by Dr A. Mesut Erzurumluoğlu | Principal Bioinformatician at Bicycle Therapeutics (formerly at Boehringer Ingelheim, and Univs. of Cambridge, Leicester & Bristol) – blogging since 2006. All views mine unless stated otherwise
Below is a short book that I wrote for my son, Isaac. Sharing it here for you to enjoy but also as encouragement/inspiration to write your own books for your children and/or loved ones – as I have limited writing skills and virtually no drawing skills and used AI-driven approaches to illustrate the book.
Feel free to download, print* and/or disseminate. I also plan to write it in Turkish if and when I have the time.
Important Note: Please do not edit my son’s images in any way or use it in another medium
I hope to update the book with other conversations if and when I have the time.
Footnotes:
*if you decide to print (this or your own document), I would recommend printing on A4 paper using the ‘Booklet’ option and checking the ‘Auto-rotate pages within each sheet’ and ‘Print on both sides’ boxes. Any questions, please let me know.
“Union Jack” Birleşik Krallık (United Kingdom; Ingiltere, Galler, Iskoçya ve Kuzey Irlanda)’ın bayragıdır. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler; Not 2: ‘Ünlü Ingiliz Atasözleri’ en aşagıda)
Ben 12 yaşındayken (2000) ailecek İngiltere'ye taşındık ve ingilizcem neredeyse sıfırdı. Bunu duyan (Karen Holman adında) Sınıf Öğretmenim, kendimi evimde hissedeyim diye tüm arkadaşlarıma Türkçe cümleler dağıtmış. Sınıfa girer-girmez arkadaşlarımın hepsi bana "Hoşgeldin" dediler
Sıkıcı bir giriş olacak ama öncelikle bir-iki şeyden bahsetmeliyim: hayatının çogunu Ingiltere’de geçirmiş*, ingilizlerin arasına nispeten karışmış ve Britanya egitim sisteminde (nispeten) başarılı olmuş biri olarak, ingiliz kültürü hakkında gözlem yapma fırsatım oldu. En sonda söylecegimi başta söylecek olursam: Kanaatimce, genellersem, birçok güzel hasletlere sahipler ve bana kalırsa (banal olacak ama) “Anadolu insanı” ve “müslüman halklar” olarak ingilizlerden ögrenecegimiz çok ama çok şey var. Ufak bir ülke olmasına, popülasyonu da çok yüksek olmamasına ragmen (~65 milyon), neredeyse hayatın her alanında en üst düzeyde insan(lar) yetiştirmişler – eski bir anket olsa da, Wikipedia’da 100 Great Britons listesine bakmanızı tavsiye ederim. Kanaatimce, millet olarak ulaştıkları seviyelere ulaşmalarında kurdukları sistemler kadar, (‘sivil toplum’ olarak güçlü olmalarında) kültürlerinin de büyük önemi var.
Aşagıda sıraladıgım, bize/size göre “yanlış” olan, bazı hasletlerinde ise “kendi bilecekleri iş!” demek lazım; malum din, dil ve kültür farklılıkları var. Bu yüzden bize göre “saygısızlık/edebsizlik/ahlaksızlık” olarak görünen şey, onlara göre degil.
Bu gözlemlerimin bazılarını, (sıralama yapmadan) çok genelleyici bir şekilde, üç başlık altında sizlere sunmak isterim. Lütfen her gözlemin yanında, bizim kültürümüz/alışkanlıklarımızın o konuda onların gözünde nasıl durdugunu düşünelim ve hangisi iyiyse onu hayatımıza örnek alalım. Ben böyle yapmaya çalıştım hep. Umarım Ingiliz kültürünü merak edenler/ögrenmek isteyenlere bir nebze yardımcı olur. Bir ülkenin kültürünü bilmeyince, insan dili iyi bilse/konuşsa dahi, çok pot kırabiliyor.
Burada yazdıklarım genelde orta-sınıf ingilizler için. Ingilizlerin sahip oldukları sosyo-ekonomik statüye göre karakter/hasletleri, hatta diyetleri (yöresel aksanları bile; dinlemek için tıklayın) dahi çok degişiyor . Bu da anca tecrübeyle gözlemlenebilir ancak işçi sınıfı ingilizlerin hayatını hızlıca – tabi dramatize edilmiş halde – ögrenmek için Eastenders ya da Coronation Street dizilerine bakabilirsiniz. Ingilizler kesinlikle homojen bir toplum degiller; ve bireysel olarak çok fazla ‘degisik/unique’ tipten insanı gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca, genel olarak, sivil toplum anlayışları da çok gelişmiştir. Son olarak, sosyo-ekonomik statü yükseldikce aşagıda bahsettigim ‘British value‘lara daha sadık yetişiyorlar
Cok bilinen Ingiliz ikonları. Kralice, Anglikan kilisesinin başı ve “dinin koruyucusu”dur. Ingiltere’nin Hristiyan kesiminin çogu Protestan’dır, fakat Katolik olanlar da az degildir (~4 milyon civarı)
İngilizler denince aklıma herşeyden önce nezaket (politeness) ve sadelik (simplicity) geliyor. Siz de nazikçe ve sade bir hayat yaşıyorsanız, büyük bir ihtimalle Ingiltere’de ve Ingiliz sisteminde fazla problem yaşamayacaksınız. Bu iki hasletten sonra da pragmatizm denebilir – orta sınıf bir İngiliz kendisine fayda getirmeyecek bir işle fazla uğraşmaz; rahatını bozmaz. Bu yüzden ingiliz ‘fanatik’leri (devletçi/milliyetçi, ırkçıları) bile genelde bizim fanatiklerimize göre daha az şiddetlidir (daha az “dava”sına bağlıdır).
Kurallara uyarlar ve üç kagıtçılıga fazla kafa yormazlar. Bir arkadaşım anlatıyor (örnek olsun diye): eskiden tren istasyonlarında çok fazla görevli bulunmuyordu. Bir orta yaşlı kadına “görevliler olmamasına ragmen, neden her defasında bilet alıyorsunuz?” diye sordugumda, kadının verdigi cevap: “üç kagıtçılık/hırsızlık kötü birşeydir!“. Bitti.
Hayatın her alanında ama özellikle trafikte çok sakin ve sabırlıdırlar – hatta bizim gibi hep acele iş yapanlar için bazen çıldırtıcı şekilde sabırlı olabiliyorlar. Yol isteyene, en kalabalık saatlerde dahi, yol verirler (sizin de aceleniz varsa, arkada çıldırırsınız; fakat yapacak birşey yok!). Kesinlikle kırmızı ışıkta geçmezler.
Ezilen/hakkı yenilen kesimlerin yaşadıkları sıkıntılara karşı duyarlılardır; ondan (bazılarımıza ilginç gelse de) LGBT’ler ve (kültürlerine saygı duyan ve sisteme entegre olan) azınlıklara karşı sempati duyarlar.
Insanların kesinlikle din ve ideolojilerini araştırmazlar/ilgilenmezler. O konular hakkında konuşan çok az insan vardır.
Cuma ve Cumartesi dışarıda (çogunlukla “pub”larda) içer (eğer evlerine uzak bir yerdeyse, eve taksiyle dönerler – kesinlikle içkili araba sürmezler), Pazarları ise evlerinde dinlenirler. Zengin/kalbur üstü/elit olanlar ise daha çok restoranlara giderler.
Cuma geceleri sokaklarda çok sarhoş gezinir fakat çogunlukla (kendilerine verdikleri zarar dışında) zararsızdırlar. Size seslenirlerse duymamış gibi yapıp cevap vermeyin, yoksa peşinize takılabilirler. Aynısı sokaklarda yaşayan evsizler için de geçerli…
Cogunluk başka bir dil ögrenmez. Okul yıllarında çogunlukla Fransızca (bazıları da Almanca) ögrenirler; onu da sonradan geliştirmezler.
Haftasonu dışarı çıktıklarında önce eglenir (çogunlukla pub/barda içer, cebindeki paranın çogunu harcar), sonra ceplerinde kalan parayla da yemek yerler.
Şaşırtıcı şekilde “görmüş/geçirmiş”tirler. Genç yaşta olanlarının dahi, dunyada gormedikleri ülke/kültür, tatmadıkları yemek/içki kalmamıştır.
Futbol, Rugby ve Cricket en sevdikleri sporlardır. Halk olarak, Tenisi de Wimbledon turnuvası başladıgında takip ederler. Fakat her alanda önemli sporcular yetiştirmeye calışırlar ve okul çaglarında (her alanda) yetenekli çocukları arar/bulurlar. Yaşlıların arasında yaygın olan sporlar ise Bowls ve Golf’tür.
Hava durumu hakkında konuştukları kadar başka bir konu hakkında konuşmazlar.
En ufak bir güneş çıktıgında, ailecek cümbür-cemaat parklara akın eder ve güneşlenirler.
