Fakat şunu da unutmamak lazım: Peygamber dahi ‘zamanının çocuğuydu‘; bu yüzden insanlığın ondan alacağı çok önemli ahlaki, sosyal ve siyasi ders ve ilhamlar olsa da genetik/moleküler biyoloji, paleontoloji, kuantum fizik, kimya, astronomi, elektronik, programlama gibi alanlardaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere “Kur’an ve Peygamber bu konularda fazla birşey söylemedi” diye göz kapamak veya önemsememek büyük bir cehalet ve insana verilen potansiyele ihanettir.

**Bazı örnekler: ‘Kader’ nedir? ‘Özgür’ irademiz var mı? Cevap ‘hayır’sa, imtihanın mantığı nedir? Cevap evetse, psikolojik sorunları olan veya (demanslı insanlar gibi) beyninde hasar oluşan insanları nasıl açıklarız? Çocuk ölümleri? Elektrik, insulin, internet, evrim teorisi (ve fosiller), quantum fiziği, aşılar (liste uzun…) gibi çok büyük buluşları peygamberlerin yapmaması ya da tartışmamasındaki hikmet nedir?

Read Full Post »

logical-fallacies

Millet olarak tartışırken çok sık işledigimiz mantık hataları (logical fallacies). Benim de başımdan sık geçen üç-beş tanesini bu yazımda kaleme alacağım

Asıl olaya geçmeden, kısa bir giriş yapalım: İngiltere’de büyüdüm ve buralarda her türden, her milletten insanla tanıştım. Nispeten, buradaki akademik camiada da kendime bir yer edindim ve birçok yabancı akademisyen/araştırmacı arkadaş edindim. Burada yaşadığım süreç içerisindeki gözlemlerimle de şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: bizim insanımız kadar ‘bir tartışma nasıl yapılmalı?’ hiç bilmeyen ve karşısındaki insanı aşağı çekme/itibarsızlaştırma konusunda maharetli ikinci bir millet bulmak zor – sadece, bize çok benzeyen diğer Orta Doğulularla yarışıyoruz bu konuda. Normal halkı geçtim; “mürekkep yalamış” insanımız da aynı problemden muzdarip.

Bu konuda birçok trajikomik anekdot paylaşabilecek akademisyen arkadaşım var. Benim de başıma çok sık gelen bir-iki örneği burada paylaşmak istiyorum: İngiliz eğitim sisteminde (nispeten, yaşıma göre) başarılı olmuş, 28 yaşında bir akademisyenim. Genç olmamın, benden daha başarılı, tecrübeli ve makamı yüksek olan Ingiliz meslektaşlarım ve/ya da hocalarım arasında hiç bir önemi yok. Söylediklerim/sorularım mantıklıysa (mantıksız konuşmamaya calışıyorum), benim fikrimi/sorumu bir Profesörün fikrinden/sorusundan ayrı tutmuyorlar. Lakin, Türkiye’de yetişip, buralara gelmiş meslektaşlarımın çoğu için aynısını söyleyemeyeceğim (istisnalar da yok degil Allah’tan. Onları tenzih ediyorum buradaki söylemlerimden). Maalesef çoğu kendilerini hala Türkiye’de sanıyorlar ve oralarda yaptıkları yanlışları ve kurdukları hiyerarşik yapıları buralarda da devam ettirmek istiyorlar – karşısındakini hiç bir şekilde ikna etme ihtiyacı duymadan.

Örneğin:

1- Bir konu üzerine tartışma oluyor ve konuyla ilgili bir-iki hatalarını ve/ya da Ingiltere de bu işlerin böyle olmadığını söylüyorsun:

Biz de biliyoruz bu işleri”, “ben 3 yıldır İngiltere’de yaşıyorum”, “Master/doktoramı Avrupa/Amerika’da yaptım”, “şurada konferansa gittim” gibi sözler sarfedip geçiştiriyorlar. Çünkü kendileri (her) konuyla ilgili herşeyi biliyorlar ve senin gibi “ukala gençler”den öğrenecekleri çok birşey yok.

2- Ortadaki bir sorunu (İngiltere’deki) konjönktüre en uygun ve etkin şekilde çözelim diye fikir beyan ediyoruz:

Her kafadan ses geliyor. Bize bu dönemde sorgulamadan iş yapacak adamlar lazım”ı tekrar tekrar duymaktan insana gına geliyor. Istiyorlarki karşılarındaki “yetenekli ama daha yolun başındaki” gençler “hadlerini bilsin” ve her dediklerini yapsın; hiçbir şekilde “şunu neden böyle yapıyoruz?” diye sorgulamasın.

3- Konuyla ilgili gördüğün bariz hataları, baktın sakince anlatınca anlamıyor/dinlemiyorlar, biraz sert bir dille söylüyorsun:

Samimiyetsiz bir şekilde “Tabi arkadaş genç; onu da anlamak/dinlemek lazım” deyip, kendi aralarında sana “meczup/kanser hücresi” muamelesi yapıyorlar. Daha anlayışsız, cahil ve/ya da görgüsüz olanları ise, söylediklerini kişiselleştirip, direk kişiliginize saldırıyorlar.

4- Önemli bir detaya parmak basıyorsun:

Detaylara takılmamak lazım“, “mükemmeliyetçilikten vazgeçmeli; o zaman hiçbir iş yapamayız” gibi cümleleri yağdırıyorlar üzerine.

5- Yapılmak istenen işe atılmadan “bir ön çalışma başlatmalıyız” diyorsun:

Ya Hu biran evvel başlamalıyız. Kervan yolda düzülür” cevabını alıyorsun. Bir-iki ay sonra herkesin hevesi kaçınca (“gaz bitince”), iş ortada kalıyor ve o kadar emek boşa gidiyor. Oysa başta biraz sabır gösterip, hazır bir şekilde yola çıkılsa daha uzun soluklu projelere imza atılabilir. Maalesef, “dostlar alışverişte görsün” mantığı da hakim birçogumuzda.

6- On tane şeyden bahsediyorsun; aralarından birisi bir tanesine takılıp, onun üzerinden senin tüm soylediklerini heba etmeye çalışıyor. Diğerleri de “dur arkadaş; söyledikleri mantıklıydı” demiyor. Çünkü hakikati bulmaktan çok, herkes kendi fikrini kabul ettirme derdinde. (not: Felsefe’deki mantık hataları/logical fallacies kavramlarına her akademisyen/araştırmacı/yazarın bakması lazım bence)

 

Anlatamıyorsun maalesef. Eğer İngiltere akademik/bilimsel arenada (futbol tabiriyle) ‘Premier League’se, Türkiye maalesef (çok genel olarak konuşursak) ‘3.ncü lig’. Ekstrem bir örnek olsa da, buralarda yetişmiş (son sınıf/ileri seviye) doktora öğrencisi bile bazen alanına Türkiye’deki bir Doçent/Profesör’den daha hakim olabiliyor. İngiltere’de çıkardıkları bir yayının, Türkiye’dekilerin bütün akademik hayatında çıkardığı yayınların toplamından daha fazla impact factor/etki faktörü olabiliyor. Yani bazılarının yaşları (nispeten) genç ve/ya da ünvanları düşük olsa da, Türkiye’den gelen çoğu akademisyenin (akademik çerçevede) onları küçümseyip, “ah bu hayta gençler/delikanlılar yok mu?”, **”kendisi buralarda basit bir Yardımcı Doçent/Assistant Professor” gibi tavırları takınmaları doğru değil. Türkiye’de yetişen gençlerin/insanların aksine kendilerine çok güvenen, araştırdığı konularda kimseye “eyvallah”ı olmayan, belli bir standardın altında (baştan-sağma, amatör) iş yapmaktan kaçınan, aklını duygularının önüne koymayı becermiş kişiliklere sahip oluyorlar.

Yine bizdekinin aksine, İngiltere kültüründe yetişmiş bir akademisyen/araştırmacı bilmediği, araştırmadığı konularda fikir beyan etmez. Bu yüzden bir konu hakkında konuşuyorsa, çoğu kez söylediklerinde bir mantık vardır. Fakat Türkiye’de genel olarak işler liyakatle değil de ünvanlarla ilerlediği için, buralara Türkiye (ya da Orta Dogu)’den gelen akademisyenlerde “ben Doçent/Profesörüm, bu da basit bir araştırma görevlisi” tavrını gözlemlemek çok zor değil. Bundan dolayı kendi fikirleri, eğer kafalarında şekillendirdikleri ‘hiyerarşi’de aşağılardaysan (hele bir de gençsen), senin fikrinden çok daha önemlidir – konunun ne olduğu ya da liyakatinin olup-olmadığı farketmez. Bu (hak edilmemiş*) kibirlerinden (ve bir çoğunun da ekstradan, aşağılık kompleksinden) dolayı ne kadar anlatsan da, bu yazdıklarımı anlamaları zor görünüyor.

Kısaca toparlamak gerekirse: Gençsen, çocuk muamelesi görüyorsun. Kadınsan, “bunun ne işi var bu kadar erkeğin arasında?” bakışları arasında boğuluyorsun. Ünvanın düşükse, adam yerine konmuyorsun (konuyla ilgili bilgi/tecrübenin çok önemi yok). Gurbetçiysen, “tabi kultürümüzden/ülkemizden uzak kalmış” tabirlerine maruz bırakılıyorsun. Bir gruba yeni katılmışsan, “sen giderken biz dönüyorduk oğlum”un muhattabı oluyorsun. Bir sorunun çözümü adına (sakin/aklı selim bir şekilde) fikir beyan ederken ağlayıp-sızlayıp, görmek istedikleri kadar duygusal davranmıyorsan, “sen bu işin ızdırabını çekmiyorsun!”, “sen bilmezsin; biz neler yaşadık!” cevaplarını alıyorsun; sorunu konuşma/çözme yerine, arabesk bir mağduriyet yarışması başlıyor – “’hangimiz daha çok sıkıntı çektik?’ anlatalım da görelim” yarışması… Maalesef, sen de çıldırdığınla kalıyorsun; ve çoğu kez “o kadar işimin arasında bir de sizinle mi ugraşacağım?” deyip aralarından ayrılmak zorunda kalıyorsun.

Artık “akıl yaşta degil, baştadır” gibi atasözlerimiz sadece lafta kalmamalı; her işi ehline bırakmayı (daha doğrusu bırakabilmeyi) öğrenmeliyiz. Ehil olan kim olursa olsun…

 

*”Hak edilmemiş” tabirini kullandım çünkü alanlarında çok büyük başarılara imza atmış ve/ya da dünyaca ünlü olsalar, yine yakışık almasa da, bir nispet anlayacağım kibirli davranmalarını.