Kurallı oyunlarda, eskiden kalan en basit protokol/kültürlerini/’centilmenlik kuralı’nı dahi korurlar. Örneğin hakimleri, hala peruk (judge’s wig) giyerler. Genel seçimler, hiçbir hukuki ve hatta mantıki sebebi olmamasına rağmen, hep Perşembe gününe denk getirilir. Cricket’de ‘Ashes’ turnuvasında Avustralya’ya karşı oynadıklarında, kazanan hala ufacık bir kupa olan ‘Ashes urn’ kupasını kaldırır. Wimbledon turnuvası sırasında ‘strawberry and cream’ (krema ve çilek) yerler – onu yemek zorundaymışsın gibi bir ortam oluşur. Rugby maçında rakip oyuncu penaltı çekerken, bütün stat sessiz durur – aynısı Tenis maçı için de geçerlidir. Cornwall bölgesinde tost ekmeği/scone’un üzerine önce reçel sonra kaymak (clotted cream) konur. Hemen yan bölge olan Devon’da ise önce kaymak sonra reçel konur. Bu tarz kurallara uymayanlardan irite olurlar
Hukuk herşeyin üstündedir. “Millet”in canı başka birşey istese dahi, hukukun dışına çıkılmaması gerektigini içselleştirmişler.
Tarih/kültüre büyük saygı gösterirler; tarihi hiçbir şeyin (bina, yol, yeşil alan) değiştirilmesine izin vermezler. Belediyeden ve komşularınızdan izin almadan evinizin önünde dahi (ciddi) degişiklik yapamazsınız.
Doğaya da çok önem verirler. Ülkenin/şehirlerin en pahalı yerlerinde (Londra’daki Hyde Park gibi) çok büyük parklar görmek mümkündür.
Degişik/sıradışı insanları severler. Sıradanlıgı/sıradan insanları ise sevmezler; halk nazarında, iş dünyasında veya akademik dünyada önemli yerlere gelmeleri çok zordur bu tip insanların.
Insanlar bilmedikleri/araştırmadıkları konularda konuşmaktan sakınırlar.
Sadeligi severler; göze batacak lüksten kesinlikle kaçınırlar (pahalı araba, altın bilezik vb.). Evi çok uzakta olmayanların birçogu işe bisikletle ya da yürüyerek gelir – üniversite hocaları ve milletvekilleri arasında da böyleleri az degil.
Devlette önemli yerlere gelmiş insanların onlara hizmetkar olması gerektigini bilirler. Onlara bizdeki gibi yalakalık yapmayı bırakın, devamlı eleştirir hatta kafa tutarlar. Milletvekilleri/liderler de bu hali kabullenmişlerdir; ve kesinlikle halka/elestirenlere karşı ters bir hareket yap(a)mazlar.
Christmas’a 3-4 ay önceden maddi/manevi (özellikle maddi olarak) hazırlanmaya başlarlar. Eş-dosta bol bol kart alır/gönderirler. Kart sektörü bu dönemde inanılmaz kar yapar, posta servisleri ise inanılmaz yavaşlar bu donemde.
Kraliçe (2nci Elizabeth) halk nazarında çok önemli bir yerdedir. Ama onu “eleştirilemez/alay edilemez” görmezler. Onun hakkında saygı sınırlarını fazlasıyla aşan şaka/skeçler yapan komedyenler, (devletin kanalı) BBC’de dahi iş bulur.
Okuma alışkanlıkları vardır; otobüs/metrolarda çogunun elinde bir kitap görmek mümkündür.
Çocuklarına (kendi kişisel inançlarına ters düşse bile) açık görüşlü olmayı ögretirler ve kendilerine güvendikleri ve çok çalıştıkları takdirde hayatda istedikleri herşeyi başarabileceklerini aşılarlar. Fakat kurallara/kanunlara uymayı da hep tembihlerler. Cocuklarıyla (özellikle küçükken) sokaktan karşıya geçerken, yol boş olsa dahi yayalar için yeşil yanmadıkca geçmezler.
Bilim adamları, entellektuelleri, sanatçılarına büyük saygı gösterirler. Brian Cox, Stephen Hawking, Richard Dawkin, David Attenborough, Jim Al-Khalili gibi entellektuel/akademisyenlerin sundugu programlar izlenme rekorları kırar.
Churchill, Darwin, Queen Victoria, Shakespeare, Charles Dickens, George Orwell, Oscar Wilde gibi tarihi şahsiyetlere de (biraz eski bir liste de olsa, link de fazlası var) çok önem verirler. Iskoçlar da ise ayrıca William Wallace ve Boudica çok önemli tarihi şahsiyetlerdir.
Eleştiriyi (bizim gibi) kişiselleştirmezler. Kendilerini çok ciddiye almazlar. Cok ciddiye alanlardan da irite olurlar. Hatta kendileriyle (belli bir standart/kalitede) alay etmeyi severler. Komedi anlayışları dahi çogunlukla bunun üzerinedir; ondan anlamayız biz. Bu yüzden de kültürlerini tanımadan şakalarına gülmek zorlaşır. Komedi anlayışlarını ögrenmek için, Stewart Lee, Michael McIntyre, Russell Howard, Ricky Gervais, Jimmy Carr, Stephen Fry gibi komedyenlerini izlemenizi tavsiye ederim. Ayrıca Twitter’da ‘Very British Problems’ hesabını da takip edebilirsiniz (kitabı da var – “Sorry I’m British“i de tavsiye ederim). Mr Bean (Rowan Atkinson), Monty Python (grubu) ve Charlie Chaplin ise Ingilizler hepsinin bildigi eski komedyenlerdendir.
Haftaiçi dışarıdan yemek yerler: her gün farklı bir mutfak denerler (Çin, Italyan, Turk/kebap, Hint mutfagı favorileridir).
Polis, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, islamofobi/anti-semitizm ve nefret söylemlerini çok önemser; aradıgınızda anında kapınızda olurlar. Kaza ve hırsızlıga dahi (çok ciddi, ölümlü bir olay degilse) bu kadar önem vermiyorlar.
Genel olarak ‘Patriotic’ (vatansever) olsalar da, evlerinin/binalarının önünde fazla asılı bayrak gormezsiniz. Bayrak (Union Jack) kesinlikle bizdeki gibi kutsal birşey degildir. Bayraklarını giysi (hatta iç çamaşırı ve çorap) olarak giyenler de görebilirsiniz. Evinin önünde Ingiltere bayragı (St George’s Cross) asanlar, çogu zaman ırkçı Ingilizlerdir (örnek: English Defense League gibi grupların üyeleri/sempatizanları).
Kendi dert/problemini/fikrini anlatmak isteyenler arasında, sadece somut konuşanlara deger verirler; duygusallık onlara işlemez. Özellikle “şöyle uçarım, böyle kaçarım”a kesinlikle deger vermezler.
Şikayet kültürleri vardır ve şirketler/devlet daireleri şikayetleri ciddiye alırlar. Bundan dolayı, millet herşeyi şikayet eder. Sikayetlerini kale almayanları, herkese rezil ederler.
Komşuluk çok önemli degildir. Senelerce yan yana yaşayıp birbirini tanımayan komşular çoktur.
Duygusallıgın hayatlarında çok yeri yoktur. Akıl/mantık hayatlarının her alanında daha önemlidir.
Yaptıgı işi tutkulu yapan (passionate) insanları da severler. Ornegin, en sevdikleri futbolculardan birisi olan Gascoigne’ini de bundan dolayı överler hep.
“Not bad” (fena degil), “interesting” (ilginç) gibi terimleri çok kullanırlar; ve bu terimleri çogu zaman literal anlamlarının tersi anlamında kullanırlar.
Standartları çok yüksektir. Bir Ingilizi yaptıgınız işle memnun etmek için her detayı düşünmüş olmalısınız.
“Please”, “Thanks”, “Sorry”, “Allright” gibi tek kelimelik terimleri çok kullanırlar. Özellikle ilk ikisi her cümleden önce ve sonra kullanılıyor desem mubalaga yapmış olmam.
Insanlarla samimileşmedikce ve karşıdaki kendisi anlatmadıkça (bu da aylar sürebilir) “nerelisin?” (where are you from?), “ailen nasıl?” gibi kişisel sorular sormazlar. Hele yabancı uyruklu bir insana kesinlikle (yanlış anlayabilir düşüncesiyle) “aslen nerelisin?” (where are you originally from?) gibi soruları kesinlikle sormazlar.
Saatlerce uzun bir kuyrukta dahi kimse “kaynak” yapmaz ve sırasını sabırla bekler.
Evlerin neredeyse yarısında kedi/köpek gibi evcil hayvan beslenir. Onları (abartısız) evlatları gibi sever, ve yemek ve diger ihtiyaçlarına (saglık, oyuncak vb) ciddi harcamalar yaparlar.
“Britain’s Got Talent” (bizim “Yetenek Sizsiniz”) gibi yetenek yarışmaları izlenme rekorları kırar. Bu tür yarışmaların en ünlü versiyonları Ingiltere’de oldugundan, dünyanın her yerinden/milletinden yarışmacılar katılıyor. Fakat ilginçtir, kazananlar halk oylamasıyla seçilmesine ragmen, azımsanmayacak bir oranda bu yarışmayı yabancı gruplar kazanıyor. Bu da Ingiliz halkının ne kadar açık görüşlü ve meritokrat/hakkaniyetli oldugunu gösteriyor.
Restoranlarda hesap geldiginde, herkes kendi harcadıgını öder.
‘Posh’ ingilizce (Posh English) konuşabilmek bir iftihar sebebidir.
Ingiliz kanallarında akşam 9’dan sonra küfür/şiddet/cinsellik içeren programlara izin var. Fakat bunlarda dahi ölçü kaçınca yüzlerce şikayet gelebiliyor; bu yüzden birçok kanal bu tarz programları akşam 10-11’den sonra yayınlıyor ve birçok sözü ‘bip’liyor.
Maalesef, dünyanın neredeyse her ülkesinde oldugu gibi, buralarda da ‘sex sells’. Bu yüzden, kanuni düzenlemelerle yavaş yavaş azalsa da, bazı şirketlerin reklamları gereksiz şekilde cinselleştirilmiş (sexualised) olabiliyor.
Işçi sınıfı cogunlukla ‘Full English Breakfast’ yer (bize ters gelse de ham/bacon’ı çok severler). Orta sınıf/üst sınıf ise daha hafif kahvaltı yaparlar (cereal gibi şeyler yerler).
Bizde ölülerin hayrına ceşme yapılır; onlar da ise parklara bank konulur
Ingilizler kahvaltıda bizim gibi çok çeşit hazırlamazlar
Iş/Güç/Politika
“Health and safety” herşeyin başıdır. Yapılacak olan çok önemli bir iş dahi olsa, insan saglıgını etkileyebilecek herşeye karşı önlemler almadıkça, o işe izin vermezler. Bu yüzden iş kazaları oldukça azdır.
Mesai saatlerinde herkes yogundur; bu yüzden ogle arası dışında çok konuşmaya fırsatları olmaz. Bu saatlerde koridorda görürseniz “Hi!” ya da “(Good) Morning!”‘den fazla bir birşey söylememeye çalışın; çünkü büyük ihtimal yetişmesi gereken bir toplantı ya da yetiştirmesi gereken işler vardır. Obür türlü, yanlış anlayıp, “benimle neden konuşmak istemedi acaba?” gibi fikirler kafanızdan geçebilir…
Sabah içecekleri çay/kahve günlerinin en önemli parçalarından biridir. Ona özel zaman ayırırlar. Cogu çaylarına (az yaglı) süt koyarlar.
Işe alacakları insanlara “işime yarar mı?” gözüyle bakarlar. “Benden mi?” diye degil.
(Eski emperyal ziyniyetin de kalıntıları olabilir) Her alanda standartları yüksektir, birinciliğe oynamaları gerektiğine inanırlar. Bundan dolayı da dünyanın en iyilerini, işlerine yarayacak her insanı ülkelerine davet eder, iş verir, kıymet gösterirler – Müslüman/Ateist/LGBT ya da Şaman olmaları birşey degiştirmez.
Solcular ve yabancılar Labour’a (Işçi partisi), muhafazakarlar ise cogunlukla Conservative’lere (Muhafazakar parti) oy verirler. Liberal demokratlar da arada sırada kayda deger oylar alırlar.
Devlet olarak, dış politikada inanılmaz pragmatik/Makyavelist davranırlar ve hiç bir ülkeyle “Papaz” olmazlar (ama iç basında halkı o liderler/ülkeler/diktatörler hakkında istedigini söylemekte serbesttir).
Siddet içermeyen her ideolojiye saygı duyarlar, gerektiginde korurlar. Her konunun (kendi tabularının dahi) konuşulabilmesini, her sorunun (ne kadar aykırı da olsa) sorulabilmesini isterler.
Yapıcı eleştiri olmazsa olmazlarıdır. Kesinlikle kişiselleştirmezler. Ogrenci hocasına dahi, kendi fikrine inandıgında, kafa tutar. Hoca da kesinlikle bu konuda komplekse girmez. Sogukkanlı, aklı selim düşünürler. Duygularını işlerine çok karıştırmazlar.
Liyakat ve başarı üzerinedir herşey. Cok çalışan, sıradışı işler başaran her insan en üstlere gelebilir.
Herkes başarısızlıklarının hesabını vermek zorundadır.
Halk olarak politik degiller; apolitik de degiller. Seçim katılım oranları gittikçe yükseliyor.
Benim seçtigim partiden olanlar “melek”, rakip partiden olanlar ise “şeytan” mantıgı kesinlikle yoktur.
Ortaya bir sorun çıktıgında, aglayıp-sızlamak yerine, “bundan sonra somut neler yapılabilir?” o tartışılır.
Yukarıdaki üç noktaya baglı olarak Ingilizler yardım isteyen birisine mutlaka zaman ayırırlar – özellikle bu insan ilticacı ve/ya da mazlum/magdur bir toplumdan ise. Fakat yardım isteyenin toplantıya gelmeden önce dikkat etmesi gereken çok önemli hususlar var: (i) çok ugraştıracak (özellikle kagıt-kürek-legal işler), (ii) kendisine somut birşey kazandırmayacak (para, ün, oy), ve (iii) çok iyi tanımadıgı/güvenmedigi insanlar/işler için çok birşey yapmazlar. Bu üç başlıkla ilgili ciddi düşünmeden gelen kişiler çogu kez eli boş donerler – her ne kadar karşındaki Ingiliz nezaketen yüzüne gülse ve samimi görünse de. Propaganda yapmak ve/ya da bir gruba tamamen yardım istemek yerine kişinin kendi hikayesine odaklanması ve bireysel olarak yardım talep etmesi lazım.
Profesyonellige çok önem verirler. Bir iş yapılmadan/tartışılmadan önce ön hazırlık yapmak çok önemlidir. Sıkı hazırlanmış birisiyle, işkembeden sıkanı hemen anlar, ayırt ederler.
Ilk izlenim herşeydir (Ingilizce bir deyim: “First impression is last impression”).
Rekabet/yarışmanın oldugu alanlarda, mütevazilik, centilmenlik ve fair-play gösterenleri severler. Ama başarılı olan ukala tipleri de severler. Başarılı insanların bu türden irite edebilecek yönlerini görmezlikten gelebiliyorlar.
Işlerinde başarılı olmanın sırrı planlı/projeli olmalarıdır (aylar/yıllar önceden planlara başlayanların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur). Toplantılarının başında da ve sonunda da dakiktirler: genelde toplantı başlamadan bir dakika önceden gelirler; toplantı da en geç 5 dakika sonra başlar. Profesyönel ortamda zaman israfını çok önemserler.
Iskoçlar Ingilizlerle hep bir çekişme içindedirler; fakat Ingilizler neredeyse her alanda baskın çıkar. Galler’de de yavaş yavaş ‘milli kimlik’ hareketleri başlamış olsa da, Ingilizlerle daha barışıktırlar.
‘British values’ çok önemlidir kendileri için; ve başka medeniyetlerde bu ahlak kurallarını görmeyince irite olurlar.
Liberaller, entelektüeller ve akademisyenler daha çok The Independent (liberal) ve The Guardian (orta-sol), isçi sınıfı ise daha çok The Sun (sağcı), Daily Mirror (solcu) gibi gazeteleri okurlar. Sağcılar ise genelde Daily Telegraph (orta-sağ)’ı takip ederler.
Ingilizler, iş ve sosyal hayatlarında uyguladıkları etik kuralları, hayatın her alanında koydukları/belirledikleri standartları, kanuni kuralları, ve (‘British values’) ‘ahlak’larından gurur duyarlar
Kişisel hayat
Birçoguna göre “hayat evde degil, dışarıda yaşanır”. Bir evin asıl var olma amacı gece dinlenmektir. Ondan evlerinde çok bir şaşa olmaz.
Herkes birey olarak hayatını yaşamaya programlıdır. Ondan bizdeki kadar samimi olmazlar insanlarla; bundan dolayı (olduklarından fazla) soguk gözükürler.
Paralarını fazla biriktirmezler (en fazla morgıçla bir ev alırlar) ve tüm paralarını tatil ve eglenceye harcarlar (konser, tiyatro, sinema, kafeler, dans studyoları hep beyaz Ingilizlerle doludur).