**Bir defasında misafir akademisyen olarak ugradıgım bir Türk üniversitesinde dekan olan bir Hocaya, benim hakkımda telefondan “önemli biri mi?” diye soruldugunda “yok ya; asistan” dedigini duydum. (Soranda da, cevap verende de) Seviye bu işte – ki asistan da degildim. Ayrıca o yaşımda kendisinden daha fazla yayınım ve atfım vardı.


Istişare kuralları

PS: Ingiliz kültürüyle ilgili gözlemlerimi karaladığım Ingiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazıma da göz atabilirsiniz.

PPS: Bazı şeyleri söylerken, onları iyi/halis bir niyetle, “kendini begenmiş/ukala”ca davranmadan söyledigini ispat etmen çok zor. Karşındakinin ne düşündügünü kontrol edemiyorsun. Ama insan böyle görünme pahasına dahi bilgi ve tecrübesinin hakkını vermeli. Ben de çapım yettigince her girdigim ortamda “kötü olma” pahasına dahi olsa yanlış ya da daha iyi yapılabilecegini düşündügüm konularda fikrimi beyan ediyorum. Fakat en çok kızdıgım/kendimi tutamadıgım zamanlar, ortalıkta liyakatli insanlar varken, “onun gözünün üzerinde kaşı var“, “bizden degil“, “o da kim? daha çömez o“, “biz ne yaptıgımızı biliyoruz, kendisine ihtiyaç yok“, “ama üslubu kötü” gibi sebeplerle işin ehline verilmedigini gördügüm zamanlar (hatta bence insanlara devamlı “üslubun kötü” diyen insanları hayatınızdan çıkartın – hiçbir şey kaybetmezsiniz). Maalesef ne zaman “bu konuda işe başlamadan önce, şurada şoyle bir hocamız/arkadaşımız var; ona da bir fikir danışalım” dedigimde bizim insanımız tarafından çok sallanmadıgımı gördüm. Oysa o insanlar, Ingiltere gibi dünyada en üste oynayan ve inanılmaz bir rekabet ortamı olan bir ülkede bir akademisyen/araştırmacı olarak çok başarılı olmuşlar. Başarılı olmalarını saglayan en önemli faktörler de, tipik Türk insanının aksine, (i) bir işe başlamadan önce ön-çalışma/araştırmaları yapmaları ve gerekli rapor/makaleleri okumaları, (ii) kendilerine en iyi şekilde yardımcı olabilecek insanları tespit etmeleri, ve (iii) kendilerini devamlı geliştirme ve yenileme adına sistematik bir yaklaşım/metot geliştirmeleri. Bu sayede hem başarılı oluyorlar, hem de uzun vadeli projeler üretebiliyorlar. Yani kendilerinden ögrenecegimiz çok şey var.

Ozellikle bizim insanımızın “ben yapayım” hastalıgı, birçok işin yarım-yamalak ve/ya da kısa vadeli bir vizyonla yapılmasına sebep oluyor. Sadece işler sarpa sardıgında çıkıp sana geliyorlar; sen de, içinden kızsan da, yine insaniyet namına kendilerine yardımcı oluyorsun. Aslında onlara da bu sayede kötülük yapıyoruz çünkü sen işi düzeltince, yaptıkları hatalardan ders almıyorlar ve bir süre sonra yine eski hallerine geri dönüyorlar. Yine ne arayan var, ne de bir fikrini soran.

Read Full Post »

eiMX9R6in
“Union Jack” Birleşik Krallık (United Kingdom; Ingiltere, Galler, Iskoçya ve Kuzey Irlanda)’ın bayragıdır. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler; Not 2: ‘Ünlü Ingiliz Atasözleri’ en aşagıda)

Sıkıcı bir giriş olacak ama öncelikle bir-iki şeyden bahsetmeliyim: hayatının çogunu Ingiltere’de geçirmiş*, ingilizlerin arasına nispeten karışmış ve Britanya egitim sisteminde (nispeten) başarılı olmuş biri olarak, ingiliz kültürü hakkında gözlem yapma fırsatım oldu. En sonda söylecegimi başta söylecek olursam: Kanaatimce, genellersem, birçok güzel hasletlere sahipler ve bana kalırsa (banal olacak ama) “Anadolu insanı” ve “müslüman halklar” olarak ingilizlerden ögrenecegimiz çok ama çok şey var. Ufak bir ülke olmasına, popülasyonu da çok yüksek olmamasına ragmen (~65 milyon), neredeyse hayatın her alanında en üst düzeyde insan(lar) yetiştirmişler – eski bir anket olsa da, Wikipedia’da 100 Great Britons listesine bakmanızı tavsiye ederim. Kanaatimce, millet olarak ulaştıkları seviyelere ulaşmalarında kurdukları sistemler kadar, (‘sivil toplum’ olarak güçlü olmalarında) kültürlerinin de büyük önemi var.

Aşagıda sıraladıgım, bize/size göre “yanlış” olan, bazı hasletlerinde ise “kendi bilecekleri iş!” demek lazım; malum din, dil ve kültür farklılıkları var. Bu yüzden bize göre “saygısızlık/edebsizlik/ahlaksızlık” olarak görünen şey, onlara göre degil.

Bu gözlemlerimin bazılarını, (sıralama yapmadan) çok genelleyici bir şekilde, üç başlık altında sizlere sunmak isterim. Lütfen her gözlemin yanında, bizim kültürümüz/alışkanlıklarımızın o konuda onların gözünde nasıl durdugunu düşünelim ve hangisi iyiyse onu hayatımıza örnek alalım. Ben böyle yapmaya çalıştım hep. Umarım Ingiliz kültürünü merak edenler/ögrenmek isteyenlere bir nebze yardımcı olur. Bir ülkenin kültürünü bilmeyince, insan dili iyi bilse/konuşsa dahi, çok pot kırabiliyor.

Burada yazdıklarım genelde orta-sınıf ingilizler için. Ingilizlerin sahip oldukları sosyo-ekonomik statüye göre karakter/hasletleri, hatta diyetleri (yöresel aksanları bile; dinlemek için tıklayın) dahi çok degişiyor . Bu da anca tecrübeyle gözlemlenebilir ancak işçi sınıfı ingilizlerin hayatını hızlıca – tabi dramatize edilmiş halde – ögrenmek için Eastenders ya da Coronation Street dizilerine bakabilirsiniz. Ingilizler kesinlikle homojen bir toplum degiller; ve bireysel olarak çok fazla ‘degisik/unique’ tipten insanı gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca, genel olarak, sivil toplum anlayışları da çok gelişmiştir. Son olarak, sosyo-ekonomik statü yükseldikce aşagıda bahsettigim ‘British value‘lara daha sadık yetişiyorlar

english-culture-3-16-638
Cok bilinen Ingiliz ikonları. Kralice, Anglikan kilisesinin başı ve “dinin koruyucusu”dur. Ingiltere’nin Hristiyan kesiminin çogu Protestan’dır, fakat Katolik olanlar da az degildir (~4 milyon civarı)