Dinin hayatlarında çok önemi yoktur. Çogunlukla yaşlılar (60 üstü) kiliseye gider. Gençlerin arasında yılda bir Christmas (onlara göre Hz. Isa’nın dogum günü) ve Easter (Paskalya; onlara göre Hz Isa’nın ölüm günü) ayinine giden dahi azdır.
Bireysellik ön plandadır – gençler bir an evvel kendileri hayata atılmak isterler. Buna da teşvik edilirler. Bu yüzden yenilikçi/inovatif/kreatif fikir üreten çok genç vardır.
Evlilikler önemini yitirmiştir. Insanlar onlarca yıl beraber yaşadıktan (ve yaparlarsa, 1-2 cocuktan) sonra evleniyorlar. Birçogu da ömür boyu evlenmiyor ve “partner” olarak kalıyorlar. Ayrıca evlenenlerin arasında boşanma oranları da oldukça yüksek. Sosyo-ekonomik statüsü en düşük kesimlerin dışında, çok çocuk yapanların sayısı da oldukça düşük (ikiyi geçen nispeten az).
Kariyer sahibi olanlar (yaparlarsa) genellikle geç yaşta çocuk sahibi oluyorlar. Bu yüzden yanında ufak çocuk olan orta yaşı geçmiş insanları dede/nineleri sanmayın. Ayni şekilde, bazı kadınların yanında nispeten yaşlı duran erkekleri de babaları sanmayın – çogu kez ‘partner’leri oluyorlar. Büyük bir pot kırabilirsiniz.
Avret temizligi konusunda sıkıntıları var fakat bunu hergün duş yaparak kapatıyorlar. Fakat bu konuda da yavaş yavaş geliştiriyorlar kendilerini – özellikle bidelerin otellerde ve evlerde daha fazla yer bulmasıyla.
Bizim atasözü ve deyimlerimizle aşagı-yukarı aynı anlama gelen (birebir aynı değiller) Ingiliz atasözü ve deyimleri:
A bird in the hand is worth two in the bush – Eldeki bir kuş, ağaçtaki iki kuştan iyidir
Actions speak louder than words – Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
A drowning man will clutch at a straw – Denize düşen yılana sarılır
All that glitters is not gold – Her sakallıyı deden sanma
Among the blind the one-eyed man is king – Koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler
Don’t throw the baby out with the bathwater – Pireye kızıp yorgan yakma
Don’t count your chickens before they hatch – Dereyi görmeden paçayı sıvama
The grass is always greener on the other side (of the fence) – Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür
A rolling stone gathers no moss – Yuvarlanan taş yosun tutmaz
You reap what you sow (As you sow, so you shall reap) – Ne ekersen onu biçersin
Barking dogs seldom bite – Havlayan köpek ısırmaz
Better late than never – Geç olsun da güç olmasın
Curiosity killed the cat – Arayan Mevlasını da bulur, belasını da
Don’t bite off more than you can chew – Kaldıramayacağın yükün altına girme/Ayağını yorganına göre uzat
Don’t bite the hand that feeds you – Yediğin kabapisleme
Don’t make a mountain out of a molehill – Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler bunlar
An apple a day keeps the doctor away – Güneş giren eve doktor girmez
Easy come, easy go – Haydan gelen huya gider (orijinali: Hayy’dan gelen Hu’ya gider)
Ignorance is bliss – Cehalet ne güzel şey, her şeyi biliyorsun
Like taking coal to Newcastle – Tereciye tere satmak
Killing two birds with one stone – Bir taşla iki kuş vurmak
You scratch my back and I’ll scratch yours – Sen benim sırtımı kaşı ben de seninkini
Too many cooks spoil the broth – Nerede çokluk orada b*kluk
Out of sight, out of mind – Gözden ırak olan gönülden de ırak olur
The pot calling the kettle black – Tencere dibin kara seninki benden kara
It’s easy to be wise after the event – Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur
Every cloud has a silver lining – Her işte bir hayır vardır
Look after the pennies, pounds will look after themselves – Damlaya damlaya göl olur
Deyimler
Once in a blue moon – Kırk yılda bir
The last straw (that breaks the camel’s back) – Bardağı taşıran son damla
When pigs fly – Çıkmaz ayın son Çarşambası
I wouldn’t hurt a fly – Ben karıncayı bile incitmem
Speak of the devil – Iti an çomağı hazırla
You hit the nail on the head – Tam üstüne bastın (en doğru cevabı buldun!)
I know this place like the back of my hand – Burayı avucumun içi gibi bilirim
Between the devil and the deep blue sea – İki arada bir derede kalmak
Piece of cake – Çocuk oyuncağı
Adding insult to injury – üzerine tüy dikmek (halihazırda kötü olan bir durumu daha da beter hale getirme olayı)
Damned if you do damned if you don’t – Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık (“İki ucu b**lu değnek” olarak da bilinir)
Take it easy – Kolay gelsin (birebir anlamı aynı olmasa da çalışan bir işçiye söylenebilir)
Cool as a cucumber – Soğuk kanlı
He’s all yours – Eti senin, kemiği benim
My heart was in my mouth – Yüreğim ağzıma geldi
Preaching to the converted – Kendi çalıp, kendi oynuyor
Couch potato – Tembel teneke
Birebir Türkçe karşılığının olmadığını düşündüğüm diğer ünlü Ingiliz atasözleri: Road to Hell is paved with good intentions (Cehenneme gidenlerin çoğunun “kalbi temizdir(!)”); If something seems too good to be true, it probably is (bir şey kulağa gerçek olamayacak kadar iyi geliyorsa, büyük ihtimal yalandır/yanlıştır); An idle brain is the devil’s workshop (boş bir beyin şeytanın meskenidir); Don’t judge a book by its cover (kimseyi dış görünüşüne göre yargılama); You can’t have your cake and eat it too (“hem pastam dursun, hem de karnım doysun” diyemezsin); Final nail in the coffin (son darbeyi vurmak); First impression is the last impression (ilk izlenim, son izlenimdir).
"Tamam ingilizcen iyi ama kültürlerini de öğrenmen lazım" demekten dilimde tüy bitmişti bir aralar…
*yazıyı kaleme aldıgım bugünde (16 Mayıs 2017) 28 yaşındayım ve hayatımın 23 yılı burada geçti. Ingiltere’ye ilk gelişimde 1-6 yaşları arasında burada yaşadım; sonrasında ise orta okul (secondary school), kolej (bizdeki ‘lise’ denebilir; sistem biraz farklı), üniversite ve doktorayı bu ülkede okudum. Simdi ise Araştırma gorevlisi/Araştırmacı Hoca (Postdoctoral Research Associate) olarak Leicester Universitesi’nde çalışıyorum.
PS: Ingiltere’de okumak/yaşamak isteyenlere, ingiliz egitim, akademik ve emlak sistemi ile ilgili bazı soruları cevapladıgım Britanya’da okumak/yaşamak isimli yazımı okumanızı tavsiye ederim.
Birleşik Krallık (United Kingdom, UK) Ingiltere (England), Galler (Wales), Iskoçya (Scotland) ve Kuzey Irlanda (Northern Ireland)’dan oluşur. Büyük Britanya (Great Britain) ise Ingiltere, Iskoçya ve Galler’den oluşur. (Not: Spesifik sorusu olanlar bana Twitter ya da emailden ulaşabilirler)
Britanya/Ingiltere’de uzun yıllar yaşamış, bu ülkenin sisteminde yetişmiş ve nispeten başarılı olmuş bir birey olarak bana bu ülkenin egitim sistemi ve yaşam koşullarıyla ilgili çok soru soruluyor. Buralara gelen birçok arkadaşımız da psikolojik ve maddi sorunlarla boguşabiliyor, ya da vize, ingilizce ogrenememe, ingiliz kültürüne alışamama (Ingiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazıma bakabilirsiniz bu konuda), doktoraları ile ilgili sorunlar yaşayabiliyorlar.
Dün birkaç arkadaşla (İngiltere'de) üniversite hakkında konuşuyorduk ve önemli birşey hatırladım: Büyük ihtimal İngiltere'de "Child of a Turkish worker" statüsüyle Student Finance England'dan burs alan her öğrencinin üzerinde hakkım var😏 Açıklayayım…
— A. Mesut Erzurumluoğlu (@mesuturkiye) June 26, 2020
İlginizi çekebilecek bir bilgisel – İngiltere’de “Home fee” okumak için verdiğim mücadeleyle ilgili…
Bir nebze yardımcı olur ümidiyle bana sıkça sorulan soruları burada (oldugu gibi, fazla düzenlemeden) paylaşacagım. Sorunuz burada cevaplanmamışsa, lütfen bana buradan (en altta ‘comment’ atma bolümü var) ya da m.erz@hotmail.com’dan ulaşın; yardımcı olmaya calışayım:
İngiltere’de Doktora/PhD öğrencisiyim. Yakında birinci yıl APG (Advanced Postgraduate Assessment*)’m var. Ne önerirsiniz?