Sosyal hayata dair

  • İngilizler denince aklıma herşeyden önce nezaket (politeness) ve sadelik (simplicity) geliyor. Siz de nazikçe ve sade bir hayat yaşıyorsanız, büyük bir ihtimalle Ingiltere’de ve Ingiliz sisteminde fazla problem yaşamayacaksınız. Bu iki hasletten sonra da pragmatizm denebilir – orta sınıf bir İngiliz kendisine fayda getirmeyecek bir işle fazla uğraşmaz; rahatını bozmaz. Bu yüzden ingiliz ‘fanatik’leri (devletçi/milliyetçi, ırkçıları) bile genelde bizim fanatiklerimize göre daha az şiddetlidir (daha az “dava”sına bağlıdır).
  • Kurallara uyarlar ve üç kagıtçılıga fazla kafa yormazlar. Bir arkadaşım anlatıyor (örnek olsun diye): eskiden tren istasyonlarında çok fazla görevli bulunmuyordu. Bir orta yaşlı kadına “görevliler olmamasına ragmen, neden her defasında bilet alıyorsunuz?” diye sordugumda, kadının verdigi cevap: “üç kagıtçılık/hırsızlık kötü birşeydir!“. Bitti.
  • Hayatın her alanında ama özellikle trafikte çok sakin ve sabırlıdırlar – hatta bizim gibi hep acele iş yapanlar için bazen çıldırtıcı şekilde sabırlı olabiliyorlar. Yol isteyene, en kalabalık saatlerde dahi, yol verirler (sizin de aceleniz varsa, arkada çıldırırsınız; fakat yapacak birşey yok!). Kesinlikle kırmızı ışıkta geçmezler.
  • Ezilen/hakkı yenilen kesimlerin yaşadıkları sıkıntılara karşı duyarlılardır; ondan (bazılarımıza ilginç gelse de) LGBT’ler ve (kültürlerine saygı duyan ve sisteme entegre olan) azınlıklara karşı sempati duyarlar.
  • Insanların kesinlikle din ve ideolojilerini araştırmazlar/ilgilenmezler. O konular hakkında konuşan çok az insan vardır.
  • Cuma ve Cumartesi dışarıda (çogunlukla “pub”larda) içer (eğer evlerine uzak bir yerdeyse, eve taksiyle dönerler – kesinlikle içkili araba sürmezler), Pazarları ise evlerinde dinlenirler. Zengin/kalbur üstü/elit olanlar ise daha çok restoranlara giderler.
  • Cuma geceleri sokaklarda çok sarhoş gezinir fakat çogunlukla (kendilerine verdikleri zarar dışında) zararsızdırlar. Size seslenirlerse duymamış gibi yapıp cevap vermeyin, yoksa peşinize takılabilirler. Aynısı sokaklarda yaşayan evsizler için de geçerli…
  • Cogunluk başka bir dil ögrenmez. Okul yıllarında çogunlukla Fransızca (bazıları da Almanca) ögrenirler; onu da sonradan geliştirmezler.
  • Haftasonu dışarı çıktıklarında önce eglenir (çogunlukla pub/barda içer, cebindeki paranın çogunu harcar), sonra ceplerinde kalan parayla da yemek yerler.
  • Şaşırtıcı şekilde “görmüş/geçirmiş”tirler. Genç yaşta olanlarının dahi, dunyada gormedikleri ülke/kültür, tatmadıkları yemek/içki kalmamıştır.
  • Futbol, Rugby ve Cricket en sevdikleri sporlardır. Halk olarak, Tenisi de Wimbledon turnuvası başladıgında takip ederler. Fakat her alanda önemli sporcular yetiştirmeye calışırlar ve okul çaglarında (her alanda) yetenekli çocukları arar/bulurlar. Yaşlıların arasında yaygın olan sporlar ise Bowls ve Golf’tür.
  • Hava durumu hakkında konuştukları kadar başka bir konu hakkında konuşmazlar.
  • En ufak bir güneş çıktıgında, ailecek cümbür-cemaat parklara akın eder ve güneşlenirler.
  • Kurallı oyunlarda, eskiden kalan en basit protokol/kültürlerini/’centilmenlik kuralı’nı dahi korurlar. Örneğin hakimleri, hala peruk (judge’s wig) giyerler. Genel seçimler, hiçbir hukuki ve hatta mantıki sebebi olmamasına rağmen, hep Perşembe gününe denk getirilir. Cricket’de ‘Ashes’ turnuvasında Avustralya’ya karşı oynadıklarında, kazanan hala ufacık bir kupa olan ‘Ashes urn’ kupasını kaldırır. Wimbledon turnuvası sırasında ‘strawberry and cream’ (krema ve çilek) yerler – onu yemek zorundaymışsın gibi bir ortam oluşur. Rugby maçında rakip oyuncu penaltı çekerken, bütün stat sessiz durur – aynısı Tenis maçı için de geçerlidir. Cornwall bölgesinde tost ekmeği/scone’un üzerine önce reçel sonra kaymak (clotted cream) konur. Hemen yan bölge olan Devon’da ise önce kaymak sonra reçel konur. Bu tarz kurallara uymayanlardan irite olurlar
  • Hukuk herşeyin üstündedir. “Millet”in canı başka birşey istese dahi, hukukun dışına çıkılmaması gerektigini içselleştirmişler.
  • Tarih/kültüre büyük saygı gösterirler; tarihi hiçbir şeyin (bina, yol, yeşil alan) değiştirilmesine izin vermezler. Belediyeden ve komşularınızdan izin almadan evinizin önünde dahi (ciddi) degişiklik yapamazsınız.
  • Doğaya da çok önem verirler. Ülkenin/şehirlerin en pahalı yerlerinde (Londra’daki Hyde Park gibi) çok büyük parklar görmek mümkündür.
  • Degişik/sıradışı insanları severler. Sıradanlıgı/sıradan insanları ise sevmezler; halk nazarında, iş dünyasında veya akademik dünyada önemli yerlere gelmeleri çok zordur bu tip insanların.
  • Insanlar bilmedikleri/araştırmadıkları konularda konuşmaktan sakınırlar.
  • Sadeligi severler; göze batacak lüksten kesinlikle kaçınırlar (pahalı araba, altın bilezik vb.). Evi çok uzakta olmayanların birçogu işe bisikletle ya da yürüyerek gelir – üniversite hocaları ve milletvekilleri arasında da böyleleri az degil.
  • Devlette önemli yerlere gelmiş insanların onlara hizmetkar olması gerektigini bilirler. Onlara bizdeki gibi yalakalık yapmayı bırakın, devamlı eleştirir hatta kafa tutarlar. Milletvekilleri/liderler de bu hali kabullenmişlerdir; ve kesinlikle halka/elestirenlere karşı ters bir hareket yap(a)mazlar.
  • Christmas’a 3-4 ay önceden maddi/manevi (özellikle maddi olarak) hazırlanmaya başlarlar. Eş-dosta bol bol kart alır/gönderirler. Kart sektörü bu dönemde inanılmaz kar yapar, posta servisleri ise inanılmaz yavaşlar bu donemde.
  • Kraliçe (2nci Elizabeth) halk nazarında çok önemli bir yerdedir. Ama onu “eleştirilemez/alay edilemez” görmezler. Onun hakkında saygı sınırlarını fazlasıyla aşan şaka/skeçler yapan komedyenler, (devletin kanalı) BBC’de dahi iş bulur.
  • Okuma alışkanlıkları vardır; otobüs/metrolarda çogunun elinde bir kitap görmek mümkündür.
  • Çocuklarına (kendi kişisel inançlarına ters düşse bile) açık görüşlü olmayı ögretirler ve kendilerine güvendikleri ve çok çalıştıkları takdirde hayatda istedikleri herşeyi başarabileceklerini aşılarlar. Fakat kurallara/kanunlara uymayı da hep tembihlerler. Cocuklarıyla (özellikle küçükken) sokaktan karşıya geçerken, yol boş olsa dahi yayalar için yeşil yanmadıkca geçmezler.
  • Bilim adamları, entellektuelleri, sanatçılarına büyük saygı gösterirler. Brian Cox, Stephen Hawking, Richard Dawkin, David Attenborough, Jim Al-Khalili gibi entellektuel/akademisyenlerin sundugu programlar izlenme rekorları kırar.
  • Churchill, Darwin, Queen Victoria, Shakespeare, Charles Dickens, George Orwell, Oscar Wilde gibi tarihi şahsiyetlere de (biraz eski bir liste de olsa, link de fazlası var) çok önem verirler. Iskoçlar da ise ayrıca William Wallace ve Boudica çok önemli tarihi şahsiyetlerdir.
  • Eleştiriyi (bizim gibi) kişiselleştirmezler. Kendilerini çok ciddiye almazlar. Cok ciddiye alanlardan da irite olurlar. Hatta kendileriyle (belli bir standart/kalitede) alay etmeyi severler. Komedi anlayışları dahi çogunlukla bunun üzerinedir; ondan anlamayız biz. Bu yüzden de kültürlerini tanımadan şakalarına gülmek zorlaşır. Komedi anlayışlarını ögrenmek için, Stewart Lee, Michael McIntyre, Russell Howard, Ricky Gervais, Jimmy Carr, Stephen Fry gibi komedyenlerini izlemenizi tavsiye ederim. Ayrıca Twitter’da ‘Very British Problems’ hesabını da takip edebilirsiniz (kitabı da var – “Sorry I’m British“i de tavsiye ederim). Mr Bean (Rowan Atkinson), Monty Python (grubu) ve Charlie Chaplin ise Ingilizler hepsinin bildigi eski komedyenlerdendir.
  • Haftaiçi dışarıdan yemek yerler: her gün farklı bir mutfak denerler (Çin, Italyan, Turk/kebap, Hint mutfagı favorileridir).
  • Polis, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, islamofobi/anti-semitizm ve nefret söylemlerini çok önemser; aradıgınızda anında kapınızda olurlar. Kaza ve hırsızlıga dahi (çok ciddi, ölümlü bir olay degilse) bu kadar önem vermiyorlar.
  • Genel olarak ‘Patriotic’ (vatansever) olsalar da, evlerinin/binalarının önünde fazla asılı bayrak gormezsiniz. Bayrak (Union Jack) kesinlikle bizdeki gibi kutsal birşey degildir. Bayraklarını giysi (hatta iç çamaşırı ve çorap) olarak giyenler de görebilirsiniz. Evinin önünde Ingiltere bayragı (St George’s Cross) asanlar, çogu zaman ırkçı Ingilizlerdir (örnek: English Defense League gibi grupların üyeleri/sempatizanları).
  • Kendi dert/problemini/fikrini anlatmak isteyenler arasında, sadece somut konuşanlara deger verirler; duygusallık onlara işlemez. Özellikle “şöyle uçarım, böyle kaçarım”a kesinlikle deger vermezler.
  • Şikayet kültürleri vardır ve şirketler/devlet daireleri şikayetleri ciddiye alırlar. Bundan dolayı, millet herşeyi şikayet eder. Sikayetlerini kale almayanları, herkese rezil ederler.
  • Komşuluk çok önemli degildir. Senelerce yan yana yaşayıp birbirini tanımayan komşular çoktur.
  • Duygusallıgın hayatlarında çok yeri yoktur. Akıl/mantık hayatlarının her alanında daha önemlidir.
  • Yaptıgı işi tutkulu yapan (passionate) insanları da severler. Ornegin, en sevdikleri futbolculardan birisi olan Gascoigne’ini de bundan dolayı överler hep.
  • “Not bad” (fena degil), “interesting” (ilginç) gibi terimleri çok kullanırlar; ve bu terimleri çogu zaman literal anlamlarının tersi anlamında kullanırlar.
  • Standartları çok yüksektir. Bir Ingilizi yaptıgınız işle memnun etmek için her detayı düşünmüş olmalısınız.
  • “Please”, “Thanks”, “Sorry”, “Allright” gibi tek kelimelik terimleri çok kullanırlar. Özellikle ilk ikisi her cümleden önce ve sonra kullanılıyor desem mubalaga yapmış olmam.
  • Insanlarla samimileşmedikce ve karşıdaki kendisi anlatmadıkça (bu da aylar sürebilir) “nerelisin?” (where are you from?), “ailen nasıl?” gibi kişisel sorular sormazlar. Hele yabancı uyruklu bir insana kesinlikle (yanlış anlayabilir düşüncesiyle) “aslen nerelisin?” (where are you originally from?) gibi soruları kesinlikle sormazlar.
  • Saatlerce uzun bir kuyrukta dahi kimse “kaynak” yapmaz ve sırasını sabırla bekler.
  • Evlerin neredeyse yarısında kedi/köpek gibi evcil hayvan beslenir. Onları (abartısız) evlatları gibi sever, ve yemek ve diger ihtiyaçlarına (saglık, oyuncak vb) ciddi harcamalar yaparlar.
  • “Britain’s Got Talent” (bizim “Yetenek Sizsiniz”) gibi yetenek yarışmaları izlenme rekorları kırar. Bu tür yarışmaların en ünlü versiyonları Ingiltere’de oldugundan, dünyanın her yerinden/milletinden yarışmacılar katılıyor. Fakat ilginçtir, kazananlar halk oylamasıyla seçilmesine ragmen, azımsanmayacak bir oranda bu yarışmayı yabancı gruplar kazanıyor. Bu da Ingiliz halkının ne kadar açık görüşlü ve meritokrat/hakkaniyetli oldugunu gösteriyor.
  • Restoranlarda hesap geldiginde, herkes kendi harcadıgını öder.
  • ‘Posh’ ingilizce (Posh English) konuşabilmek bir iftihar sebebidir.
  • Ingiliz kanallarında akşam 9’dan sonra küfür/şiddet/cinsellik içeren programlara izin var. Fakat bunlarda dahi ölçü kaçınca yüzlerce şikayet gelebiliyor; bu yüzden birçok kanal bu tarz programları akşam 10-11’den sonra yayınlıyor ve birçok sözü ‘bip’liyor.
  • Maalesef, dünyanın neredeyse her ülkesinde oldugu gibi, buralarda da ‘sex sells’. Bu yüzden, kanuni düzenlemelerle yavaş yavaş azalsa da, bazı şirketlerin reklamları gereksiz şekilde cinselleştirilmiş (sexualised) olabiliyor.
  • Işçi sınıfı cogunlukla ‘Full English Breakfast’ yer (bize ters gelse de ham/bacon’ı çok severler). Orta sınıf/üst sınıf ise daha hafif kahvaltı yaparlar (cereal gibi şeyler yerler).
  • Bizde ölülerin hayrına ceşme yapılır; onlar da ise parklara bank konulur
british-culture-38-728
Ingilizler kahvaltıda bizim gibi çok çeşit hazırlamazlar

Iş/Güç/Politika

  • “Health and safety” herşeyin başıdır. Yapılacak olan çok önemli bir iş dahi olsa, insan saglıgını etkileyebilecek herşeye karşı önlemler almadıkça, o işe izin vermezler. Bu yüzden iş kazaları oldukça azdır.
  • Mesai saatlerinde herkes yogundur; bu yüzden ogle arası dışında çok konuşmaya fırsatları olmaz. Bu saatlerde koridorda görürseniz “Hi!” ya da “(Good) Morning!”‘den fazla bir birşey söylememeye çalışın; çünkü büyük ihtimal yetişmesi gereken bir toplantı ya da yetiştirmesi gereken işler vardır. Obür türlü, yanlış anlayıp, “benimle neden konuşmak istemedi acaba?” gibi fikirler kafanızdan geçebilir…
  • Sabah içecekleri çay/kahve günlerinin en önemli parçalarından biridir. Ona özel zaman ayırırlar. Cogu çaylarına (az yaglı) süt koyarlar.
  • Işe alacakları insanlara “işime yarar mı?” gözüyle bakarlar. “Benden mi?” diye degil.
  • (Eski emperyal ziyniyetin de kalıntıları olabilir) Her alanda standartları yüksektir, birinciliğe oynamaları gerektiğine inanırlar. Bundan dolayı da dünyanın en iyilerini, işlerine yarayacak her insanı ülkelerine davet eder, iş verir, kıymet gösterirler – Müslüman/Ateist/LGBT ya da Şaman olmaları birşey degiştirmez.
  • Solcular ve yabancılar Labour’a (Işçi partisi), muhafazakarlar ise cogunlukla Conservative’lere (Muhafazakar parti) oy verirler. Liberal demokratlar da arada sırada kayda deger oylar alırlar.
  • Devlet olarak, dış politikada inanılmaz pragmatik/Makyavelist davranırlar ve hiç bir ülkeyle “Papaz” olmazlar (ama iç basında halkı o liderler/ülkeler/diktatörler hakkında istedigini söylemekte serbesttir).
  • Siddet içermeyen her ideolojiye saygı duyarlar, gerektiginde korurlar. Her konunun (kendi tabularının dahi) konuşulabilmesini, her sorunun (ne kadar aykırı da olsa) sorulabilmesini isterler.
  • Yapıcı eleştiri olmazsa olmazlarıdır. Kesinlikle kişiselleştirmezler. Ogrenci hocasına dahi, kendi fikrine inandıgında, kafa tutar. Hoca da kesinlikle bu konuda komplekse girmez. Sogukkanlı, aklı selim düşünürler. Duygularını işlerine çok karıştırmazlar.
  • Liyakat ve başarı üzerinedir herşey. Cok çalışan, sıradışı işler başaran her insan en üstlere gelebilir.
  • Herkes başarısızlıklarının hesabını vermek zorundadır.
  • Halk olarak politik degiller; apolitik de degiller. Seçim katılım oranları gittikçe yükseliyor.
  • Benim seçtigim partiden olanlar “melek”, rakip partiden olanlar ise “şeytan” mantıgı kesinlikle yoktur.
  • Ortaya bir sorun çıktıgında, aglayıp-sızlamak yerine, “bundan sonra somut neler yapılabilir?” o tartışılır.
  • Yukarıdaki üç noktaya baglı olarak Ingilizler yardım isteyen birisine mutlaka zaman ayırırlar – özellikle bu insan ilticacı ve/ya da mazlum/magdur bir toplumdan ise. Fakat yardım isteyenin toplantıya gelmeden önce dikkat etmesi gereken çok önemli hususlar var: (i) çok ugraştıracak (özellikle kagıt-kürek-legal işler), (ii) kendisine somut birşey kazandırmayacak (para, ün, oy), ve (iii) çok iyi tanımadıgı/güvenmedigi insanlar/işler için çok birşey yapmazlar. Bu üç başlıkla ilgili ciddi düşünmeden gelen kişiler çogu kez eli boş donerler – her ne kadar karşındaki Ingiliz nezaketen yüzüne gülse ve samimi görünse de. Propaganda yapmak ve/ya da bir gruba tamamen yardım istemek yerine kişinin kendi hikayesine odaklanması ve bireysel olarak yardım talep etmesi lazım.
  • Profesyonellige çok önem verirler. Bir iş yapılmadan/tartışılmadan önce ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Sıkı hazırlanmış birisiyle, işkembeden sıkanı hemen anlar, ayırt ederler.
  • Ilk izlenim herşeydir (Ingilizce bir deyim: “First impression is last impression”).
  • Rekabet/yarışmanın oldugu alanlarda, mütevazilik, centilmenlik ve fair-play gösterenleri severler. Ama başarılı olan ukala tipleri de severler. Başarılı insanların bu türden irite edebilecek yönlerini görmezlikten gelebiliyorlar.
  • Işlerinde başarılı olmanın sırrı planlı/projeli olmalarıdır (aylar/yıllar önceden planlara başlayanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur). Toplantılarının başında da ve sonunda da dakiktirler: genelde toplantı başlamadan bir dakika önceden gelirler; toplantı da en geç 5 dakika sonra başlar. Profesyönel ortamda zaman israfını çok önemserler.
  • Iskoçlar Ingilizlerle hep bir çekişme içindedirler; fakat Ingilizler neredeyse her alanda baskın çıkar. Galler’de de yavaş yavaş ‘milli kimlik’ hareketleri başlamış olsa da, Ingilizlerle daha barışıktırlar.
  • ‘British values’ çok önemlidir kendileri için; ve başka medeniyetlerde bu ahlak kurallarını görmeyince irite olurlar.
  • Liberaller, entelektüeller ve akademisyenler daha çok The Independent (liberal) ve The Guardian (orta-sol), isçi sınıfı ise daha çok The Sun (sağcı), Daily Mirror (solcu) gibi gazeteleri okurlar. Sağcılar ise genelde Daily Telegraph (orta-sağ)’ı takip ederler.
culture-of-england-9-728
Ingilizler, iş ve sosyal hayatlarında uyguladıkları etik kuralları, hayatın her alanında koydukları/belirledikleri standartları, kanuni kuralları, ve (‘British values’) ‘ahlak’larından gurur duyarlar

Kişisel hayat

  • Birçoguna göre “hayat evde degil, dışarıda yaşanır”. Bir evin asıl var olma amacı gece dinlenmektir. Ondan evlerinde çok bir şaşa olmaz.
  • Herkes birey olarak hayatını yaşamaya programlıdır. Ondan bizdeki kadar samimi olmazlar insanlarla; bundan dolayı (olduklarından fazla) soguk gözükürler.
  • Paralarını fazla biriktirmezler (en fazla morgıçla bir ev alırlar) ve tüm paralarını tatil ve eglenceye harcarlar (konser, tiyatro, sinema, kafeler, dans studyoları hep beyaz Ingilizlerle doludur).
  • Dinin hayatlarında çok önemi yoktur. Çogunlukla yaşlılar (60 üstü) kiliseye gider. Gençlerin arasında yılda bir Christmas (onlara göre Hz. Isa’nın dogum günü) ve Easter (Paskalya; onlara göre Hz Isa’nın ölüm günü) ayinine giden dahi azdır.
  • Bireysellik ön plandadır – gençler bir an evvel kendileri hayata atılmak isterler. Buna da teşvik edilirler. Bu yüzden yenilikçi/inovatif/kreatif fikir üreten çok genç vardır.
  • Evlilikler önemini yitirmiştir. Insanlar onlarca yıl beraber yaşadıktan (ve yaparlarsa, 1-2 cocuktan) sonra evleniyorlar. Birçogu da ömür boyu evlenmiyor ve “partner” olarak kalıyorlar. Ayrıca evlenenlerin arasında boşanma oranları da oldukça yüksek. Sosyo-ekonomik statüsü en düşük kesimlerin dışında, çok çocuk yapanların sayısı da oldukça düşük (ikiyi geçen nispeten az).
  • Kariyer sahibi olanlar (yaparlarsa) genellikle geç yaşta çocuk sahibi oluyorlar. Bu yüzden yanında ufak çocuk olan orta yaşı geçmiş insanları dede/nineleri sanmayın. Ayni şekilde, bazı kadınların yanında nispeten yaşlı duran erkekleri de babaları sanmayın – çogu kez ‘partner’leri oluyorlar. Büyük bir pot kırabilirsiniz.
  • Avret temizligi konusunda sıkıntıları var fakat bunu hergün duş yaparak kapatıyorlar. Fakat bu konuda da yavaş yavaş geliştiriyorlar kendilerini – özellikle bidelerin otellerde ve evlerde daha fazla yer bulmasıyla.
Bu fotoğraf ‘ingiliz isçi sınıfının gece hayatının tablosu’ olarak lanse edilmisti – ve birçok kültürel göstergeyi içinde barındırıyor.
© Joel Goodman – 07973 332324 . 01/01/2016 . Manchester , UK . Police detain a man whilst another lies collapsed in the road , as revellers in Manchester enjoy a New Year night out at the bars and clubs of Manchester City Centre . Photo credit : Joel Goodman
english-culture-2-638
Birleşik Krallık’taki ülkeler (Ingiltere, Galler, Iskocya ve K. Irlanda) hakkında genel sembolik/dini bilgiler. (Not: Baska yerden kopyaladıgım bu resimde ‘Great Britain’ yazıyor fakat (tam dogru konuşmak gerekirse) gösterilen ‘United Kingdom’. Ikisinin arasındaki farkı ögrenmek için Britanya’da okumak/yaşamak yazıma göz atabilirsiniz)