Öncelikle bir Doktora/PhD öğrencisi olduğunuzu unutmayın. PhD, akademik olarak alabileceğiniz en yüksek ünvandır – yani çok önemli bir ünvan. Ingilizler doktorayı bitirdiğinizde, size çalıştığınız spesifik konu/alanda ‘bir uzman’ gözüyle bakacaklar – bu yüzden size şimdiden “uzman olacak potansiyel var mı?” gözüyle bakarlar. Bunun şuurunda olun ve kesinlikle pısırık davranmayın.
APG’ye hazırlanırken (bence) yapmanız gerekenleri kendi tecrübe ve gözlemlerime göre sıralarsam:
1- Herşeyden önce literatüre hakim olun. Spesifik konunuzla ilgili her makale ve kitaptan haberdar olun. “Çok fazla makale var” diyorsanız, spesifik konunuz nedir tam bilmiyorsunuz demektir. (Yıl boyu tembellik yaptıysanız, en son çıkan 1-2 review ya da önemli makaleyi okuyup, tamamen anlamaya çalışın.)
Buna rağmen yine de gözünüzden bir makale kaçmışsa, ve APG’nizde examineriniz “şu makaleden haberin var mı?” diye sorarsa, “yok görmedim” yerine “evet haberim var; print edip masamın üzerine koymuştum. Burdan çıkışta ilk okuyacağım makale olacak” gibi politik cevaplarla geçiştirmeye çalışın.
Bir de examinerlarınızın CV’lerine ya da Google Scholar sayfalarına bakın ki ne gibi makaleler çıkarmışlar haberdar olun.
2- Ingilizlerin çok sevdiğim ve gerçekten de birini ‘judge’ yaparken karakterlerini yansıtan bir deyimi var: “First impression is last impression” (ilk izlenim, son izlenimdir). Ilk izlenim çok önemli; güler yüzlü olun ve rahat görünmeye çalışın. Heyecanlı olabilirsiniz fakat bunu azaltmanın yolları var. Sunuma başlamadan önce sesinizi odada tanıdık birisiyle konuşarak kalibre edin (hatta bir arkadaşınızdan rica edin, biraz erkenden gelsin sırf bu iş için). O kişiyle konuştukça sesiniz açılacaktır ve nefesinizi daha iyi ayarlamanıza yardımcı olacaktır.
Ayrıca sunumunuza slaytlara değil de, insanların gözünün içine bakarak başlayın. Bu süreci kolaylaştırmak için de aklınızda unutmayacağınız 3-5 basit cümle tutun. Örnek: “Hi everyone. I’m Mesut; and I’m a PhD student working under Prof. Brian studying whether dopamine overexpression causes schizophrenia-like behaviour in mice. In the next 15 minutes or so, I’ll try and present how I’m going to do this. I also have some preliminary results that I’d like to share with you and get your comments on. If at any point you have a question, please do ask“. Sizin rahat (confident) olduğunuzu görünce, examinerlarınız da rahatlayacaktır; ve sonradan ufak-tefek hatalar dahi yapsanız görmezlikten geleceklerdir.
3- Introduction’ı kısa tutun, çünkü examinerlar başkalarının ne yaptığını değil, sizin ne yaptığınızı dinlemek için orada. Fakat alanınıza hakim olduğunuzu göstermeniz önemli (çalıştığınız konu neden önemli? benzer çalışmalar oldu mu? Varsa, senin çalışmanı ayıran nedir?). Güzel bir review/makaleyi örnek alın ve onu 2-3 slaytta anlatın. Sonraki slayt da ise arkadaşlarımızın belki de en az yaptığı şeyi yapın: eski literatürü biraz eleştirin; eksikliklerini, hatalarını bulun ve “ben bu eksiklerden haberdarım” mesajı verin. Bir bilim insanı gibi davranın: eski araştırmalara/buluşlara saygılı ama aynı zamanda eleştirel (critical) yaklaşabilen bir insan gibi…
En başta kendinizi tanıtırken hocanızın da ismini zikrettiniz. Artık bir daha ismini dahi anmayın – ta ki en son slaytınız olan “Acknowledgements” slaytına kadar. Ikide bir hocanızın ismini anmanız ve/ya da teşekkür etmeniz sizi pısırık ve hocasının arkasına saklanan bir öğrenci olarak gösterebilir. Türk mentalitesiyle ikide bir hocanızı övmenizin (“onun sayesinde oldu bunlar“, “hocama çok teşekkür ediyorum“) size hiçbir faydası dokunmayacaktır.
4- Introduction, **Aims & Objectives, Methods, Results ve Discussion slaytlarından sonra birer slaytı da (i) “bu bir senede neler öğrendim?” ve (ii) “bu sene neler yaptım?”a ayırın. Birincisi için, öğrendiginiz “skill”er (programming, wet-lab skills, istatistik vs. gibi), ikincisi icin de (a) bitirdiğiniz kurslar/workshoplar, (b) katıldığınız konferanslar/sunduğunuz posterler, (c) hazırda olan makaleleriniz (submitted/published olmasına gerek yok), (d) katılmayı planladığınız workshop ve conferencelardan bahsedin. Kazandığınız ‘skill’erin doktoranızda size nasıl faydalı olacağından bahsedin.
5- Gelebilecek soruları düşünün. Spesifik soruların dışında çok sık gelen genel sorular: (i) “what do you hope to achieve at the end of your PhD?” – iki cevabınız olsun; biri idealist, diğeri realist; (ii) “how does this help the man on the street?”; (iii) “what are the implications of studying this question?” – mesela önemli bir proteini calışıyorsanız, bunun bir hastalık icin ilaç üretilmesine yol açabileceğini söyleyebilirsiniz.
Çok iyi olan öğrenciler ise gelmesini istedikleri soruları dahi kendileri ayarlayabiliyorlar. Sunumlarında mesela ilgi çekebilecek bir konudan bahsedin ve “isterseniz soru-cevap kısmında daha detaylı anlatabilirim” deyin. Emin olun soracaklardır. Bu sayede sorulacaklardan bir soru azaltmış olursunuz.
Soru-cevap kısmında gerçekten takıldıysanız, “I have no idea” vs. gibi cevaplar vermeyin ya da sessiz-sessiz (kızarıp) durmayın. Gerekirse soruyu onlara geri çevirin: “Of course as a PhD student, I’m still learning; and would value the thoughts of experts like you. You’ve published many papers on schizophrenia before. What do you think?” demeniz daha akıllıca bir opsiyon. Bu da examinerlarınızın CV’lerine önceden bakmış olmanın yararları…
Umarım işinize yarar. Kolaylıklar dilerim.
*First year review ve Probation review olarak da biliniyor.
**’Aim’ ve ‘Objective’ arasındaki farkı ögrenmek/bilmek önemli. Örnegin: Aim “Londra’dan Istanbul’a varmak”sa, “Objective”leriniz (i) Skyscanner.com websitesine girip uygun bir fiyata Londra-Istanbul uçak bileti satın almak, (ii) Evinden Londra’daki havaalanına uygun bir saate otobüs/taksi/tren ayarlamak, (iii) Yola cıkmadan Türk Pasaport’unu yanına almak, (iv) Havaalanına 2 saat erken gelmek ve varınca “check-in” yapmaktır. “Aims and Objectives” slaytı sunumuzun belki de en önemli kısmı.
Ben 12 yaşındayken (2000) ailecek İngiltere'ye taşındık ve ingilizcem neredeyse sıfırdı. Bunu duyan (Karen Holman adında) Sınıf Öğretmenim, kendimi evimde hissedeyim diye tüm arkadaşlarıma Türkçe cümleler dağıtmış. Sınıfa girer-girmez arkadaşlarımın hepsi bana "Hoşgeldin" dediler
Yazın İngiltere’de dil okuluna gitmeyi düşünüyorum. Hangi ili seçmemi önerirsiniz? Brighton maddi açıdan uygun gibi duruyor… Ayrıca önerebileceğiniz bir dil okulu var mı? Bir yakınınızın gittiği ve/ya iyi bildiğiniz… Aile yanında kalmak en uygun seçenek gibi duruyor fakat sizin çevrenizde sıkıntı yaşıyanlar oldu mu? Size göre bir insanın aylık yeme-içme masrafı ne kadar olur?
Ben şu anda Leicester’da yaşadıgım icin daha çok bu civardaki dil kurslarından haberdarım. Maddi durumunuzu bilmiyorum ama üniversitelerin ‘intensive’ dil kursları, biraz pahalı olsalar da, çok kaliteli oluyor. Bu intensive kurslar pahalı gelirse, üniversitelerin normal “summer class”ları dahi baska yerlere nazaran daha iyi olabiliyor. Leicester üniversitesinin (konaklama dahil) ‘International Summer School‘ kursuyla kıyaslayıp (fiyat, ders programı vs.), ona göre kararınızı verin bence.