Ünlü Ingiliz Atasözleri (ve ingilizce deyimler)

Bizim atasözü ve deyimlerimizle aşagı-yukarı aynı anlama gelen (birebir aynı değiller) Ingiliz atasözü ve deyimleri:

A bird in the hand is worth two in the bush – Eldeki bir kuş, ağaçtaki iki kuştan iyidir

Actions speak louder than words – Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz

A drowning man will clutch at a straw – Denize düşen yılana sarılır

All that glitters is not gold – Her sakallıyı deden sanma

Among the blind the one-eyed man is king – Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler

Don’t throw the baby out with the bathwater – Pireye kızıp yorgan yakma

Don’t count your chickens before they hatch – Dereyi görmeden paçayı sıvama

The grass is always greener on the other side (of the fence) – Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür

A rolling stone gathers no moss – Yuvarlanan taş yosun tutmaz

You reap what you sow (As you sow, so you shall reap) – Ne ekersen onu biçersin

Barking dogs seldom bite – Havlayan köpek ısırmaz

Better late than never – Geç olsun da güç olmasın

Curiosity killed the cat – Arayan Mevlasını da bulur, belasını da

Don’t bite off more than you can chew – Kaldıramayacağın yükün altına girme/Ayağını yorganına göre uzat

Don’t bite the hand that feeds you – Yediğin kaba pisleme

Don’t make a mountain out of a molehill – Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler bunlar

An apple a day keeps the doctor away – Güneş giren eve doktor girmez

Easy come, easy go – Haydan gelen huya gider (orijinali: Hayy’dan gelen Hu’ya gider)

Ignorance is bliss – Cehalet ne güzel şey, her şeyi biliyorsun

Like taking coal to Newcastle – Tereciye tere satmak

Killing two birds with one stone – Bir taşla iki kuş vurmak

You scratch my back and I’ll scratch yours – Sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini

Too many cooks spoil the broth – Nerede çokluk orada b*kluk

Out of sight, out of mind – Gözden ırak olan gönülden de ırak olur

The pot calling the kettle black – Tencere dibin kara seninki benden kara

It’s easy to be wise after the event – Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur

Every cloud has a silver lining – Her işte bir hayır vardır

Look after the pennies, pounds will look after themselves – Damlaya damlaya göl olur

Deyimler

Once in a blue moon – Kırk yılda bir

The last straw (that breaks the camel’s back) – Bardağı taşıran son damla

When pigs fly – Çıkmaz ayın son Çarşambası

I wouldn’t hurt a fly – Ben karıncayı bile incitmem

Speak of the devil – Iti an çomağı hazırla

You hit the nail on the head – Tam üstüne bastın (en doğru cevabı buldun!)

I know this place like the back of my hand – Burayı avucumun içi gibi bilirim

Between the devil and the deep blue sea – İki arada bir derede kalmak

Piece of cake – Çocuk oyuncağı

Adding insult to injury – üzerine tüy dikmek (halihazırda kötü olan bir durumu daha da beter hale getirme olayı)

Damned if you do damned if you don’t – Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık (“İki ucu b**lu değnek” olarak da bilinir)

Take it easy – Kolay gelsin (birebir anlamı aynı olmasa da çalışan bir işçiye söylenebilir)

Cool as a cucumber – Soğuk kanlı

He’s all yours – Eti senin, kemiği benim

My heart was in my mouth – Yüreğim ağzıma geldi

Preaching to the converted – Kendi çalıp, kendi oynuyor

Couch potato – Tembel teneke

Birebir Türkçe karşılığının olmadığını düşündüğüm diğer ünlü Ingiliz atasözleri: Road to Hell is paved with good intentions (Cehenneme gidenlerin çoğunun “kalbi temizdir(!)”); If something seems too good to be true, it probably is (bir şey kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyorsa, büyük ihtimal yalandır/yanlıştır); An idle brain is the devil’s workshop (boş bir beyin şeytanın meskenidir); Don’t judge a book by its cover (kimseyi dış görünüşüne göre yargılama); You can’t have your cake and eat it too (“hem pastam dursun, hem de karnım doysun” diyemezsin); Final nail in the coffin (son darbeyi vurmak); First impression is the last impression (ilk izlenim, son izlenimdir).

*yazıyı kaleme aldıgım bugünde (16 Mayıs 2017) 28 yaşındayım ve hayatımın 23 yılı burada geçti. Ingiltere’ye ilk gelişimde 1-6 yaşları arasında burada yaşadım; sonrasında ise orta okul (secondary school), kolej (bizdeki ‘lise’ denebilir; sistem biraz farklı), üniversite ve doktorayı bu ülkede okudum. Simdi ise Araştırma gorevlisi/Araştırmacı Hoca (Postdoctoral Research Associate) olarak Leicester Universitesi’nde çalışıyorum.

PS: Ingiltere’de okumak/yaşamak isteyenlere, ingiliz egitim, akademik ve emlak sistemi ile ilgili bazı soruları cevapladıgım Britanya’da okumak/yaşamak isimli yazımı okumanızı tavsiye ederim.

Read Full Post »

UK-regional-map-562x790
Birleşik Krallık (United Kingdom, UK) Ingiltere (England), Galler (Wales), Iskoçya (Scotland) ve Kuzey Irlanda (Northern Ireland)’dan oluşur. Büyük Britanya (Great Britain) ise Ingiltere, Iskoçya ve Galler’den oluşur. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler)

Britanya/Ingiltere’de uzun yıllar yaşamış, bu ülkenin sisteminde yetişmiş ve nispeten başarılı olmuş bir birey olarak bana bu ülkenin egitim sistemi ve yaşam koşullarıyla ilgili çok soru soruluyor. Buralara gelen birçok arkadaşımız da psikolojik ve maddi sorunlarla boguşabiliyor, ya da vize, ingilizce ogrenememe, ingiliz kültürüne alışamama (Ingiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazıma bakabilirsiniz bu konuda), doktoraları ile ilgili sorunlar yaşayabiliyorlar.

İlginizi çekebilecek bir bilgisel – İngiltere’de “Home fee” okumak için verdiğim mücadeleyle ilgili…

Bir nebze yardımcı olur ümidiyle bana sıkça sorulan soruları burada (oldugu gibi, fazla düzenlemeden) paylaşacagım. Sorunuz burada cevaplanmamışsa, lütfen bana buradan (en altta ‘comment’ atma bolümü var) ya da m.erz@hotmail.com’dan ulaşın; yardımcı olmaya calışayım:

İngiltere’de Doktora/PhD öğrencisiyim. Yakında birinci yıl APG (Advanced Postgraduate Assessment*)’m var. Ne önerirsiniz?

Öncelikle bir Doktora/PhD öğrencisi olduğunuzu unutmayın. PhD, akademik olarak alabileceğiniz en yüksek ünvandır – yani çok önemli bir ünvan. Ingilizler doktorayı bitirdiğinizde, size çalıştığınız spesifik konu/alanda ‘bir uzman’ gözüyle bakacaklar – bu yüzden size şimdiden “uzman olacak potansiyel var mı?” gözüyle bakarlar. Bunun şuurunda olun ve kesinlikle pısırık davranmayın.

APG’ye hazırlanırken (bence) yapmanız gerekenleri kendi tecrübe ve gözlemlerime göre sıralarsam:

1- Herşeyden önce literatüre hakim olun. Spesifik konunuzla ilgili her makale ve kitaptan haberdar olun. “Çok fazla makale var” diyorsanız, spesifik konunuz nedir tam bilmiyorsunuz demektir. (Yıl boyu tembellik yaptıysanız, en son çıkan 1-2 review ya da önemli makaleyi okuyup, tamamen anlamaya çalışın.)

Buna rağmen yine de gözünüzden bir makale kaçmışsa, ve APG’nizde examineriniz “şu makaleden haberin var mı?” diye sorarsa, “yok görmedim” yerine “evet haberim var; print edip masamın üzerine koymuştum. Burdan çıkışta ilk okuyacağım makale olacak” gibi politik cevaplarla geçiştirmeye çalışın.

Bir de examinerlarınızın CV’lerine ya da Google Scholar sayfalarına bakın ki ne gibi makaleler çıkarmışlar haberdar olun.

2- Ingilizlerin çok sevdiğim ve gerçekten de birini ‘judge’ yaparken karakterlerini yansıtan bir deyimi var: “First impression is last impression”  (ilk izlenim, son izlenimdir). Ilk izlenim çok önemli; güler yüzlü olun ve rahat görünmeye çalışın. Heyecanlı olabilirsiniz fakat bunu azaltmanın yolları var. Sunuma başlamadan önce sesinizi odada tanıdık birisiyle konuşarak kalibre edin (hatta bir arkadaşınızdan rica edin, biraz erkenden gelsin sırf bu iş için). O kişiyle konuştukça sesiniz açılacaktır ve nefesinizi daha iyi ayarlamanıza yardımcı olacaktır.

Ayrıca sunumunuza slaytlara değil de, insanların gözünün içine bakarak başlayın. Bu süreci kolaylaştırmak için de aklınızda unutmayacağınız 3-5 basit cümle tutun. Örnek: “Hi everyone. I’m Mesut; and I’m a PhD student working under Prof. Brian studying whether dopamine overexpression causes schizophrenia-like behaviour in mice. In the next 15 minutes or so, I’ll try and present how I’m going to do this. I also have some preliminary results that I’d like to share with you and get your comments on. If at any point you have a question, please do ask“. Sizin rahat (confident) olduğunuzu görünce, examinerlarınız da rahatlayacaktır; ve sonradan ufak-tefek hatalar dahi yapsanız görmezlikten geleceklerdir.

3- Introduction’ı kısa tutun, çünkü examinerlar başkalarının ne yaptığını değil, sizin ne yaptığınızı dinlemek için orada. Fakat alanınıza hakim olduğunuzu göstermeniz önemli (çalıştığınız konu neden önemli? benzer çalışmalar oldu mu? Varsa, senin çalışmanı ayıran nedir?). Güzel bir review/makaleyi örnek alın ve onu 2-3 slaytta anlatın. Sonraki slayt da ise arkadaşlarımızın belki de en az yaptığı şeyi yapın: eski literatürü biraz eleştirin; eksikliklerini, hatalarını bulun ve “ben bu eksiklerden haberdarım” mesajı verin. Bir bilim insanı gibi davranın: eski araştırmalara/buluşlara saygılı ama aynı zamanda eleştirel (critical) yaklaşabilen bir insan gibi…

En başta kendinizi tanıtırken hocanızın da ismini zikrettiniz. Artık bir daha ismini dahi anmayın – ta ki en son slaytınız olan “Acknowledgements” slaytına kadar. Ikide bir hocanızın ismini anmanız ve/ya da teşekkür etmeniz sizi pısırık ve hocasının arkasına saklanan bir öğrenci olarak gösterebilir. Türk mentalitesiyle ikide bir hocanızı övmenizin (“onun sayesinde oldu bunlar“, “hocama çok teşekkür ediyorum“) size hiçbir faydası dokunmayacaktır.

4- Introduction, **Aims & Objectives, Methods, Results ve Discussion slaytlarından sonra birer slaytı da (i) “bu bir senede neler öğrendim?” ve (ii) “bu sene neler yaptım?”a ayırın. Birincisi için, öğrendiginiz “skill”er (programming, wet-lab skills, istatistik vs. gibi), ikincisi icin de (a) bitirdiğiniz kurslar/workshoplar, (b) katıldığınız konferanslar/sunduğunuz posterler, (c) hazırda olan makaleleriniz (submitted/published olmasına gerek yok), (d) katılmayı planladığınız workshop ve conferencelardan bahsedin. Kazandığınız ‘skill’erin doktoranızda size nasıl faydalı olacağından bahsedin.

5- Gelebilecek soruları düşünün. Spesifik soruların dışında çok sık gelen genel sorular: (i) “what do you hope to achieve at the end of your PhD?” – iki cevabınız olsun; biri idealist, diğeri realist; (ii) “how does this help the man on the street?”; (iii) “what are the implications of studying this question?” – mesela önemli bir proteini calışıyorsanız, bunun bir hastalık icin ilaç üretilmesine yol açabileceğini söyleyebilirsiniz.

Çok iyi olan öğrenciler ise gelmesini istedikleri soruları dahi kendileri ayarlayabiliyorlar. Sunumlarında mesela ilgi çekebilecek bir konudan bahsedin ve “isterseniz soru-cevap kısmında daha detaylı anlatabilirim” deyin. Emin olun soracaklardır. Bu sayede sorulacaklardan bir soru azaltmış olursunuz.

Soru-cevap kısmında gerçekten takıldıysanız, “I have no idea” vs. gibi cevaplar vermeyin ya da sessiz-sessiz (kızarıp) durmayın. Gerekirse soruyu onlara geri çevirin: “Of course as a PhD student, I’m still learning; and would value the thoughts of experts like you. You’ve published many papers on schizophrenia before. What do you think?” demeniz daha akıllıca bir opsiyon. Bu da examinerlarınızın CV’lerine önceden bakmış olmanın yararları…

Umarım işinize yarar. Kolaylıklar dilerim.

*First year review ve Probation review olarak da biliniyor.

**’Aim’ ve ‘Objective’ arasındaki farkı ögrenmek/bilmek önemli. Örnegin: Aim “Londra’dan Istanbul’a varmak”sa, “Objective”leriniz (i) Skyscanner.com websitesine girip uygun bir fiyata Londra-Istanbul uçak bileti satın almak, (ii) Evinden Londra’daki havaalanına uygun bir saate otobüs/taksi/tren ayarlamak, (iii) Yola cıkmadan Türk Pasaport’unu yanına almak, (iv) Havaalanına 2 saat erken gelmek ve varınca “check-in” yapmaktır. “Aims and Objectives” slaytı sunumuzun belki de en önemli kısmı.

Yazın İngiltere’de dil okuluna gitmeyi düşünüyorum. Hangi ili seçmemi önerirsiniz? Brighton maddi açıdan uygun gibi duruyor… Ayrıca önerebileceğiniz bir dil okulu var mı? Bir yakınınızın gittiği ve/ya iyi bildiğiniz… Aile yanında kalmak en uygun seçenek gibi duruyor fakat sizin çevrenizde sıkıntı yaşıyanlar oldu mu? Size göre bir insanın aylık yeme-içme masrafı ne kadar olur?

Ben şu anda Leicester’da yaşadıgım icin daha çok bu civardaki dil kurslarından haberdarım. Maddi durumunuzu bilmiyorum ama üniversitelerin ‘intensive’ dil kursları, biraz pahalı olsalar da, çok kaliteli oluyor. Bu intensive kurslar pahalı gelirse, üniversitelerin normal “summer class”ları dahi baska yerlere nazaran daha iyi olabiliyor. Leicester üniversitesinin (konaklama dahil) ‘International Summer School‘ kursuyla kıyaslayıp (fiyat, ders programı vs.), ona göre kararınızı verin bence.

Aile yanında kalacak olmanız ingilizcenizi daha iyi geliştireceksiniz anlamına gelmiyor. Yanında kalacagınız aile işten dolayı yogunsa ve/ya konuşkan olmazsa, yüzlerini dahi göremeyebilirsiniz.

Yemek vs. Orta ve Kuzey Ingiltere’de nispeten ucuz ve zorlarsanız aylık ortalama £150-200’la geçinebilirsiniz. Ama Londra vs. de bunun iki katı rahat gidebilir. Ayrıca belki her gün bir-iki saatiniz metroda/yollarda geçebilir.

Brighton’ı çok bilmiyorum ama turistik bir yer oldugu için yazın konaklama fiyatları tavan yapabilir. Ayrıca Brighton’ın kalitesiz dil kurslarıyla ilgili kötü bir ünü var.

Tabi yazdıklarım çok genel. Aynı şehir içinde dahi fiyatlar ve kalite çok degişebiliyor. Begendiginiz birkaç yere email atıp aklınızda kalan soruları sorabilir, ona göre son kararınızı verebilirsiniz. En geç Nisan/Mayıs’a kadar kursunuzu ayarlamanızda fayda var çünkü yaza dogru hemen hemen her kurs ve aile yanı doluyor. Son dakikaya kalırsa size maddi açıdan çok pahalıya mal olabilir.

Ben İngiltere’de Yüksek Lisans (Master) yapmak istiyorum ama herhangi bir ücret ödemem gerekiyor mu?

Ingiltere’de yüksek lisans/Master’lar ücretli; ve hangi ülkenin vatandaşı oldugunuzun fiyatın belirlenmesinde büyük etkisi var. Avrupa birligi ve Britanya vatandaşlarına daha düşük bir fiyat uygulaması var (yıllık ~£9000 gibi). Yabancılara ise ~£12000 civarında (yıllık). Bu fiyatlar bolümden bolüme ve üniversiteden üniversiteye degişiyor (tıp ve benzeri alanlar çok daha yuksek). Universitenin ‘postgraduate prospectus’larını isteyip bakmak ya da admissions office’e email atıp sormak lazım. QS Top Universities sitesinde bazı genel bilgiler mevcut.

Iyi olan Britanya/ingiltere’de cogu Master programı bir sene (ama iki sene olanlar da var). Findamasters.com ve jobs.ac.uk gibi sitelerde reklamlar oluyor; ama her açılan Master programı da bu sitelerde yayınlanmıyor – bu yuzden direk universitenin sitesine bakmak gerekebilir kendi alanınıza gore.

Ayrıca kira, yemek vs. giderleri yıllık £6-7 bini bulabilir. Londra gibi pahalı şehirleri duşunuyorsanız, bu rakamın üzerine en az bir £3-4 bin daha ekleyin.

Maddi durumunuz yeterliyse, geriye kalan tek sey IELTS skorunuz olacaktır. Cogu üniversite 6-6.5 istiyor.

İngiltere’de üniversite okumak için Türkiye’de uluslararası bakalorya (International Baccalaureate) kapsamında olan bir lisede eğitim görmem zorunlu mu? Yoksa IELTS ve GCE yeterli olacak mıdır? Su an lise öğrencisiyim, İngiltere’de İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü okumayı planlıyorum. 

Universitelerin en çok ilgilenecekleri kualifikasyonunuz ingilizce yeterliliginiz olacaktır. Normalde IELTS’ten 6 ya da fazlasını alırsanız (ve maddi durumunuz yerindeyse), size çogu bolümün kapısı açılır. Fakat Ingiliz dili ve edebiyatı (ve hukuk) için büyük ihtimal daha yüksek skorlar gerekecektir. Eger IELTS dereceniz nispeten yüksekse (7 gibi), sizi büyük ihtimal direk (lisans) 1’nci sınıfa alırlar. Ama orta seviyeyse (ama yine de en az 6 gerekiyordur ingiliz dili ve edebiyatı icin), o zaman size (bir sene) ‘Foundation’ okumayı şart koşabilirler. Bence başvuruları yapın ve gelecek cevaplara gore pozisyonunuzu belirleyin. Kabul gelirse ne güzel; gelmezse hocalarla emailleşir derdinizi anlatırsınız. Belki bir-iki aylık ‘pre-sessional’ kurstan sonra kabul ederler.

Daha detaylı bilgi isterseniz, üniversitelerin çogunun sitesinde “Turkey” bölümü var (Turkiye’den gelen ögrenciler için). Ornek: Leicester Universitesi le.ac.uk/student-life/international-students/countries-list/europe/turkey ve le.ac.uk/courses/major-in-english-literature-ba

Britanya/Ingiltere’de üniversite okumak ucuz birşey degil. Yabancı ogrenciler (Avrupa birligi dısındakiler) icin fiyatlar senelik £10-15bin arası (tıp ve benzeri alanlar daha da pahalı). Üç yıllık bir kurs için (kira, yemek vs. ile) £60-70binlik masraf demek bu.

Yurtdışına ilk çıkış ve yerleşme bir problem. Biz yaklaşık 10 arkadaş İngiltere’ye gelecegiz. Öncelikli problemimiz ailece yaşayabilecegimiz bir ev bulabilme.

Hoşgeliyorsunuz. Maalesef bir çok arkadaşımız (makul fiyatlarda) kalacak yer bulma sorunu yaşıyor. Biz de bu konuda çok yardımcı olamıyoruz maalesef. Birçok ogrenci grubunun Facebook sayfası var (ornek: University of Leicester Turkish Society), orada duyuru yapabilirsiniz. Bazen buradaki arkadaşlar yazları (ya da kursları bitince) evlerini boşaltıyorlar ve yerlerine kalacak birilerini arıyorlar.