Aile yanında kalacak olmanız ingilizcenizi daha iyi geliştireceksiniz anlamına gelmiyor. Yanında kalacagınız aile işten dolayı yogunsa ve/ya konuşkan olmazsa, yüzlerini dahi göremeyebilirsiniz.
Yemek vs. Orta ve Kuzey Ingiltere’de nispeten ucuz ve zorlarsanız aylık ortalama £150-200’la geçinebilirsiniz. Ama Londra vs. de bunun iki katı rahat gidebilir. Ayrıca belki her gün bir-iki saatiniz metroda/yollarda geçebilir.
Brighton’ı çok bilmiyorum ama turistik bir yer oldugu için yazın konaklama fiyatları tavan yapabilir. Ayrıca Brighton’ın kalitesiz dil kurslarıyla ilgili kötü bir ünü var.
Tabi yazdıklarım çok genel. Aynı şehir içinde dahi fiyatlar ve kalite çok degişebiliyor. Begendiginiz birkaç yere email atıp aklınızda kalan soruları sorabilir, ona göre son kararınızı verebilirsiniz. En geç Nisan/Mayıs’a kadar kursunuzu ayarlamanızda fayda var çünkü yaza dogru hemen hemen her kurs ve aile yanı doluyor. Son dakikaya kalırsa size maddi açıdan çok pahalıya mal olabilir.
Ben İngiltere’de Yüksek Lisans (Master) yapmak istiyorum ama herhangi bir ücret ödemem gerekiyor mu?
Ingiltere’de yüksek lisans/Master’lar ücretli; ve hangi ülkenin vatandaşı oldugunuzun fiyatın belirlenmesinde büyük etkisi var. Avrupa birligi ve Britanya vatandaşlarına daha düşük bir fiyat uygulaması var (yıllık ~£9000 gibi). Yabancılara ise ~£12000 civarında (yıllık). Bu fiyatlar bolümden bolüme ve üniversiteden üniversiteye degişiyor (tıp ve benzeri alanlar çok daha yuksek). Universitenin ‘postgraduate prospectus’larını isteyip bakmak ya da admissions office’e email atıp sormak lazım. QS Top Universities sitesinde bazı genel bilgiler mevcut.
Iyi olan Britanya/ingiltere’de cogu Master programı bir sene (ama iki sene olanlar da var). Findamasters.com ve jobs.ac.uk gibi sitelerde reklamlar oluyor; ama her açılan Master programı da bu sitelerde yayınlanmıyor – bu yuzden direk universitenin sitesine bakmak gerekebilir kendi alanınıza gore.
Ayrıca kira, yemek vs. giderleri yıllık £6-7 bini bulabilir. Londra gibi pahalı şehirleri duşunuyorsanız, bu rakamın üzerine en az bir £3-4 bin daha ekleyin.
Maddi durumunuz yeterliyse, geriye kalan tek sey IELTS skorunuz olacaktır. Cogu üniversite 6-6.5 istiyor.
İngiltere’de üniversite okumak için Türkiye’de uluslararası bakalorya (International Baccalaureate) kapsamında olan bir lisede eğitim görmem zorunlu mu? Yoksa IELTS ve GCE yeterli olacak mıdır? Su an lise öğrencisiyim, İngiltere’de İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü okumayı planlıyorum.
Universitelerin en çok ilgilenecekleri kualifikasyonunuz ingilizce yeterliliginiz olacaktır. Normalde IELTS’ten 6 ya da fazlasını alırsanız (ve maddi durumunuz yerindeyse), size çogu bolümün kapısı açılır. Fakat Ingiliz dili ve edebiyatı (ve hukuk) için büyük ihtimal daha yüksek skorlar gerekecektir. Eger IELTS dereceniz nispeten yüksekse (7 gibi), sizi büyük ihtimal direk (lisans) 1’nci sınıfa alırlar. Ama orta seviyeyse (ama yine de en az 6 gerekiyordur ingiliz dili ve edebiyatı icin), o zaman size (bir sene) ‘Foundation’ okumayı şart koşabilirler. Bence başvuruları yapın ve gelecek cevaplara gore pozisyonunuzu belirleyin. Kabul gelirse ne güzel; gelmezse hocalarla emailleşir derdinizi anlatırsınız. Belki bir-iki aylık ‘pre-sessional’ kurstan sonra kabul ederler.
Britanya/Ingiltere’de üniversite okumak ucuz birşey degil. Yabancı ogrenciler (Avrupa birligi dısındakiler) icin fiyatlar senelik £10-15bin arası (tıp ve benzeri alanlar daha da pahalı). Üç yıllık bir kurs için (kira, yemek vs. ile) £60-70binlik masraf demek bu.
Yurtdışına ilk çıkış ve yerleşme bir problem. Biz yaklaşık 10 arkadaş İngiltere’ye gelecegiz. Öncelikli problemimiz ailece yaşayabilecegimiz bir ev bulabilme.
Hoşgeliyorsunuz. Maalesef bir çok arkadaşımız (makul fiyatlarda) kalacak yer bulma sorunu yaşıyor. Biz de bu konuda çok yardımcı olamıyoruz maalesef. Birçok ogrenci grubunun Facebook sayfası var (ornek: University of Leicester Turkish Society), orada duyuru yapabilirsiniz. Bazen buradaki arkadaşlar yazları (ya da kursları bitince) evlerini boşaltıyorlar ve yerlerine kalacak birilerini arıyorlar.
Gruplardan ses çıkmazsa, www.rightmove.co.uk/, www.zoopla.co.uk/ ve www.gumtree.com gibi sitelerden sizlere uygun ‘rent/kira’lık evler aramanız lazım. Bu sitelerdeki evler istediginiz gibi degilse, ajenta/estate agentları da aramanız gerekebilir. Onlara istediginiz tarzdaki evi anlatırsanız (ornek: üniversiteye yakın, 2 odalı, aylık £600), ellerine geçtikçe sizi ararlar (yabancılardan 6 aylık kirayı eve girer girmez isteyebiliyorlar). Acil çözümler için de otel odası tutulabilir, fakat oteller son saniye tutulursa çok pahalı oluyor. Universitelerin de geçici ‘accomodation’ları var fakat onlar da pahalı olabilir. Son çare geçici olarak Booking.com ve Airbnb.com gibi sitelerden ev/otel odası kiralamak.
Bu gibi ülkelerde işin püf noktası her işi çok önceden ayarlamaktır. Lütfen son ana bırakmayın, çünkü ev tutarken kagıt/kürek işleri dahi 1-2 hafta sürebiliyor (bir ay sürenler dahi var). Fazla yardımcı olamadıgım için özür diliyorum.
Anladığım kadarıyla İngiltere’de doktoraya burslu kabul almak biraz zor; eğer vaktiniz varsa, doktora (PhD) başvurum konusunda bana tavsiyede bulunabilir misiniz? Yani “burs alman için şunu yapsan işine yarar“, “dil skorun olmasa da olabiliyor” ya da “deadline’lar genelde şöyle“; “buraları takip etsen çok iyi olur” gibi
Dediğiniz gibi Britanya/İngiltere’de burslu doktora bulmak oldukça zor. Öncelikle ingilizceniniz oldukça iyi bir düzeyde olması lazım (sadece yazım değil, konuşmada da). Bir de açılan pozisyonda/projede ‘background’ınızın iyi olması gerek; sizi rakiplerinizden ayıran özellikleriniz ve somut başarılarınız olmalı.Örneğin kıytırıktan bir makale dahi yazmış olsanız, sizin için büyük avantaj çünkü çogu doktora-öncesi öğrencinin makalesi olmaz.
Şansınızı arttırmak için güzel bir CV ve bir sayfalık ‘Supporting statement’ yazıp, uygun gördügünüz her hocayı ‘spam’leyin (ve kendinizi ‘reject’lere alıştırın) derim. Kısmetin nereden çıkacağı belli olmaz; her yolu denemek lazım. Supporting statement’ta “ben şöyle uçarım; böyle kaçarım“ı yemiyor İngilizler. Bu yüzden somut şeylerle desteklemeniz lazım söylediklerinizi: örnegin “writing skillerim çok iyi” yerine, “şu sayıda makale yazdım” gibi; “şu ‘analysis skilleri’ ögrendim” yerine “şu isimde bir workshop’a katıldım” gibi; “presentation skill’lerim çok iyi” yerine; “şu-şu konferanslarda sunum yaptım” gibi. İngiliz kültürüne dair gözlemlerim adlı yazımın ilgili kısmına bakabilirsiniz bu konuda.