Gruplardan ses çıkmazsa, www.rightmove.co.uk/, www.zoopla.co.uk/ ve www.gumtree.com gibi sitelerden sizlere uygun ‘rent/kira’lık evler aramanız lazım. Bu sitelerdeki evler istediginiz gibi degilse, ajenta/estate agentları da aramanız gerekebilir. Onlara istediginiz tarzdaki evi anlatırsanız (ornek: üniversiteye yakın, 2 odalı, aylık £600), ellerine geçtikçe sizi ararlar (yabancılardan 6 aylık kirayı eve girer girmez isteyebiliyorlar). Acil çözümler için de otel odası tutulabilir, fakat oteller son saniye tutulursa çok pahalı oluyor. Universitelerin de geçici ‘accomodation’ları var fakat onlar da pahalı olabilir. Son çare geçici olarak Booking.com ve Airbnb.com gibi sitelerden ev/otel odası kiralamak.

Bu gibi ülkelerde işin püf noktası her işi çok önceden ayarlamaktır. Lütfen son ana bırakmayın, çünkü ev tutarken kagıt/kürek işleri dahi 1-2 hafta sürebiliyor (bir ay sürenler dahi var). Fazla yardımcı olamadıgım için özür diliyorum.

Anladığım kadarıyla İngiltere’de doktoraya burslu kabul almak biraz zor; eğer vaktiniz varsa, doktora (PhD) başvurum konusunda bana tavsiyede bulunabilir misiniz? Yani “burs alman için şunu yapsan işine yarar“, “dil skorun olmasa da olabiliyor” ya da “deadline’lar genelde şöyle“; “buraları takip etsen çok iyi olur” gibi

Dediğiniz gibi Britanya/İngiltere’de burslu doktora bulmak oldukça zor. Öncelikle ingilizceniniz oldukça iyi bir düzeyde olması lazım (sadece yazım değil, konuşmada da). Bir de açılan pozisyonda/projede ‘background’ınızın iyi olması gerek; sizi rakiplerinizden ayıran özellikleriniz ve somut başarılarınız olmalı.Örneğin kıytırıktan bir makale dahi yazmış olsanız, sizin için büyük avantaj çünkü çogu doktora-öncesi öğrencinin makalesi olmaz.

Şansınızı arttırmak için güzel bir CV ve bir sayfalık ‘Supporting statement’ yazıp, uygun gördügünüz her hocayı ‘spam’leyin (ve kendinizi ‘reject’lere alıştırın) derim. Kısmetin nereden çıkacağı belli olmaz; her yolu denemek lazım. Supporting statement’ta “ben şöyle uçarım; böyle kaçarım“ı yemiyor İngilizler. Bu yüzden somut şeylerle desteklemeniz lazım söylediklerinizi: örnegin “writing skillerim çok iyi” yerine, “şu sayıda makale yazdım” gibi; “şu ‘analysis skilleri’ ögrendim” yerine “şu isimde bir workshop’a katıldım” gibi; “presentation skill’lerim çok iyi” yerine; “şu-şu konferanslarda sunum yaptım” gibi. İngiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazımın ilgili kısmına bakabilirsiniz bu konuda.

Son olarak, eğer Avrupa Birliği ya da Britanya vatandaşı değilseniz, size verecekleri bursun büyük bir kısmı ‘tuition fee’inize gidecektir (PhD’de ‘Home’ fee: ~£4000; ‘Overseas’ fee: ~£12000). Bunu da düşünmelisiniz.

Doktora burslarını findaphd.com ve jobs.ac.uk gibi sitelerden takip edebilirsiniz. Ben de buralardan bulmuştum doktora bursumu. Ayrıca şu an İngiltere’de bir üniversitede öğrenciyseniz, ‘departmental email’lere de bakmayı ihmal etmeyin. Ben (Leicester Üniversitesi’ndeki) ilk Post-doktoramı, Bristol Üniversitesi’nde doktora yaparken departman-arası gönderilmiş bir emailde gördüm.

Benim (yazıyı yazdığım tarihteki) CV ve Supporting statement örneklerim aşağıda – size uyan kısımlarını uyarlarsınız; benimki bayağı akademik bir versiyon:

mesut_erzurumluoglu_cv_mar_2017

mesut_erzurumluoglu_supporting_statement_postdoc

İngiliz eğitim sisteminden biraz bahsedebilir misiniz?

Ingiliz_egitim_sistemi
En basit şekilde Ingiliz egitim sistemi

Ingiltere’de zorunlu eğitim süresi 11 yıldır (‘Year 11’a kadardır; 15 yaşında mezun olunur). Yukarıdaki tabloyu kısaca özetlersek, ogrenciler 5 yaşındayken okula (1’nci sınıf), 15 yaşında iken GCSE sınavlarına (buna Ingiltere’nin LGS/LYS’si denebilir) başlarlar. GCSE’de aldıkları dersler ve notlara göre ise ‘Sixth form’ college’e girerler (Ingiltere’nin sistemi Türkiye’yle aynı olmasa da, bunlara kabaca ‘lise’ denebilir). GCSE Maths (Matematik), English (Ingilizce) ve Science (Fen) college’lerin en çok önemsedikleri derslerdir. Bu derslerde ‘B’ ve üzeri (en yüksek not ‘A*’, en düşük not ‘G’dir. ‘U’ ise ‘dersten kaldı’ anlamına gelir) alan ögrencilere her bölümün ve kolejin kapısı açılır. College’de ögrenciler çogunlukla 4 ‘A-level’ seçerler; ve yine seçtikleri dersler ve (2 yıl sonunda) bu derslerde aldıkları notlar onlara belli universite ve bölümlerin kapısını açar (örnegin, Cambridge/Oxford’a girmek için başvurdugunuz alanla ilgili olan en az 4 tane A* almak, sonra da bir mülakatdan geçmek gerekiyor. Diger üniversitelerde mülakat yok; sadece notlarına bakıyorlar). Her şey yolunda giderse, bir ögrenci 18 yaşında üniversiteye başlar. Sonrasında yüksek lisans (Master) yapmak isteyenler üniversitede (3 yılın sonunda) en az ‘2.2’, doktora (PhD) yapmak isteyenlerin ise en az ‘2.1’ alması gerekiyor.

Tavsiye edeceğim siteler:

Ucretsiz Ingilizcenizi geliştirmek için: learnenglish.britishcouncil.org

Reel TL/Sterlin kur hesabı için: XE

Burslu ya da ‘self-funded’ PhD/doktora bulmak için: findaphd.com ve jobs.ac.uk/phd

Yüksek lisans/Master kursu bulmak için: findamasters.com ve *jobs.ac.uk

Part-time ya da Full-time iş bulmak için: *jobs.ac.uk, *reed.co.uk, *monster.co.uk ve *indeed.co.uk

Kiralık ev bulmak için: *rightmove.co.uk, *zoopla.co.uk ve *gumtree.com

Kiralık oda/ev bulmak için: *airbnb.com

Otel odası kiralamak için: *booking.com ve *trivago.co.uk

Ucuz uçak biletleri için: *skyscanner.net ve *easyjet.com

Park yeri bulmak için: *justpark.com

Ucuz araba sigortası için: *gocompare.com, *moneysupermarket.com, *comparethemarket.com, *confused.com ve *directline.com

Provisional UK sürücü belgesine başvurmak için: gov.uk/apply-first-provisional-driving-licence

Banka hesabı açmak için gereken belgeler: barclays.co.uk/validid

Ingiltere’de oturum almanın yolları: visabureau.com/uk/indefinite-leave-to-remain.aspx

Ucuz telefon hatları: Lycamobile, Vectone, Lebara ve giffgaff (bir de bu siteye bakın derim: moneysavingexpert.com/phones/cheap-sim-only-contracts)

Dünya üniversite sıralamaları: QS World University Rankings

Okul/kolejlerin performanslarını karşılaştırmak için: Compare School/College Performance

Ingiltere’de gezilecek tarihi yerler için: english-heritage.org.uk

Ucuz otobüs ve tren biletleri için: *uk.megabus.com (otobüs), *crosscountrytrains.co.uk (tren) ve *virgintrains.co.uk (tren) – Eger ögrenci iseniz ve sürekli tren kullanacaksanız, mutlaka 16-25 Railcard‘da da başvurun

Ucuza araba kiralamak için: *Enterprise

Bedava üniversite seviyesinde dersler için: *coursera.org

Etrafınızdaki kazalardan haberdar olmak için: crashmap.co.uk/Search ya da Waze*

*app’ı da var

Ekleme (07/09/2019):

Read Full Post »

UoL TSoc Logo 2016

University of Leicester Turkish Society 2016 logo – Not used for financial gains (all our events are ‘not-for-profit’). However, it will be changed soon as it is an infringement of the University’s own logo (we did not realise at the time the logo was designed).

I am extremely proud to have had the chance to lead the University of Leicester Turkish Society for the 2016 season; and am grateful to the following committee members for their excellent work in organising some great events – especially our annual ‘Turkish Day’ event at the Queens Hall (University of Leicester):

President: A. Mesut Erzurumluoglu
Vice-President: Kevser Sevim
Secretary: Halil Ibrahim Egilmez
Treasurer: Turkan Ozkent
Event coordinator: Ufuk Barmanpek and Yasemin Alpdogan
IT Manager: Muhammet Ziya Komşul

More information about the Turkish Society can be found at the below links:

Website   Facebook   Twitter

Also feel free to contact us at leturkishsociety@gmail.com for any questions/enquiries. Thanks for your continued support!

8th Annual Turkish Day flyer

Our flyer for the 8th Annual Turkish Day (5th May 2016) event – which hundreds of students attended

University of Leicester Turkish Society Turkish Day 2016 (1)

Annual Turkish Day 2016 (05/05/16) – organised by the University of Leicester Turkish Society

University of Leicester Turkish Society Turkish Day 2016 (2)

Annual Turkish Day 2016 (05/05/16) – organised by the University of Leicester Turkish Society

Freshers Fair 2016 26-27-09-16 (4)

Freshers Fair 2016 (26/09/16) – Organised by the University of Leicester Student Union

Read Full Post »

Birçok kez şuurlu (farkında olarak, özellikle babam), ama çogu kez de farkında olmadan anne-babam bana (ve kardeşlerime) birçok hayat dersi vermeye çalıştılar; ve verdiler/ögrettiler. Istemek/çalışmak ayrı, başarmak apayrı… Bazı anne-babalar çocuklarını küçümseyip “anlamazlar” sanıyorlar, fakat çocuklar her zaman anne-babalarını gözlemlerler; ve çogu kez taklit ederler. Cocukken yaptıklarımız – zorla, sevdirilmeden ve/ya anlatmadan yaptırılmamışsa – sonradan karakterimizi etkiler; ve “kişi 7’sinde neyse, 70’inde de odur” deyimi çogu kez dogru çıkar. Ornegin çocugu döverek/zorla terbiye etmeye kalkarsan, yarın büyüyüp, size ihtiyacı kalmadıgında anne-babanın tüm ögrettiklerini terk edeceklerdir. Hadi o zaman da döv; tabi dövebiliyorsan!