Son olarak, eğer Avrupa Birliği ya da Britanya vatandaşı değilseniz, size verecekleri bursun büyük bir kısmı ‘tuition fee’inize gidecektir (PhD’de ‘Home’ fee: ~£4000; ‘Overseas’ fee: ~£12000). Bunu da düşünmelisiniz.
Doktora burslarını findaphd.com ve jobs.ac.uk gibi sitelerden takip edebilirsiniz. Ben de buralardan bulmuştum doktora bursumu. Ayrıca şu an İngiltere’de bir üniversitede öğrenciyseniz, ‘departmental email’lere de bakmayı ihmal etmeyin. Ben (Leicester Üniversitesi’ndeki) ilk Post-doktoramı, Bristol Üniversitesi’nde doktora yaparken departman-arası gönderilmiş bir emailde gördüm.
Benim (yazıyı yazdığım tarihteki) CV ve Supporting statement örneklerim aşağıda – size uyan kısımlarını uyarlarsınız; benimki bayağı akademik bir versiyon:
İngiliz eğitim sisteminden biraz bahsedebilir misiniz?
En basit şekilde Ingiliz egitim sistemi
Ingiltere’de zorunlu eğitim süresi 11 yıldır (‘Year 11’a kadardır; 15 yaşında mezun olunur). Yukarıdaki tabloyu kısaca özetlersek, ogrenciler 5 yaşındayken okula (1’nci sınıf), 15 yaşında iken GCSE sınavlarına (buna Ingiltere’nin LGS/LYS’si denebilir) başlarlar. GCSE’de aldıkları dersler ve notlara göre ise ‘Sixth form’ college’e girerler (Ingiltere’nin sistemi Türkiye’yle aynı olmasa da, bunlara kabaca ‘lise’ denebilir). GCSE Maths (Matematik), English (Ingilizce) ve Science (Fen) college’lerin en çok önemsedikleri derslerdir. Bu derslerde ‘B’ ve üzeri (en yüksek not ‘A*’, en düşük not ‘G’dir. ‘U’ ise ‘dersten kaldı’ anlamına gelir) alan ögrencilere her bölümün ve kolejin kapısı açılır. College’de ögrenciler çogunlukla 4 ‘A-level’ seçerler; ve yine seçtikleri dersler ve (2 yıl sonunda) bu derslerde aldıkları notlar onlara belli universite ve bölümlerin kapısını açar (örnegin, Cambridge/Oxford’a girmek için başvurdugunuz alanla ilgili olan en az 4 tane A* almak, sonra da bir mülakatdan geçmek gerekiyor. Diger üniversitelerde mülakat yok; sadece notlarına bakıyorlar). Her şey yolunda giderse, bir ögrenci 18 yaşında üniversiteye başlar. Sonrasında yüksek lisans (Master) yapmak isteyenler üniversitede (3 yılın sonunda) en az ‘2.2’, doktora (PhD) yapmak isteyenlerin ise en az ‘2.1’ alması gerekiyor.
King and Jester jokes/stories are also a common theme in Turkish caricatures. In this example, the jester’s provoking/fooling the king by saying: “you can defeat your enemies blindfolded”.
Turkish sense of humour – just as with most cultures – has been shaped by past events and influential figures. However we Turks do not like to make fun of ourselves (e.g. like the English), therefore we create (semi*)fictional characters and make fun of them. We take ourselves too seriously…
However we still managed to obtain a great sense of humour with all sorts of jokes/funny stories. They include stories/jokes from religious figures such as Nasreddin Hodja, naive and funny figures such as Temel and Dursun, and stingy but funny figures (e.g. People of Kayseri are famous for being successful businessmen but also for being tight with money, therefore these types of jokes are attributed to them).
We also generally – for some reason – hold this belief that a joke should make you think as well as make you laugh, therefore a lot of our jokes have a moral story behind it. Although I am not against the ‘make you think’ part, I believe that the primary aim of a joke is to make you laugh and relax the mind, therefore the focus should be on being funny. Sometimes the primary goal has been forgotten, therefore we have many jokes which do not even make you smile, let alone make you laugh 🙂
You can find English translations of Temel and Dursun jokes, and Nasreddin Hodja stories all over the internet. Google them, or you may wish to click the hyperlinks for some chosen examples…
Less known (in English) are the ‘People of Kayseri’ jokes. A couple of examples are below:
Father and Son
Son asks his father: “Could you lend me 50 lire dad?”
Father replies: “40 lire? What do you need 30 lire for? Isn’t 20 enough? Here’s 10.”
And he takes out a 5 lira note and gives it to his son.
The son goes: “I needed 5 lira anyway…”
Father: “You naughty boy! Nearly had me if I hadn’t given you fake money”
On his death bed
A man from Kayseri is on his death bed. He asks: “My dear wife, are you here?”
Wife: “Yes, right next to you”
Man: “My sons Mehmet and Ahmet, are you here?”
Mehmet and Ahmet: “Yes, father”
Man: “My beautiful daughter Fatma?”
Fatma: “Yes, my dear father”
The man gets up rapidly and shouts furiously: “If you’re all here, who’s looking after the shop!?”
* I say “semi” because it is not hard to see that we have living Temels and Dursuns scattered around the streets. Turkey is a fun place with a plethora of funny (or tragicomic) characters which you can easily observe in daily life. Sometimes as you’re walking to work, you yourself are involved in or come across a few jokes/funny events 🙂
An example would be: You might ask where “so and so café” is. You shouldn’t surprised if you get a reply like: “I don’t know, where is it?”; or “Are you blind? Can’t you see it’s right there!” (I wouldn’t have asked if I’d seen it!)
Love is like life, it’s given. You cannot make anyone love you.
However just like with life, we crave the ones we don’t have…
We try to steal their hearts, but the reality is they’ve got to give it to you…
So to be happier, do a ‘reality check’ and make the most of what is given to you!
PS: It is easier said than done, I admit! Most of us believe that we have a shot with anyone however out of our league they are. Since our eyes are always on these ‘false hopes’, we tend to ignore the ones that have already given their hearts (or *love) to us… In the process (barring a few instances), everybody ends up sad.
The heart and the brain are separate organs for a reason – use them both! One gets attracted but using the other will help you stay objective and not be blinded by love…
*I include our parents and God in this category also, not just the opposite sex…
Nasreddin Hodja’s Famous Caricature – Sitting backwards on his Donkey, telling the people who questioned why this was the case: “I do not want to be seen as a person who’s following the same path as a donkey”
Nasreddin Hoca (read Hodja, which means ‘scholar’ or ‘teacher’ in Turkish) is a popular historical (13th century) figure and an imam known for his wit, wisdom and courage. By means of humour, he wanted to bring the vices that were widespread in the community (e.g. backbiting/slander, stealing, corruption) to the attention of the people -which he was very successful in doing. Therefore many of his quotes/experiences were passed down the ages. However, as time passed, many stories which fit the characteristics mentioned above, whether it belongs to him or not, were associated with him. Click for a selection of his stories in English: (i) Tales of the Turkish Trickster* (ii) Other stories attributed to him. Click for Wikipedia page.
* I disagree with the word ‘trickster’ in title but the website itself is very good…
PS: We need more of his kind today… Especially in the ‘Muslim’ world!
A peek at some of his stories that I translated:
The cauldron that died
Nasreddin Hodja, needing a large pot to cook a stew, borrowed his neighbor’s copper cauldron (a large pot), then returned it in a timely manner the next day.
“What is this?” asked his neighbor upon, examining the returned cauldron. “There is a small pot inside my cauldron.”
“Oh!” responded the Hodja. “I forgot to tell you. While the cauldron was in my care, it gave birth to a little one. Because you’re the owner of the mother cauldron, it is only right that you should keep its baby. And in any event, it would not be right to separate the child from its mother at such a young age.”
The neighbor, thinking that the Hodja had gone quite mad, did not argue. The neighbor had a nice little pot and he was happy with the outcome.
Some time later the Hodja asked to borrow the cauldron again.
“Why not?” Perhaps there will be another little pot inside when he returns it.” thought the neighbour to himself.
But this time the Hodja did not return the cauldron. After many days had passed, the neighbor went to the Hodja and asked for the return of the borrowed cauldron.
“My dear friend!” replied the Hodja. “I forgot to tell you but I have bad news. Your cauldron has died.”
“What are you saying?” shouted the neighbor. “A cauldron does not live, and it cannot die. Return it to me at once!”
“I’m sorry!” answered the Hodja. “But this is the same cauldron that gave birth to a child, a child that is still in your possession. If a cauldron can give birth, then it also can die.”
And the neighbor had no answer to this. He never again saw his cauldron again 🙂
Moral of the story: There are many things that we can take from this story but the main one is that we shouldn’t lie our way into tricking others for our personal gain as it can come back to haunt us.
Eat, my coat, Eat!