Bu yazıyı sadece kendi gözlemlerimi paylaşmak için yazıyorum (tum önceki yazılarım gibi). Isteyen istedigini alabilir…

Babamla başlayacagım…

1- Ben kendimi bildim bileli kimsenin malında, parasında, makamında gözüm olmadı. Kendi işime-gücüme baktım; başarılı olmak için çabaladım ve Allah bana birçok insana nasip etmedigi başarıları (ve nimetleri) nasip etti. Bugün anlıyorum ki bunun babamın bize helal para yedirmesiyle birebir ilişkisi var. Ama gerçekten (tabiri caizse) kılı kırk yararak yaşadı; ve ‘gerçekten helal’ yedirdi. Yoksa sorsak herkes “çocuklarıma helal lokma yedir(iyorum)dim” der, ama kaç tanesi gerçekten helal yediriyordur, sayıları nispeten çok azdır kanaatimce. Mesela kişi ‘iş-veren’se, kaç tanesi işçisinin hakkını tamamıyla veriyordur. Işçi ise, kaç tanesi işini gerçekten düzgün bir şekilde yapıyordur. Kaç tanesi torpil yapmadan, hak ederek bir yerlere girmiştir (ya da haketmedigi bir iş için birilerini aracı etmiştir)? Konumuz bu olmadıgı için uzerinde fazla durmayacagım. Vicdanında herkes biliyor bu soruların cevabını – en önemlisi de Allah biliyor! Insan helalinden kazanınca, hem dünyevi manada, hemde vicdanen mutlu oluyor. Kanaat etmeyi, işini dürüst yapmayı, kimsenin hakkına girmemeyi, Allah’tan başka kimseye dünya namına veremeyecegin bir hesabının olmaması; bunlar çok önemli şeyler! Hayatdaki en önemli şeyin ‘mutluluk sahibi olmak’ oldugunun, ve bunu da ancak helalinden (dürüst) iş yaparak kazanabileceginin canlı şahidi oluyorsun.

2- Babam bize bunun kadar önemli başka bir şey ögrettiyse, o da sadece çok çalışarak önemli yerlere gelebilecegimizi ögretmesidir. Yurt dışında da yaşasan, fakir de olsan, farklı bir dinden-dilden-görünüşten de olsan, hakeden adamın önünü kimsenin alamayacagını ögretti. “Hakkım yeniyor” diye aglayıp sızlama yerine, gerçekten işe yarar bir adam olursan, kimse senin yerine başka ‘işe yaramaz’ bir adamı tercih etmez. Bir yerde olmazsa, başka yerde mutlaka alırlar. Bundan dolayı çok çalıştım; başkalarından fazla çalıştım; ve Allah’ın da izniyle hep başarılı oldum.

3- Babam ayrıca kimsenin evde sigara içmesine izin vermezdi – yaşlılara ve kendi kardeşlerine bile. (Ben ve hiçbir kardeşim sigara içmez.)

4- Amcalarımın/büyüklerimizin bizimle ilgilenmek ve bizi güldürmek için yaptıkları fakat kandırmalı şakalarına bile ciddi bir şekilde karşı çıkardı. Mesela bir parmagını gösterip “bu hangi sayı?” diye sorarlardı. Tabi “bir” derdik. Sonra iki parmagını birleştirip, “peki, bu hangi sayı?” diye tekrar sorarlardı; biz de “iki” derdik. Fakat amcam “hayır, bu ‘kalın-bir’” derdi. Biz de şaşırırdık. Fakat bunu babam gördügünde onlara dönup “çocukları kandırmayın” der, sonra da bize dönüp “hayır kızım/oglum, siz dogrusunuz; evet bu da ‘bir’” derdi.

 

Anneme gelecek olursak…

Babam genellikle, çocukluk yıllarımızda bizimle fazla (istedigi/istedigimiz kadar) ilgilenemedi. Cünkü hem çalıştı-para kazandı, hem okudu (doktora yaptı), hem bize baktı; başkalarının işleriyle de (yardım etmek için) çok ugraştı. Cok fedakar bir insandı. Bu yüzden neredeyse hayatının her döneminde çok yogun bir hayat yaşadı.

1- Bundan dolayı bizimle genellikle annem ilgilendi; ve çocukken ne ögrendiysek çogunu annemizden ögrendik. Annemin üniversite diploması yoktu fakat kendisini çok iyi yetiştirmiş bir insandı. Babam fedakarlık ve cefakarlıkta ‘bir’se, annem (nispeten) ‘on’du. Bize okumamızı, kötü alışkanlıklardan uzak durmamız ve vatana-millete-insanlıga faydalı insanlar olmamız gerektigini bıkmadan-usanmadan anlatarak, bizim yaramazlıklarımıza sabrederek, büyük fedakarlıklar yaparak ögretti; ve bu öğretileri içimize adeta işledi. Bizimle çok yakın bir bağ kurdugundan (korktugumuzdan degil) ona karşı saygısızlık yapmaya çocukken bile uzak dururduk. Bu yüzden bize bazen ufak hatalarımızdan dolayı kızdıgında bile karşı çıkmazdık. Mesela üzerimde azıcık sigara kokusu bile olsa çok kötü kızardı. “Yok anne biz degil, arkadaşlar içti” desek te, “o zaman, o arkadaşlarından uzak dur!” derdi. Agzımızdan küfür çıksa ve/yada ‘edep dışı’ sayılacak olayları konuştugumuzu duysa hemen kızardı. Hem de çok! (Ailemizde agzı küfürlü kimse yok)

2- Fakir degildik çok şükür; evde (memur maaşıyla) tek parayı kazananın babaların oldugu her Türk ailesi gibiydi bizim durumumuzda – yani ‘orta hal’ denebilir. Fakat çok kanaatkar bir aileydik. Annem ögretti bunu da bize. Belki farkında dahi olmadan… Bunun ne kadar önemli oldugunu şimdi anlıyorum. Eger zengin/kalbur-üstü bir aileden gelmiyor ama hayatda gerçekten başarılı olmak istiyorsanız, nispeten çok çok daha az *hata yapma şansınız/hakkınız oluyor. Cok şükür bugün (genç ve nispeten başarılı bir akademisyen olarak) dönüp baktıgımda (Allah’a karşı verecek çok hesabım var fakat) dünya namına hesabını veremeyecegim bir suçum, yüz kızartıcı bir halim ya da bilerek hakkına girdigim/yarı yolda bıraktıgım bir insan hatırlamıyorum. Genç yaşıma ragmen kanaatkar olmanın ve (çapım yettigince) haramdan/kul hakkından uzak durmanın başarılarımda ne kadar büyük bir payının oldugunu yeni yeni anlıyorum. Insanlar kısa zamanda ‘köşeyi dönmenin’ peşinde koşarken, ben sabırla okudum, çalıştım, ve bir çogunun (akademik olarak) başaramadıgını başardım…

 

Ne annem, ne de babam, bizi hiç bir zaman kısıtlamadılar. Dindar olmalarına ragmen, dindar insanların çogu kez başaramadıgı ‘açık görüşlü olmayı’ başardılar; ve bize de tembihlediler. Kesinlikle “şunu-bunu yapma” demediler. “Her işin bir adabı vardır, adabına gore yapın” dediler. Babam bana hep “Mesut bey” diye hitap ederdi. Bir şey sordugumda ya da kendisine muhalefet ettigimde “ya Hu napacan?” ya da “git işine yorgunum şimdi!” demek yerine, bana anlatmaya çalışırdı. Bana hep bilginleri, bilim adamlarını ve alimleri örnek gösterirdi. Kendilerinden birşeyler ögrenebilecegim, kaliteli ve ahlaklı insanlarla tanıştırırdı. Şaka yollu da olsa, sınavlarımızda 95’te alsak, “neden 100 almadın?” diye tembihlerdi… Bu sayede belki de rehavete düşmemizi engellemeye çalışırdı.

Son olarak, annemin de, babamın da agızları hep dualıdır. Duaları sayesinde hep önümün açıldıgını gördüm hayatta. Bunun da onemini yeni yeni anlıyorum; ve herkese tavsiye ediyorum “anne-babanızın duasını alın mutlaka” diye.

Tabi “hatasızdılar” ya da “mükemmeldiler” demiyorum. Onlar da gençti; kimse onlara ‘anne-babalık nasıl yapılır?’ı ögretmedi. Onlerinde öyle çok iyi örnekler de yoktu. Hem babam, hem annem devamlı güçlü olmak zorunda kaldılar. Ne kadar güçlü de olsalar, bazen yorulmuş, bazen ‘tepeleri atmış’, ve (bize ya da birbirlerine) kendi yüksek seviyelerine yakışmayacak bir-iki davranışta bulunmuş olabilirler… Fakat kendilerini hep geliştirdiler; ve zamanla bazı şeyleri daha iyi yapmaya ve bizlere karşı daha sabırlı ve toleranslı davranmayı ögrendiler. Fakat yaptıkları tonlarca iyi iş karşısında, bir-iki ufak hatayı hatırlatmak hakkaniyetli bir davranış olmaz. Ayrıca onları eleştirmek haddime degil.

Allah onları başımızdan eksik etmesin!

*Bu durumda olmanın en büyük handikapı , arkadaşlarının çogu ‘gelecegi parlak olmayan’ tipler oluyor. Suç, kötü alışkanlıklar, cehaletden doğan ahlaksızlıklar vs. diz boyu. Allah korudu bizleri!

 

PS: Bizim kültürümüzde, genel olarak anne ‘terbiyeci’, baba ise ‘rol model’dir çogu zaman. Insana terbiye sınırlarını, adabı ve kanaati anne öğretir; baba ise çocuklarının onünü açar (ya da kapatır) ve büyük işler başarabileceklerine inandırtır onlara (ya da bu inancı bitirir ve çocuk ‘ezik’ bir tip olur)!

Read Full Post »

« Newer Posts - Older Posts »