The Hodja was invited to a banquet. Not wanting to be pretentious, he wore his everyday clothes – only to discover that everyone ignored him, including the host. So he went back home and put on his fanciest coat, and then returned. Now he was greeted cordially by everyone and invited to sit down and eat and drink.
When the soup was served to him he dunked the sleeve of his stylish coat into the bowl and said, “Eat, my coat, eat!”
The startled host asked the Hodja to explain his strange behavior.
“When I arrived here wearing my other clothes,” explained the Hodja, “no one offered me anything to eat or drink. But when I returned wearing this fine coat, I was immediately offered the best of everything, so I can only assume that it was the coat and not myself who was invited to your banquet.”
Moral of the story: He powerfully presents that it’s the person that should be valued and not the fancy things that one owns.
Walnuts and Pumpkins
Nasreddin Hodja was lying in the shade of a walnut tree. His body was at rest, but, befitting his calling as an imam and scholar, his mind did not relax. He started contemplating; looking up into the mighty tree, he considered the greatness and wisdom of Allah/God.
“Allah is great and is most wise” said the Hodja, “but was it indeed wise that such a great tree as this be created to bear only tiny walnuts as fruit? Behold the stout stem and strong limbs! They could easily carry the pumpkins that grow from spindly vines in the fields, vines that cannot bear the weight of their own fruit. Should not walnuts grow on weakly vines and pumpkins on sturdy trees?”
After a while the Hodja dozed off, only to be awakened by a walnut that fell from the tree, striking him on his forehead.
“Allah be praised!” he exclaimed, seeing what had happened. “If the world had been created according to my meager wisdom, it would have been a pumpkin that fell from the tree and hit me on the head. It would have killed me for sure! Allah is great! Allah is most wise!”
Moral of the story: We shouldn’t question the wisdom of God/Allah – or things/phenomenon that we cannot fully grasp.
The battle of wits
In old times wise men would travel around the country, extensively searching for facts or ideas to support their newly-formed theories. Three such men one day arrived in Aksehir, and calling on the governor, asked him to summon the most learned man of the district to be present at the market place the next day – so that they would see whether they could profit from his wisdom. As the most wise man of Aksehir, Nasreddin Hodja was duly informed and the next day he was there and ready for, what proved to be, a battle of wits. Quite a crowd had gathered for the occasion.
Before holding discussions with him, they wanted to test his wit. One of the wise men stepped forward and asked the following question to Hodja:
“Could you tell us the exact location of the centre of the world?”
“Yes, I can,” replied the Hoca. “It is just under the left hind leg of my donkey.”
“Well, maybe! But do you have any proof?”
“If you doubt my word, you are welcome to measure and see.”
There was nothing more to be said, so the first wise man withdrew.
“Let me ask you this,” said the second learned man, stepping forward.
“Can you tell us how many stars there are in the heavens?”
“As many as the hairs on my donkey’s back,” was the ready reply.
“What proof have you in support of this statement?”
“If you doubt my word, you are welcome to count them all and find out.”
“Come now, Hodja!” said the second learned man. “How can anyone count the hairs on your donkey’s back?”
“Well, when it comes to that, how can anyone count the stars in the skies?”
This silenced the second wise man, upon whose withdrawal the third one stepped forward.
“Since you seem so well acquainted with your donkey,” said the third man sarcastically.
“Can you tell us how many hairs there are on the tail of the beast?”
“Certainly,” replied the Hoca, “as many as the hairs in your beard.”
“And how can you prove that?”
“Very easily, if you have no objection.I will pull one hair from your beard, and you will pull one out of my donkey’s tail. If both do not finish at the same time, then I will admit that I have been mistaken.”
Needless to say the third wise man had no desire to try the experiment, they realised the greatness of Hodja.
Moral of the story: As we say in Turkey, “akıl akıldan üstündür” which means (with a lot lost in translation): Two heads are better than one. There’s always someone out there whose wisdom is useful. We should always search for them to make better decisions.
Temel and Dursun are (semi!) fictional characters, originated in the Black sea region of Turkey known for their humour, wit and craziness (this last attribute is sometimes replaced by naivity) all at the same time; therefore many jokes have been told about them which fit their characteristics. For more info on Turkish sense of humour, click here.
How Temel is usually depicted in cartoons – especially with a big and long nose, a well-known characteristic of the ‘Laz’ people living in the Black sea region of Turkey
Here’s just a few of them; they’re much better in Turkish as there is a lot in these jokes which is lost in translation. Hope you enjoy them anyway!
Joke 1:
Dursun has made a lot of money in the USA and tells his beloved friend Temel to join him in LA. He tells him there are so many opportunities for him to earn his living here, going even further to say he’d be rich even if he picks up the money people throw/drop on the streets. So Temel jumps on the first plane and travels to the US; and with his first step he sees a $10 note on the floor. But he decides not to take it, saying: “I’m not going to start working on the first day!“.
Joke 2:
Temel owes a lot of money to the local shops. One day he wins the lottery and the locals wait for him to pay back what he owes – and maybe more. However three months down the line, Temel still hasn’t paid anything so the shopkeepers come down to ask why that is the case. Temel tells them: “I didn’t want you guys to think money’s changed me!“
Joke 3:
Temel asks a cafe owner: “Do you have cold tea?” and he gets the reply “No“, so he leaves. He keeps asking the same question for the next three days so the cafe owner thinks I’ll make him cold tea the next day. Temel comes in and asks the same question, but this time the cafe owner says “yes”. Then Temel says: “well that’s great, heat it up and bring me some tea. I’ve missed drinking tea a lot!“
Joke 4:
Temel enters a multi-choice matriculation exam. He flips a coin for each question and picks the choices accordingly. An hour into the exam – when all the students have given in their papers and he’s the only one left in the room, the invigilator sees that he’s still flipping coins; and tells him there isn’t much time left and asks him whether he is about to finish. Temel answers: “I’ve finished half an hour ago, just going through my answers!”
Joke 5:
Temel and Dursun love playing football. One day when they were contemplating about the afterlife, Temel asks Dursun: “Do you think there is football in Heaven?” and Dursun answers “I don’t know but whoever goes there first, will let the other know OK?“. So they agree and a few years down the line Dursun dies and appears in Temel’s dream: “Temel, I’ve got one good and one bad news for you“. Temel asks for the good one first and Dursun answers: “There is football in Heaven!“
“What about the bad one?“
“Your name is on the team sheet this week!“
Joke 6:
When they’re young, Temel and Dursun try stealing a few apples from a tree in a garden nearby. While they’re at it, the owner sees them and they start to run. The owner shouts “stop you BASTARD!”; and Dursun stops and tells Temel “he recognised me, you keep running brother!”
Joke 7:
Temel and Dursun are stopped by a tourist in Istanbul. He asks: “Hi, do you speak English?“. Temel and Dursun look at each other, not understanding what he meant. The tourist also asks: “Parlez vous Francais?” and said the same thing in many other languages. The tourist then leaves not getting an answer.
Dursun turns to Temel and says: “I think it is time we learn a foreign language“.
Temel: “What’s the point? Look he knew 5 languages but still couldn’t explain what he wanted“.
Joke 8:
Temel appears in court as he has just killed a dozen or so people at a marketplace due to his truck’s brakes failing. The judge asks: “Explain why you did this?“.
Temel: “I am very sorry; it was not intentional. My brakes failed and I had no other choice but to hit somewhere to stop my truck.I noticed that if I swerved to the right I would kill a child. If I swerved to the left, I would enter the marketplace and potentially kill dozens. So I decided to kill the child.”
Judge: “How did you then kill all these people?!“
Temel: “Unfortunately the kid ran towards the marketplace“
Joke 9:
Temel and Dursun go to watch a movie, which has a horse racing scene. Just as the race is about to start, Temel bets Dursun that the white horse will win – and Dursun agrees to bet on the black horse. The white horse won, so Temel also won the bet. However, after the movie Temel feels uneasy and confesses:
I watched this movie before and knew which horse was going to win.
Dursun replies: I watched the movie too.
But I wanted to bet on the underdog this time!
Joke 10:
Temel is on Who Wants to be a Millionaire. He passes the first set of ‘easy’ questions…
£4000 question: How long did the ‘Hundred Years’ War’ last?
a) 99 years b) 116 years c) 150 years d) 100 years
He asks the audience and passes on to the next question
£8000 question: Where did the ‘Panama hat’ originate?
a) Panama b) Brazil c) Chile d) Ecuador
He phones a friend and passes on to the next question
£16000 question: When do the Russians celebrate the ‘October Revolution’?
a) October b) September c) November d) January
He uses the ‘fifty-fifty option’ and passes on to the next question
£32000 question: What animal were the ‘Canary Islands’ named after?
a) Canaries b) Seals c) Cats d) Kangaroos
Temel decides to take the money…
[Scroll down]
Funny eh? Thought you were more clever than Temel? Think again!